Mya Walmsley tarafından gerçekleştirilen ve Red and Black Notes‘ta yayımlanan bu röportajda São Paulo’daki Anarşist Örgüt Liberter Sosyalizm/Brezilya Anarşist Koordinasyonu üyesi olan Felipe Corrêa, Latin Amerika’da ortaya çıkan ve yakın zamanda dünyanın farklı yerlerine de yayılan anarşist gelenek olan especifistanın (spesifizm) teorik ve stratejik anlayışını ayrıntılı biçimde tartışıyor. Uzunluğunun yanı sıra değindiği konulardaki farklılıklar nedeniyle röportajı iki bölüm olarak yayımlamayı uygun gördük. İkinci bölümde Corrêa, Toplumsal Güç, İktidar kavramları etrafında spesifizmin savunduğu devrim perspektifini açıklıyor.
Yeryüzü Postası
Spesifizm eğilimi içinde çok fazla odak kazanıyor gibi görünen bir başka terim ise “toplumsal güç”tür. Toplumsal güç, kendi çıkarlarına uygun hedefler doğrultusunda, doğru araçlar kullanılarak örgütlendiği ve yönlendirildiği koşullarda, tahakküm altındaki sınıfın “realize edilmiş” gücüdür. Yani, gerek pratik gerekse ideolojik olarak büyüyen örgütlenme, toplumsal dönüşüm için artan kapasiteye eşit olduğundan, toplumsal güç kavramı, tahakküm altındaki sınıfın örgütlenmesini ifade eder. Bu “toplumsal gücün” nasıl gerçekleştiğini biraz daha açabilir misiniz? Ve öte yandan, bu belki de bir çeviri sorunudur, iktidar ile toplumsal güç arasında ne fark vardır? Tercüme edilmiş çalışmalarınızı okuduktan sonra, ima edilen ancak açıkça tanımlanmayan bazı farklı toplumsal güç katmanları olduğu görülüyor. İlk olarak, Proudhon’dan alınarak, işçilerin işbirliği içinde çalışarak elde ettikleri bir tür potansiyel güçten söz ediliyor. Ayrıca, siyasi ideolojik anlamda işbirliği içinde çalışarak elde edilen bir tür güçten söz ediliyor: ortak bir amaç ve program için kolektif olarak çalışmaktan. Son olarak, çoğunlukla kullandığınız anlamda, sınıfsal konumları nedeniyle tahakküm altında olanların halk iktidarı inşa edebileceği anlamıyla, sınıfsal toplumsal güçten söz ediliyor. Merak ediyorum, kavramı genişletmiş olmama katılıp katılmadığınızdan bağımsız olarak, bu katmanlar arasındaki ilişkiden bahsedebilir misiniz? Bu soruyu daha pratik bir şekilde yeniden formüle edersek: Anarşist örgüt, tahakküm altındaki sınıfların iktidarını örgütlemede nasıl bir rol oynuyor?
Bu sorunun detaylandırmak ve organize etmek için önemli olduğunu düşündüğüm birçok unsur var. Yavaş yavaş, bu güç konusu üzerine, sorduğunuz her şeyi kapsayan başka maddeler kaleme aldım. Anlamayı kolaylaştırmak için daha didaktik bir şekilde sistematize etmeye çalışacağım. Ve aşağıda söylediğim her şey, spesifist anarşist örgütler ve benim kendi üretimlerim dahil olmak üzere, klasik yazarlara (esas olarak Bakunin, Malatesta, Proudhon)ve çağdaş yazarlara (Alfredo Errandonea, Tomás Ibáñez, Fábio López, Bruno L. Rocha)atıfta bulunmaktadır. [1]
Her şeyden önce, daha önce de söylediğim gibi, iktidarın tarihsel olarak üç şekilde tanımlandığını hatırlamak önemlidir: 1.) Kapasite olarak; 2.) Düzenleme ve kontrol yapıları ve mekanizmaları olarak; 3.) Kuvvet ilişkilerinde asimetri olarak. Bu üç unsur önemlidir ve geliştirmekte olduğum iktidar teorisinde yer almaktadır. Zorunlu olarak güç kavramının kendisinin bir parçası olarak değil, onunla ilgili.
İktidarın uygun olduğunu düşündüğüm bir tanımını başlangıç noktası olarak alalım: İktidar, farklı asimetrik güçler arasında, bir gücün (bazı güçlerin) diğerine (diğerlerine) göre üstünlüğünün olduğu somut ve dinamik bir toplumsal ilişkidir. Bu tanımın bazı önemli yönleri bulunmaktadır. Birincisi, iktidarın toplumsal bir ilişki olduğunu kabul ettiğimde, iktidarın bir iktidar ilişkisi anlamına geldiğini ve en az iki tarafı (insanlar, gruplar, sınıflar vb.) içerdiğini söylemiş oluyorum. İkincisi, somut ve dinamik bir ilişkiden bahsettiğimde, gerçekleşebilecek veya gerçekleşmeyebilecek bir şeyin olasılıklar alanına yerleştirilen bir kapasite olarak iktidar kavramını bunun dışında tutuyorum; tam olarak, gerçekten meydana gelen bir ilişkiden bahsediyorum. Bu ilişki asla kalıcı değildir – her zaman bir bağlam (zaman-uzay) içinde yer alır ve geçicidir; hiç kimse sonsuza kadar iktidara sahip değildir, yalnızca belirli bir süre için sahiptir. Bu nedenle iktidar ilişkileri sürekli değişir ve her an dönüştürülebilir.
