Marksizm, Prefigüratif Komünizm ve İşçi Denetimi Sorunu – Carl Boggs

Carl Boggs tarafından kaleme alınan bu makale, Radical America dergisinin Kasım 1977 tarihli 11. cildinin 6. sayısında, “Marxism, prefigurative communism, and the problem of workers’ control” başlığıyla yayımlanmıştır.

Bu makalenin Türkçe çevirisi ise ilk olarak Kara Kızıl Notlar dergisinin Ekim 2006 tarihli 7. sayısında yer aldı. Zaman içerisinde dünyadaki prefigüratif siyaset literatürünün temel taşlarından biri haline gelen bu makalede ciddi değişiklikler yapmak elzem oldu. Özgün metne sadık kalarak, sonradan tespit ettiğimiz bazı eksiklikleri gidermek amacıyla bu çeviriyi gözden geçirdik ve düzelttik.

Çeviride özgün metnin anlamını daha doğru ve eksiksiz yansıtacak, dilbilgisi ve ifade açısından daha akıcı ve anlaşılır bir dil sunmayı hedefleyerek önemli değişiklikler yapmış olduk. Bunu yaparken özellikle kullanılan kavramların güncel tartışmalarda yer aldığı şekliyle aktarılmasına özen göstermeye çalıştık. Yapılan en önemli değişikliklerden biri ilk çeviride “oluşturucu” olarak tercüme edilmiş olan “prefigurative” tabirinin “prefigüratif” olarak düzeltilmesi oldu. Bunun yanı sıra daha öncesinde metnin başlığında ve gövdesinde yer yer “işçi yönetimi” yer yer ise “işçi denetimi” olarak çevrilmiş olan “workers’ control” ifadesini, homojenlik sağlamak adına ikinci tercihe sadık kalarak yeniden düzenledik. Bu ikisi dışında metinde kullanılan kavramlarda ciddi bir değişikliğe gidilmedi.

Bu metnin güncel literatür açısından önemi ve henüz Türkiye’de prefigüratif siyaset üzerine yazılan temel kaynakların eksikliğini – ve elbette kendi yeteneklerimizin sınırları – göz önünde bulundurarak özellikle bu tercihi detaylıca açıklamak isteriz.

İngilizce’deki bu tabir ve ilgili türevleri (bkz. to prefigure, prefiguration), siyaset bilimci Uri Gordon’a (2018, p. 524) göre “Irenaeus’un Against Heresies adlı eserinin Latince çevirisine dayanmaktadır.” Bu çeviride, “prefiguring” fiil çekimi “præfigurans”; “prefiguration” ismi ise “praefiguratio” olarak yer almaktadır. Yani kelimenin bilinen en eski kullanımlarının izi Hristiyan teolojisi içerisindeki çeşitli bağlamlarda sürülebilir. Bu kullanımlar çok kısa ve genel bir açıklamayla şöyle özetlenebilir: geçmişte veya şu anda yaşanan bazı olaylar (veya kişiler) bu tarihten sonraki bir zamanda gerçekleşmesi beklenen olayların (veya kişilerin) habercisi, işaretçisidir; yani, bunlar gelecekteki bir figürün veya figürasyonun ön habercisi, pre-figürasyonu, olarak görülebilir. Örneğin, Mesih’in dönüşünü “müjdeleyen” çeşitli kişiler ve olayların varlığı bu bağlamda bazı prefigürasyonlar olarak değerlendirilir. İngilizce kelimenin (prefigurative veya prefiguration) sözlük anlamında da bu kökün izler taşıdığını görmek mümkündür.