Üçüncüsü, farklı asimetrik güçler arasındaki ilişkiden bahsettiğimde, tam olarak bu yardımcı kavramı veya bunun alt kavramını, yani toplumsal gücü tanımlamamız gerekiyor. Toplumsal güç, aktörler tarafından sosyal çatışmalarda belirli hedeflere ulaşmak için uygulanan enerji olarak tanımlanabilir. Bu tür bir güç, bireysel, grupsal veya sınıfsal olabilir ve [bunların kendini] gerçekleştirme kapasitesinin ortaya çıkması anlamına gelir. Şu anda, iktidar kavramsallaştırmanın bu üç tarihsel biçimini tanımlayan ilk bakış açısına sahibiz; Gerçekleştirme kapasitesi ile toplumsal güç arasında bir ayrım yapıyorum.
Gerçekleştirme kapasitesi, gelecekte gerçekleşebilecek veya gerçekleşmeyebilecek olan bir şeyi yapma olasılığıdır. Örneğin, işçilerin dünyayı dönüştürme gücüne sahip olduğunu söylediğimizde, gerçekleştirme kapasitesine atıfta bulunuyoruz. Kabul ettiğim tanımlar gereğince bu cümleyi şöyle formüle etmek daha doğru olacaktır: İşçiler dünyayı dönüştürme kapasitesine (olasılığına) sahiptir. Bunun nedeni, bu kapasiteye sahip olsalar bile dünyayı dönüştürebilecek ya da dönüştürmeyebilecek olmalarıdır; bu fiilen gerçekleşen somut bir şey değildir.
Gerçekleştirme kapasitesi, olabilecek ya da olmayabilecek bir şeyi, gelecekte gerçekleştirme olasılık alanından çıkıp fiilen uygulamaya konulduğu zaman toplumsal bir güç haline gelir, böylece toplumsal gerçekliği oluşturan güçler oyununun bir parçası olmaya başlar. Örneğimize geri dönelim: İşçiler dünyayı dönüştürme yeteneğine sahiptir. Ama hepsi günlük hayatlarına devam ediyor, işe gidiyor, aileleriyle ilgileniyor, kapitalist toplumun şekillenişi üzerinde hiçbir etkisi olmayan bir hayat yaşıyor olabilirler. Bu durumda yalnızca bu potansiyel kapasiteye sahip olmaya devam ederler.
Enerjilerini belirli amaçlar doğrultusunda toplumsal çatışmalara yöneltmeye başladıklarında ise bu işçiler toplumsal bir güç haline gelirler. Örneğin örgütlenmeye başladıklarında, mücadele ettiklerinde, talepte bulunduklarında vs. Burada o kapasitenin toplumsal bir güce dönüştüğünü görürüz. Bu güç çok zayıf olabilir ve bu nedenle gerçekliğin akışını değiştiremeyebilir; ancak orta büyüklükte ve hatta geniş ölçekli olabilir ve bu şekilde değişim ve dönüşümlere yol açar.
Toplumsal güçten bahsettiğimde iki konuyu akılda tutmak önemlidir. Birincisi, hepimiz belirli çatışmalarda harekete geçirilebilen kendi bedenlerimizin fiziksel gücüyle doğarız. Örneğin, bir erkeğin fiziksel gücü, belirli bir çatışmada kendisini bir kadına kabul ettirmek için kullanılabilir. İkincisi, toplumsal bir güç bireysel veya kolektif olabilir ve ikinci durumda, kolektif gücün her zaman bireysel güçlerin toplamından daha büyük olduğunun farkında olmalıyız. Örneğin, bir belediye binasının önünde bir saat boyunca protesto yapan 100 işçinin kolektif gücü, bu işçilerin her birinin orada tek tek, birbiri ardına birer saat kalmasına kıyasla çok daha büyüktür. Kişi başına düşen protesto saatleri aynı olsa bile, kolektifin (insanlar birlikte hareket ettiği) toplumsal gücünün, bireylerin (insanlar ayrı hareket ettiği) toplumsal gücünden çok daha fazla olduğu şüphe götürmez.
Ayrıca, toplumsal gücü büyütmenin sayısız yolu olduğunu aklımızda tutmalıyız. İyi bilinen bazılarına göz atalım.
İnsanlar şunları yapabilir: 1) Egzersizler ve dövüş sanatları ile fiziksel güçlerini artırabilir ve bu gücü kullanma tekniklerini geliştirebilirler. Örneğin, karşıt görüşlüler arasındaki bir çatışmada, fiziksel güç belirleyici bir faktör olabilir. Veya bedensel yetenekler ve çaba gerektiren askeri muharebelerde de öyle. 2) İnsanların ortak bir amaç için toplanması ve seferber edilmesi. Örneğin bir yasal başvuru, seçim ya da sokak yürüyüşü için kaç kişinin toplandığı ve harekete geçtiği temel bir unsurdur. 3) Para, mülk, makine ve doğal kaynaklara sahip olmak. Her şey bununla ilgili; örneğin zenginlerin kendilerini fakirlere dayatmasının, tam tersinin olmasından çok daha kolay olduğunu, çok miktarda petrolü olan bir ülkenin uluslararası jeopolitik ilişkilerde petrolü olmayan bir ülkeden daha fazla ağırlığa sahip olduğu, kapitalist rekabette büyüklerin küçükleri boyunduruk altına alma eğiliminde olduğunu görüyoruz.
4) Komuta ve karar mevkilerini ele geçirmek. Çünkü bu mevkileri ele geçirenlerin, ele geçirmeyenlere kendilerini dayatma şansları çok daha yüksektir. Örneğin patronla işçi arasında serbest bir ücret müzakeresi olmadığını söylememizin nedeni tam da budur. Yöneticiler ve mülk sahipleri, komuta ve karar verme konumunda olduklarından veya hatta şirketin sahibi olduklarından, iş ilişkilerinde neredeyse her zaman işçilerden çok daha geniş bir toplumsal güce sahip olacaklardır. Bu, bürokratikleşmiş bir halk hareketinde, komuta etme ve karar verme konumlarının siyasi oluşumlar ve partiler arasından neden şiddetli çekişmelere neden olduğunu da açıklamaktadır.
5) Sohbetlerde, konuşmalarında vb. argümanlar veya karizma yoluyla diğer insanları inandıran ve kendi taraflarına çeken insanlar olduğunda, etkileme ve ikna etme kapasitesi geliştirmek. 6) Örneğin bir savaşın sonuçlarını belirleyen temel unsurlar olan silahlara ve savaş teknolojilerine sahip olmak. 7) Sadece çatışmalar üzerinde daha iyi bir etkiye sahip olmayı değil, aynı zamanda rakiplerin ve düşmanların adımlarını önceden bilmeyi sağlayan bilgi ve birikime sahip olmak. Toplumsal gücü arttırmanın başka birçok yolundan bahsedilebilir.
Her durumda, toplumsal gücü arttırmak için yatırım yapmanın olası ve meşru yolları hakkında bir dizi “kural” olduğu unutulmamalıdır. Bir bakalım. Karşıt görüşlüler arasındaki fiziksel çatışmalar için, bir spor salonuna gitmek ve bir dövüş sanatı yapmak, bir şirketteki maaş pazarlığı konusundaki iş anlaşmazlıklarından çok daha kabul edilebilirdir, “normal”dir. Şirketler arasındaki rekabetçi çatışmalarda, mülk ve para sahibi olmak – daha fazlasına sahip olmak için yatırım yapmak ve bunu kendini dayatmak için bir mekanizmaya dönüştürmek – halk hareketleri ve devrimci sosyalist örgütler tarafından benimsenen sosyal çatışmalardan çok daha kabul edilebilirdir/normaldir.
Demek istediğim, her çatışma biçiminin, artan toplumsal güce yatırım yapmak için neyin en kabul edilebilir, normal ve olağan olduğuna dair belirli bir dizi kuralı vardır. Bu, başka yolların benimsenemeyeceği anlamına gelmez. Örneğin, silahlar genel olarak sendikal bir seçimin olağan bir parçası değildir, ancak Brezilya’da sendikasına bağlı olarak bunun mümkün olduğunu biliyoruz.
Bu tartışmanın bir diğer önemli yönü ise, toplumsal güçler arasındaki ilişkilerin her zaman belirli bir senaryo – düzenlemeler, kontroller, normlar, kurumlar içeren belirli bir yapı veya düzen – dahilinde gerçekleşiyor olmasıdır. Bu senaryo da güçler arasındaki ilişkilerden meydana gelir, ancak daha kalıcı olan, zaman-mekanda süren ve kurumsallaşan, senaryonun kendisinin kurallara sahip olmasına neden olan ve tam da bu sebeple oyunda güç uygulayan ilişkilerdir. Yapı/düzen lehine çalışan toplumsal güç olmak (bunlar büyütülürler), buna karşı çıkan güç olmaktan (bunlar en aza indirilirler) çok daha kolaydır.
Bu, toplumsal açıdan, halihazırda olan bir şeyi devam ettirmenin neden değiştirmekten daha kolay olduğunu açıklar; düzen yanlısı hareketler, düzene meydan okuyan hareketlerden genellikle daha fazla imkana sahiptir. Örneğin, aynı miktarda insan ve kaynağa sahip iki hareket hayal edelim: biri kapitalizmi savunuyor, diğeri ise anti-kapitalist. Savunduğum şey, böyle bir durumda, aynı kaynaklara/insanlara sahip olsa bile, kapitalist hareketin daha rahat hareket edeceğidir. Çünkü böyle bir senaryoda, kapitalist bir yapı içinde, bu tür ilişkilerin sahip olduğu ataletten yararlanarak hareket edecektir.
Görüleceği üzere, bu sosyal güç kavramı farklı konular hakkında, özellikle de mikro, mezo ve makro-sosyal seviyelerdeki belirli güçler arasındaki çatışmalar hakkında düşünmek için kullanışlıdır. Bahsedilen bu asimetrik güçler korelasyonunun dinamiği insanlar, çeteler, şirketler, ülkeler, partiler, iletişim araçları, sınıflar vb. arasındaki ilişkileri anlamak için kullanılabilir.