Diğer taraftan, Boggs’un “prefigüratif siyaset” kavramsallaştırmasının bu kullanımlardan bağımsız olarak geliştiği düşünülmektedir. Uri Gordon ile yaptığı özel görüşmede Boggs kelimenin bu bağlamda kullanımından haberdar olmadığını belirtmiş; prefigüratif siyaset kavramsallaştırmasını tartıştığı zamanlarda Bookchin ve Gramsci tarafından etkilenmiş olduğunu ve bu kavramın kullanımına kendi başına ulaştığını ifade etmiştir (2018, p. 527). Benjamin Franks (2018) de prefigüratif siyaset ile ifade edilen siyasi formların ve geleneklerin bu teolojik kaynakları hiçbir zaman kılavuz olarak kullanmadıklarını, dolayısıyla kavramın bundan bağımsız olarak düşünülmesi gerektiğini ifade etmektedir. Dolayısıyla, literatür (prefigüratif, prefigüre etmek gibi) ilişkili terimlerin Avrupa ve ABD’deki 1968 hareketini var eden çevrelerce kullanılmakta olduğunu gösterse de “prefigüratif” teriminin sözlük anlamı ile “prefigüratif siyaset” kavramsallaştırması arasında bir ayrıma gidilmelidir.

Kavramın İngilizce’den Türkçe’ye ilk tercümesi ise tespit edebildiğimiz kadarıyla, 1984 yılında İletişim Yayınları’ndan çıkan ve Sheila Rowbotham, Lynne Segal & Hilary Wainwright’ın ortaklaşa yazdığı “Feminizm, Sosyalizm ve Eylemde Birlik” kitabının çevirisinde yer almaktadır. Söz konusu metnin çevirmeni Emel Çetin Özgül iki farklı tercih kullanmıştı: “prefigurative political forms” ifadesini “geleceğin nüvelerini içeren siyasi biçimler” olarak; “prefigurative politics” ifadesini ise “prefigüratif siyaset” olarak çevirdi. Daha yakın tarihli bazı yazılarda ise benzer bir şekilde bu ikinci ifadeye sadık kalındı. Boggs’un kavramsallaştırmasının sözlük anlamından ayrılan niteliği, kavramın yayınlanmış çevirisi, çağdaş kullanımları ve kullanım kolaylığı göz önünde bulundurarak biz de “prefigüratif” ifadesine sadık kalmayı tercih ettik. Umarız sürç-i lisan etmemişizdir.

Nehir Kayıkçı / Yeryüzü Postası


Marksist geleneğin bariz bir kusuru, demokratik ve otoriter olmayan bir devrimci sürecin temeli olabilecek bir devlet ve siyasal eylem teorisi üretememiş olmasıdır. Devrimci hedeflere ulaşmak için en çok kullanılan iki strateji – Leninizm ve yapısal reformizm – bürokratik hiyerarşiye, merkezi devletin gücüne ve burjuva toplumunun karakteristiği olan toplumsal iş bölümüne gerçek bir alternatif sunamamıştır. Leninizm geleneksel yapıları devirecek bir mekanizma yaratmış olsa da sosyalizme ilerleyişi frenleyen bir bürokratik merkeziyetçiliği parti-devleti içerisinde yeniden kurdu. Geleneksel Sosyal Demokrasi ile gelişmiş kapitalist ülkelerdeki Komünist Partiler tarafından temsil edilen yapısal reformizm ise işçi sınıfı siyasetinin burjuva seçim, yargı ve yönetim yapıları içerisinde kurumsallaşmasına yol açtı. Her iki strateji de devlet otoritesi, “verimlilik” ve disiplin takıntıları yüzünden fiili olarak modern bürokratik kapitalizmin büyümesini perçinlenmiş oldu.

Yerleşik tahakküm modellerinin yerini alacak sosyalist biçimlerin etraflı bir kavrayışına sahip olmadıkları ve bürokratik devletin en baskıcı özelliklerini kopyaladıkları ve hatta genişlettikleri için aslında asla burjuva siyasetin sınırlarının dışına çıkmayı başaramadılar. Bu yüzden ABD’de yeni solun çözülüşü karşısında verilen stratejik cevapların başında gelen “Marksizm-Leninizm” ve Sosyal Demokrasi aslında aynı madalyonun iki yüzüdür. İdeolojik zıtlıklarına rağmen pek çok benzer teorik (ve hatta programatik) varsayıma dayanırlar.

Bunu “Stalinizm” veya “revizyonizm” gibi geçici sapmalara mal etmek kolay olurdu, fakat sorunun kökleri daha derindedir. Bunun kaynağı Marksizm’in geçiş sürecini detaylıca açıklamadaki başarısızlığıdır. Unutmamalıyız ki Marx komünizmin dünya çapında organik olarak ve oldukça hızlı bir şekilde ortaya çıkacağını düşünmüştü. Doğacak olan sosyalist düzene ne gibi biçimlerin, yöntemlerin ve liderlik tiplerinin şekil vereceğine dair ipuçlarını Marx’ta bulmak zordur; kendi eserlerinden çıkarılabilecek stratejik yönelimler belirsiz ve genelde tutarsızdır.[1] Bazen sosyalist dönüşümün feodalizmden kapitalizme geçişe benzeyeceğini, sivil toplumdaki değişimlerin siyasal iktidarın el değiştirmesinin zorunlu olarak öncülü ve işaretçisi olacağını ima eder gibidir. Fakat bu süreci kavramsallaştırmamış veya strateji sorunuyla uğraşmamıştır.

Marx’ın ölümüyle Birinci Dünya Savaşı arasındaki yıllarda Avrupa Marksizm’inde hâkim olan sığ indirgemecilik de bu görevi açıklığa kavuşturmak açısından pek de yararlı olamadı. Kapitalist gelişimin mekanizmalarına yaslanan varsayımlar bilinçli bir dönüşüm şemasına duyulan ihtiyacı baltaladı; “kriz”, yıkılış, çöküş gibi kaderci kavramlar Marksizm’i ilerlemeye dair epey naif bir inanç beslemeye sevk etti. Kapitalizmin kendi çelişkilerinden dolayı (kar oranlarının düşme yasası, aşırı üretim krizleri, zenginliğin bir yerde toplanması, proletaryanın yoksullaşması vb.) yok olması beklendiğinden dönüşüm süreci asla bir sorunsal olarak görülmedi. Siyasal strateji ve öznel müdahale meselelerini görmezden gelen bu otomatik mekanizmalarda olduğu gibi, böylece sosyalist devrimin amaçları ve yöntemlerinin kapitalizmin kendi mantığı tarafından belirlendiği varsayılmış oldu. Sosyalizme doğru giden bu tarihsel ilerleme yolunda engel teşkil eden konular – bürokratik tahakküm, toplumsal iş bölümü, kitlesel sosyalist bilincin eksikliği – basitçe eskimiş bir üretim sisteminin yansımaları olarak değerlendirildi. Bu engellerle doğrudan hesaplaşma ya da geçişin aktüel karakterini ayrıntılandırmaya yönelik çabalar ütopyacı spekülasyon çabaları olarak hafife alındı.

Leninizm bu stratejik felci aştı, fakat onun “çözümü” Marksizm’in özgürleşimci ve demokratik yanını daha da bastıran, otoriter ve iktidar-merkezli bir modeldi. Geçtiğimiz yüzyılda, devletçi Marksizm’e karşı en çetin mücadele prefigüratif gelenek olarak adlandırılabilecek; 19. yüzyıl anarşistleri ile başlayan ve sendikalistler, konsey komünistleri ve yeni sola kadar uzanan bu gelenek tarafından verildi. “Prefigüratif” ile kastettiğim, bir hareketin, nihai olarak ulaşmayı hedeflediği toplumsal ilişki, karar alma kültürü ve insani deneyim formlarını halihazırda ortaya koymakta olduğu siyasi pratikler içerisinde somutlaştırarak hayata geçirmesidir. Bunun, esas olarak Marksizm dışında gelişmiş olmasının yanı sıra, Marksizm’de genelde eksik olan bürokratik tahakkümün bir eleştirisini ve devrimci bir demokrasi vizyonunu üretti. Ama yine de burjuva devlet ya da örgütlü Marksist partiler tarafından yok edilmediği yerlerde kendiliğindenciliğine av oldu veya yerleşik sendika, parti ve devlet kurumları tarafından yutuldu. Bu tarihsel sınırlılıklar, Leninizm’in ve Sosyal Demokrasinin güçlü bir eleştirisiyle birlikte bugün yeniden dikkat çekmekte olan prefigüratif radikalizmin mirasıdır.