Toplumsal gerçekliği farklı toplumsal güçler arasındaki çatışmanın sonucu olarak düşünebiliriz, ki bu çoğu durumda (A gücüne karşı B gücü şeklinde) iki güçle sınırlı değildir. Genellikle gerçekliği farklı şekillerde etkileyen, diğerleriyle yakınlık ve uzaklıkları olan, birbirleriyle ittifak ve işbirliği içinde olan birden fazla güç vardır.
Burada daha önce bahsettiğim daha spesifik iktidar konseptine değinmek istiyorum. İktidar, tam olarak bir ya da birkaç güç diğer(ler)ine üstünlük sağladığında (aştığında, kendini dayattığında) ortaya çıkar. Ve bu noktada toplumsal güç ile iktidar arasındaki fark belirginleşiyor. Bir toplumsal güç haline gelmek, gerçekliğe müdahale etmek / gerçekliği etkilemek, çatışmalarda rol oynamak anlamına gelir; iktidara sahip olmak, kendi toplumsal gücünü diğerlerine üstün gelen, onları aşan, onlara kendini dayatan bir güç haline getirmek anlamına gelir.
Bu anlamda, örneğin, 1990’lardan itibaren yeniden ortaya çıkmalarından bu yana, anarşistlerin ve sendikalistlerin küresel ölçekte toplumsal bir güç oluşturduklarını söyleyebiliriz. Çünkü farklı ülkelerde, ister genel olarak mücadelelerde ve protestolarda, ister sendika, topluluk, öğrenci, tarım hareketlerinde, hatta daha genel anlamda fikirler alanında, gerçeklik üzerinde bir etkiye sahiptirler.
Bu hiçbir şekilde anarşizm, anarko-sendikalizm ve devrimci sendikalizmin iktidar sahibi olduğu anlamına gelmez. Şu anda, genel olarak sol içinde azınlıktaki bir toplumsal güç konumundalar ve toplumun küresel yönelimlerine itiraz eden toplumsal güçleri düşündüğümüzde neredeyse önemsizler. [2]
İktidar talip olan bir anarşizm ihtiyacını desteklediğimizde, bu zorunlu olarak, sadece solda değil, yerel, bölgesel, ulusal ve hatta uluslararası senaryolarda, güçlü aktörler haline gelebilmeleri için anarşizmin ve esas olarak halk katmanlarının gücünü en üst düzeye çıkarmanın yollarını düşünmek ve uygulamaya koymak anlamına gelir.
İktidar, toplumun tüm alanlarında ve düzeylerinde mevcuttur. Düzenlemeler, kontroller, kapsam, standartlar vb. için temel sağlar. Dolayısıyla karar verme ile doğrudan bir ilişkisi vardır.
Şu ana kadar, ister geçmişte ister günümüzde olsun, gerçeklik analizlerini destekleyebilecek bazı teorik yönlere sahibiz. Bu teorik yönler, kesin bir dizi soruya verilen cevaplar aracılığıyla konjonktürün tarihsel yansımalarını ve analizini detaylandırmamızı sağlar. Belirli bir senaryoda (zaman/bölge): Oyuna dahil olan toplumsal güçler nelerdir? Bunlar toplumsal alanı nasıl etkilemektedir? Hangisi/hangileri baskındır? Bu ilişkinin sonuçları nelerdir? Oyundaki güçleri, bunların gerçeklik üzerindeki etkilerini, bu çatışmanın üstünlüklerini ve sonuçlarını haritalamak, toplumun belirli bir senaryosunu anlamak için çok önemlidir.
Hem iktidar ilişkileri hem de toplumda meydana gelen düzenlemeler ve kontroller tahakküm anlamına gelebilir de gelmeyebilir de. Bu da benim ve diğer spesifistlerin savunduğu üzere, iktidar ve tahakkümün de düzenleme/kontrol ve tahakkümün de eşanlamlı olmadığı anlamına gelir. Başka bir deyişle, bir iktidar ilişkisi tahakküm ilişkisi olabilir ama olmayabilir de. Bir dizi düzenleme ve kontrol mekanizması tahakküm edici olabilir ama olmayabilir de.
Bu açıklamayı mümkün kılan ise bir başka yardımcı kavram ya da alt kavram “katılım”dır. Geniş anlamda katılım, kolektif kararlarda yer alma ya da bu kararlara katkıda bulunma eylemidir; toplumsal güçlerin oluşumu, çatışmalar/anlaşmazlıklar ve iktidar ilişkilerinin kurulmasında ele alınan tüm süreçle ilgilidir. İktidar ilişkileri ile düzenleme ve kontrol mekanizmaları, az ya da çok katılım içermelerine göre analiz edilebilir ve değerlendirilebilir.
Böylece iktidar, düzenleme ve kontrol tahakküme dayalı (ve dolayısıyla daha az katılımlı) veya özyönetime dayalı (ve dolayısıyla daha fazla katılımlı) olabilir. Dolayısıyla iktidar, bu iki uç arasında gidip gelen bir ilişki olarak düşünülebilir: tahakküm ve özyönetim.
Tahakküm hiyerarşik bir toplumsal ilişkidir, herkesi ilgilendiren şeylere bir ya da birkaç kişi karar verir; bu sömürü, zorlama, yabancılaşma vb. ilişkileri içeren eşitsizlikleri açıklar. Tahakküm toplumsal sınıfları açıklar, ancak sınıfsal tahakkümünün yanı sıra başka tahakküm biçimleri de vardır. Özyönetim tahakkümün antitezidir; insanların kendilerini etkileyen planlama ve kararlara kişisel ve kolektif olarak katıldıkları hiyerarşik olmayan (eşitlikçi) bir toplumsal ilişkidir. Özyönetim, sınıfsız bir toplum projesine ve diğer tahakküm biçimlerine vurgu yapar.
Buradan bazı kavramlar ortaya çıkmaktadır. Birincisi, tahakkümün de özyönetim gibi bir iktidar biçimi olduğudur. Tarihsel olarak, makro-toplumsal düzeyde kurulan iktidar ilişkilerinin büyük çoğunluğunun tahakküm ilişkileri (dolayısıyla tahakküme dayalı iktidar) olduğunu söyleyebiliriz. Ancak buna paralel olarak orta ve makro toplumsal düzeylerde sayısız başka iktidar ilişkisinin de özyönetim ilişkileri (dolayısıyla özyönetime dayalı iktidar) olduğunu söylemek mümkündür. Bunu hem hareketlerde ve mücadelelerde hem de isyancı ve devrimci deneyimlerin belirli anlarında fark ediyoruz.
Spesifistler “halk iktidarı inşa etmek” gerektiğini söylediklerinde, savunulan şey toplumsal bir devrimi teşvik edebilecek ve bununla birlikte egemen sınıflara ve genel olarak tahakkümün önemli temsilcilerine karşı bir iktidar ilişkisi kurabilecek halka dayalı bir toplumsal gücün inşasından başka bir şey değildir. Açıkçası, burada herhangi bir iktidarın inşası değil, tahakküm ilişkilerine karşı doğrudan mücadele anlamına gelen ve sınıfların ve diğer tahakküm biçimlerinin olmadığı bir topluma işaret eden, özyönetime dayalı bir iktidar söz konusudur. Dolayısıyla bizim halk iktidarı anlayışımız, özyönetime dayalı bir iktidar anlayışıdır.
Anarşist örgütün rolü de tam olarak bu doğrultudadır. Amacı, ilk olarak, işçilerin kendini gerçekleştirme kapasitesinin toplumsal bir güce dönüştürülmesine katkıda bulunmaktır. İkinci olarak, bu işçilerin toplumsal gücünün kalıcı olarak artması için işbirliği yapmaktır. Üçüncü olarak, işçiler ve onların hareketleri arasında var olan sağcı, kapitalist, reformist ve otoriter pozisyonlara karşı sol, sosyalist, devrimci ve özgürlükçü/anti-otoriter pozisyonları güçlendirmektir. Dördüncü olarak, devrimci bir toplumsal dönüşüm sürecine işaret eden, eşitlikçi ve özgürlükçü düzenleme ve kontrol kurumları oluşturan ve bu projenin bölgesel, ulusal ve uluslararası anlamda genişlemesine olanak tanıyan özyönetime dayalı iktidar ilişkilerinin inşasını teşvik etmektir.
Daha pratik bir not olarak, spesifizm içindeki iktidar ve tahakküm tanımı, bir ‘ezilen sınıflar cephesi’ inşa etme stratejisini teorik olarak anlamak için kullanılmıştır. Bazı yoldaşlarımızın, bu stratejinin işçi sınıfının öncü rolünün ve sosyalist devrim sırasında üretimle olan benzersiz ilişkisinin terk edilmesine yol açtığına dair endişeleri var. Ayrıca sosyalist dönüşümün ‘iradeci’ bir analizine yol açabileceğinden de endişe duyuyoruz. Yani, sınıfın toplumsal devrimde nasıl bir rol oynayacağını anlamada üretim araçlarıyla ilişkiden ziyade tahakküm ilişkisine öncelik veriyor gibi görünüyor ve bu nedenle potansiyel olarak üretim üzerinde siyasi çatışmadan ziyade bilinç yükseltmeye öncelik veriyor. Bu kaygılara yanıt verebileceğinizi umuyorum – bunlar sizin konumunuzla ilgili doğru değerlendirmeler mi?
Genel olarak üzerinde çalıştığımız toplumsal sınıf kavramının Bakunin ve Malatesta gibi farklı klasik anarşistler tarafından sürdürülen kavrama çok yakın olduğunu vurgulayarak başlamak istiyorum. Buradaki sorun, bana yine, anarşizme teorik kavramların (bu durumda Marksizm’den) ithal edilmesinden kaynaklanıyor gibi geliyor; bu da kendi katkılarımızı görmemizi ve bunlardan yararlanmamızı engelliyor.
Sözünü ettiklerim ve diğer anarşistlerin toplumsal sınıflar hakkındaki bu tartışma üzerine önemli düşünceleri bulunmaktadır. Öncelikle, Bakunin, Malatesta ve diğerleri için toplumsal sınıf hiçbir zaman yalnızca ekonomik bir kavram olmamıştır. Kuşkusuz sınıflar, üretim ve dağıtım araçlarının mülkiyeti ve bunun sonucunda ortaya çıkan ekonomik ayrıcalıklar gibi ekonomik bir düzenin unsurlarını (nadiren değil, çoğunlukla) kapsar. Bu anlamda bir ekonomik iktidardan bahsedilebilir.
Ancak sınıflar, yönetim ve baskı araçlarının mülkiyeti ve bunun sonucunda ortaya çıkan siyasi ayrıcalıklar gibi siyasi düzenin diğer unsurlarını da kapsar. Bu anlamda siyasi bir iktidardan bahsedilebilir. Son olarak, sınıflar hala iletişim ve öğretim araçlarının mülkiyeti ve bunun sonucunda ortaya çıkan entelektüel ayrıcalıklar gibi entelektüel/ahlaki unsurları kapsar. Bu anlamda entelektüel bir iktidardan bahsedilebilir.
Kapitalist-devletçi sistemde – ve dolayısıyla çağdaş toplumda – bir dizi egemen sınıf ve bir dizi ezilen sınıf olduğunu söylemek mümkündür. Ekonomik olarak, proleterlere (en dar anlamda ücretli işçilere) ve köylülere boyun eğdiren mülk sahiplerinden (burjuva ve toprak sahipleri) bahsedebiliriz. Siyasi olarak, yönetilenlerin büyük bir bölümünü itaat altına alan bir bürokrasiden (valiler, yargıçlar, polis) söz edebiliriz. Entelektüel olarak, toplumun genelindeki fikir üretimi üzerinde çok az etkisi olan ya da hiç etkisi olmayanları boyun eğdiren dini, iletişimsel ve eğitimsel otoritelerden bahsedebiliriz.
Dolayısıyla, toplumumuzda sosyal sınıflardan bahsederken şu üç geniş sosyal çatışmayı tanımlayabiliriz: mülk sahiplerine karşı proleterler ve köylüler (ekonomik); bürokratlara karşı yönetilenler (siyasi); dini/iletişim/eğitim otoriteleri X makro-sosyal fikirlerin üretiminde çok az etkisi olan ya da hiç etkisi olmayan insanlar (entelektüel).
Bu çatışmaların her zaman sistemsel terimlerle ifade edildiğine dikkat etmek önemli. Dolayısıyla, üç alan veya düzlem (ekonomik, siyasi ve entelektüel) ve bunlarla ilgili yukarıda bahsedilen üç çatışma arasındaki bu ayrım sadece analitiktir. Çünkü gerçekte bu üç parça, bir sistem olarak işleyen yapısal bir bütünü oluşturmaktadır. Bu üç çatışmanın eklemlenmesi tam da daha önce bahsettiğim şeye işaret ediyor. Sadece burjuvazi ve proletarya yoktur; çatışma halinde olan sadece iki sınıf yoktur.
Belirtildiği gibi, bir dizi egemen sınıf ve bir dizi ezilen sınıf vardır. Toplumumuzda tahakküm uygulayan şu sınıflar kümesine sahibiz: mülk sahipleri + bürokrasi + dini/iletişimsel/eğitimsel otoriteler (burada tabii ki büyük din, iletişim ve eğitim şirketlerinden, yani aslında çağdaş toplumda fikir üretimini yönlendirenlerden bahsettiğimin altını çiziyorum). Aynı anda üretim ve dağıtım, yönetim ve baskı, iletişim ve öğretim araçlarına sahip olan ve aynı zamanda ekonomik, siyasi ve entelektüel ayrıcalıklara sahip olan bir grup.
Toplumumuzda tahakkümden zarar gören, proleterler + köylüler (ve geleneksel halklar) + marjinalize edilmişlerden oluşan, birlikte ve eşzamanlı olarak ekonomik sömürünün, politik-bürokratik tahakkümün, fiziksel baskının ve entelektüel yabancılaşmanın kurbanı olan başka bir sınıf kümemiz vardır. Ayrıca bu iki geniş sınıf kümesi arasında daha az ilgili bir ara kesim de bulunmaktadır.
Dolayısıyla, sınıf mücadelesinden bahsederken, bunun iki farklı şekilde kendini gösterebileceğini (ve gösterdiğini) anlamak gerekir. Bunlardan biri, örneğin bir şirketteki ücretli işçilerin özel olarak belirli bir patronla karşı karşıya gelmesi durumudur. Diğeri ise daha geneldir ve yukarıda bahsedilen her iki kümeyi de içerir: egemen sınıflar ve ezilen sınıflar.
Eğer siz ve diğer çalışma arkadaşlarınız ilgileniyorsanız, bu teorik varsayımları kullanarak günümüz Brezilya’sındaki toplumsal sınıfları değerlendiren bir çalışmayı paylaşabiliriz. Oldukça eksiksiz ve çok ilginç.
Bu toplumsal sınıf anlayışı, bizim konumumuz ile normalde Marksizm alanıyla bağlantılı olanlar arasındaki farkları belirginleştiren sonuçlara sahiptir. Özellikle bürokrasiyi egemen bir sınıf ve dolayısıyla işçilerin burjuvalar ya da toprak sahipleri kadar sınıf düşmanı olarak gördüğümüzde; aynı şey büyük dini liderler, büyük medya ve eğitim holdinglerinin sahipleri için de geçerlidir – bunların hepsi işçilerin sınıf düşmanıdır ve sosyalizmin mümkün olabilmesi için bunlarla aynı şekilde mücadele edilmelidir.
Bu sosyalizm aynı zamanda bu üç alanı da kapsar: ekonomiyle sınırlı olmayan bütüncül bir sosyalizm istiyoruz. Üretim ve dağıtım araçlarının (ekonomik gücün) toplumsallaştırılmasının yanı sıra, yönetim ve baskı araçlarının (siyasi gücün) ve iletişim ve eğitim araçlarının (entelektüel gücün) mülkiyetinin de toplumsallaştırılmasını savunuyoruz. Kapitalizmin, devletin ve toplumsal sınıfların sona ermesinden anladığımız şey budur. Yani, toplumsal iktidarın tamamen toplumsallaşması.
“Ezilen sınıflar cephesi” önerisi hakkında şunu söyleyebilirim ki, bizim anlayışımıza göre bu sadece, sayısız klasik anarşist için genellikle ifade ettiği gibi, “aşağıdan” herkesin – hem şehirdekilerin hem de kırsaldakilerin, hem sanayide hem de hizmet sektöründe çalışan ücretli işçilerin, güvencesizlerin, serbest meslek sahiplerinin, prekaryanın ve köylülerin – bizim önerdiğimiz gibi geniş bir devrimci dönüşüm projesi tasarlamak bağlamında önemsenmesi gerektiği anlamına gelmektedir.
Bu açıdan, Marksizm’in ve hatta anarşizmin bazı tarihsel kesimleriyle başka ayrılıklar da tespit etmek mümkündür. Bu kesimler arasında yaygın olarak kapitalizm ekonomik bir üretim tarzı olarak kavranmakta ve temelinin kentsel ve endüstriyel olduğu kabul edilmektedir. Ekonominin kapitalist toplumda merkezi bir alan/mekân olduğuna, kentlerin ve endüstrilerin kapitalizmde çok önemli bir rol oynadığına şüphe yok. Ancak kapitalizm tarihsel olarak bir ekonomik form olmaktan çok daha fazlasıdır. Daha önce de belirttiğim gibi, ekonominin yanı sıra devleti ve kapitalist toplumsal ilişkileri meşrulaştırmak için temel olan fikirleri de içeren bir sistemdir.
Dolayısıyla, kent ve sanayi işçilerinin mücadelenin ve toplumsal devrimin temel unsurları olduğuna şüphe yoktur. Şimdi, “işçi sınıfının öncü rolü ve sosyalist devrim sırasında üretimle olan benzersiz ilişkisi” kabul edildiğinde, bunun farklı yorumlama olasılıkları bulunmaktadır. “İşçi sınıfı” yalnızca kent ve sanayi proletaryası anlamına gelebilir – ve elbette bu pozisyon bize ait değildir -, ama aynı zamanda bizim de zaman zaman kullandığımız ve yukarıda bahsedilen tüm konuları kapsayan geniş anlamda işçi sınıfı anlamına da gelebilir.
Üretimde doğrudan yer alan kesimlerin herhangi bir devrimci projede yer alması gerektiği doğruysa, bu konu küresel bir perspektifte tartışıldığında, hatta Latin Amerika’daki gerçekliğimiz düşünüldüğünde, kırsal proletaryayı, köylüleri, kayıt dışı çalışanları ve hatta marjinalleştirilmişleri kapsamayan bir anarşist devrimci proje düşünülemez.
Bence bu noktada kullandığımız terimleri biraz daha detaylandırmak gerekiyor, çünkü aynı şeyden bahsediyor da olabiliriz, büyük farklılıklar da olabilir.
Bu da bizi soruda değinilen bir başka noktaya, analitik iradecilik konusuna getiriyor. Görüldüğü üzere bizim pozisyonumuz ne iradeci ne de yapısalcıdır. Yapıların toplumumuzda temel bir rol oynadığını, toplumsal gerçekliğin önemli bir parçasını oluşturduklarını anlıyoruz. Ancak aynı zamanda iradenin, yani insan eyleminin de önemli bir rolü bulunmaktadır. Kaba bir yaklaşım olsa da, toplumsal gerçekliğin %70-80 oranında yapısal koşullarla, %30-20 oranında ise iradi insan eylemleri tarafından belirlendiğini düşünmeyi tercih ediyorum.
Bana öyle geliyor ki bu pozisyon, yapı ve eylemi uzlaştırmaya çalışan, birincisine ikincisinden daha fazla ağırlık veren, ancak aynı zamanda deterministik yapısalcılık ve iradecilikten kaçan çoğu çağdaş toplumsal teoriyle (Sosyal Bilimler veya Tarih alanlarından) uyumludur.
20. yüzyıl, Marksizmin belli bir kesiminin argümanlarının yanlış olduğunu ve önemli bir grup tarihsel anarşistin pozisyonunun gerçekten de en doğrusu olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Bu dönemde, dünyadaki farklı ekonomik ve sosyal gerçeklikleri gözlemlerken, ileri kapitalizmin yapısının kendi başına ve otomatik olarak devrimci özneler ve süreçler üretmek için yeterli olmadığını gördük.
Devrimlerin gerçekleştiği ve gerçekleşmediği ülkelere baktığımızda bile, üretici güçlerin gelişiminin, bu tür devrimlerin gerçekleştiği “geri kalmış” olarak adlandırılan ülkelerden daha radikal ya da daha büyük potansiyele sahip devrimci koşullar yaratmadığını görebiliyoruz. Aynı zamanda, devrimlerin ancak kapitalizmin ileri bir gelişiminden sonra gerçekleşebileceği bir “aşamacılığın” geçerli olmadığını da tespit ediyoruz.
Bununla birlikte, çoğu “reel sosyalizm” olarak bilinen şeyi inşa etmekle sonuçlanan bu devrimlerin, bırakın siyasi ya da entelektüel gücü, ekonomik gücü bile toplumsallaştırmadığı ya da istikrarlı bir toplumsallaşma başlatmadığı unutulmamalıdır. İşçilerin kurtuluşuna yaklaşmadılar, hatta bu yönde adım bile atmadılar. Bu nedenle, başarılı devrimci modelleri olarak alınamazlar.
Bir sınıfın bir fraksiyonunun, bir grubun ya da bir bireyin toplum yapısı içindeki konumu onu az ya da çok devrimci yapmaya yetmez. Bunun için, yapısal belirleyicilerle birlikte ihtiyacımız olan bu yeni devrimci özneyi üretecek olan hareket ve bilinç (sınıf hareketi, sınıf bilinci) esastır. Savunduğumuz özyönetimli sosyalizme doğru bir geçiş için, eşitsiz bir yapının parçası olmak yeterli değildir. Bu yapının adaletsiz olarak algılanması, değişimin mümkün olduğuna inanılması gerekir. Eylemlerin belirli bir yönde ilerlemesi esastır – tutarlı bir projeye ihtiyacımız bulunmaktadır. İşçiler mücadelelere katılmadan ve bilinçlenmeden devrimci özneler haline gelmezler.
Son olarak, “üretim araçlarıyla ilişkiden ziyade tahakküm ilişkisine” öncelik vermediğimi vurgulamak isterim. Belirttiğim gibi, tahakküm ilişkileri, benim anladığım şekliyle, üretim araçlarıyla (Marksist anlamda) ilişkileri içerir, kapsar; bu anlamda sömürü, bahsettiğim diğer tahakküm biçimleri gibi (politik-bürokratik tahakküm, fiziksel baskı ve kültürel yabancılaşma) bir tahakküm biçimidir. Ancak sınıfsal tahakkümden bahsederken ekonomik araçlarla sınırlamadığımı değil, aynı zamanda siyasi ve entelektüel araçlardan da bahsettiğimi hatırlamakta fayda var.
Bu pozisyonun sınıf tahakkümünü ulusal tahakküm (sömürgecilik/emperyalizm), etnik-ırksal tahakküm (ırkçılık) ve toplumsal cinsiyet tahakkümü (patriyarka) gibi diğer tahakküm biçimleriyle karıştırmadığını da belirtmeliyim. Tahakkümün pek çok biçimi vardır; sınıf tahakkümü bunlardan biridir – kapitalist toplumda çok önemlidir kuşkusuz – ve yukarıda bahsedilen tüm diğer biçimlerle ilişkilidir. Böyle bir ilişki, kapitalist toplumu çeşitli tahakküm ilişkileri bağlamında açıklamayı mümkün kılar.
Ayrıca, spesifizm stratejisinde, “bilinç yükseltmenin üretim süreci içinde siyasi çatışmaya önceliği” yoktur. Stratejimiz her zaman, daha önce de belirttiğim gibi tarihsel açıdan devrimci sendikalizme çok yakın olan belirli bir program temelinde halk hareketlerini inşa etmeye ve güçlendirmeye odaklanmıştır. Bizler eğitimci değiliz ve propagandaya öncelik verilmesini savunmuyoruz. Odak noktamız düzenli ve günlük çalışma, programımıza dayalı sendika, topluluk, tarım, öğrenci, kadın, LGBT, siyah, yerli vb. mücadelelerinin inşasıdır. Endüstriyel ve kentsel çalışma alanlarındaki mücadele stratejimize dahildir, ancak bunun ötesine geçmektedir. Sadece Brezilya’nın ekonomik ve sosyal durumu nedeniyle değil, küresel bir perspektiften bakıldığında da böyle.
Mart, 2022
[1] Ne yazık ki, bu çağdaş yazarların İngilizce yazıları çok az.
[2] Bunlar, 1990-2019 yılları arasında anarşizm, anarko-sendikalizm ve devrimci sendikalizmin küresel dirilişi üzerine iki yıl boyunca yürüttüğüm araştırmanın sonuçlarından bazıları. Bu araştırmanın sonuçları Marcel Van der Linden tarafından düzenlenen Cambridge Sosyalizm Tarihi: i̇ki̇ ci̇ltte küresel tari̇h (Cambridge, 2022) kitabının, “Anarşizm ve Sendikalizmin Küresel Canlanışı (1990-2019)” bölümünde ve “Çağdaş Anarşizm Dosyası: Tüm dünyada anarşizm ve sendikalizm (1990-2019)” makalesinde bulunabilir: https://ithanarquista.wordpress.com/contemporary-anarchism/.
Kaynak: Elements of Anarchist Theory and Strategy: an Interview with Felipe Corrêa
Çeviri: Yeryüzü Postası
Anarşist Komünist Örgütlenme ile ilgili diğer yazılar:
Bir yanıt yazın