1. Sosyalizm mi, Devletçilik mi? Sorunu Tanımlamak

Geleneksel Sosyal Demokrasinin sönümlenmesi Rus Devrimi ve Bolşevik devletin yerleşikleşmesiyle hızlandırılmış oldu. Leninizm oldum olası “kendiliğindenlik” tehlikesini vurguluyor ve İkinci Enternasyonal’in “açık” partilerinin hareketsizliğini gidermek için merkezileşmiş ve disiplinli bir örgüte duyulan ihtiyacın altını çiziyordu. Bolşevik parti, (genelde gereğinden fazla abartılmış bir mesele olan) yeraltı mücadelesinden ziyade bir “azınlık devrimini” uygulamaya koymak için tasarlanmıştı. Bu stratejiyi iki koşul şekillendirdi: Endüstri öncesi bir toplumda devasa bir köylü sınıfıyla beraber yaşayan ufak bir proletarya ve derin bir meşruiyet krizine girmiş güçsüz bir devlet. Lenin için her şey iktidar mücadelesinin ivediliğine bağlıydı. Lukacs’ın da dediği gibi Lenin’in temel başarısı kapitalist gelişimin “yasalarına” meydan okumak ve Marksizm’in içerisine siyasal iradeyi aşılamaktı: Realpolitik’e dayanan bir strateji yoluyla [ç.n.: Realpolitik (Almanca: real (“gerçekçi”, “pratik” veya “güncel”) ve Politik (“politika”) idealist değil, sıkıca pratik nosyonlar üzerinde temellenmiş ve hiçbir duygusal yanılsama olmaksızın uygulanan bir siyaset tarzı demektir.].[2] Leninizm için, Lenin’in Devlet ve Devrim’de çizdiği ve muğlak bir şekilde anarşizan olan kitlesel katılım vizyonundan ziyade parti-devleti çok daha merkezdeydi. Bolşevikler iktidarı korkunç bir kriz esnasında ele geçirdikleri ve şehirlerin ötesinde sürdürülebilir bir toplumsal desteğe sahip olmadıkları için onların stratejisi siyasal iktidarın ele geçirilişinden önce sivil toplumun dönüşümünü içermiyordu. Kısa vadeli iktidar amaçlarına ulaştılar, fakat izole edilmeleri ve karşılaştıkları muhalefet sosyalist amaçlarını gerçekleştirilemez kıldı. Bu koşullar altında devrimci bir rejimi korumak parti-devleti tahkim etmek; bunun da ötesinde böyle bir toplumu dönüştürme projesi devasa miktarda denetim, manipülasyon ve baskı gerektiriyordu.

Rusya’da Leninist iktidar tekelinin iki temel sonucu oldu: Parti tarafında “temsil” edilen kitleleri güdümlenmiş nesnelere dönüştürdü ve bürokratik yöntemler ve teknikler üstüne zihinsel bir uğraşı üretti. Lenin’in bütün yaklaşımı adeta bir teknisyen gibi siyasal mücadelenin örgütsel araçlarını vurgularken amaçların kendisini önemsizleştiriyordu.[3] Değerlerin baskı altında tutulması “sosyalist inşanın” ilerlemesi için kapitalist yöntemlerin kullanımına izin veriyordu: Hiyerarşik yapılar, Taylorizm, otoriter-itaatkâr kişilikler, yabancılaşmış emek. Aşağıdan gelen tüm kıpırtılar “ütopyacı”, “aşırı solcu” veya “anarşist” diye kötülenerek bir kenara itildi. Bolşeviklerin komünizme geçişin ekonomik-teknik temellerini atmak için kullandıkları araçların tam da kendileri kaçınılmaz bir şekilde bu amaçları harap etti ve bürokratik kapitalizmin büyümesinin önünü açmış oldu.

Lenin, demokratik katılım için feryat eden solcuların “küçük burjuva yanılsamaları”yla dalga geçerek işçi iktidarını Bolşevik yönetim gerçeğiyle eşitledi. Rejim, 1921’de devrimde yaşamsal bir rol oynamış olan halka ait ve özerk kurumları – sovyetler, sendikalar, fabrika komiteleri – çoktan yok etmiş ya da “emniyet kemerleri”ne dönüştürmüştü. Lenin, ölümünden önce bürokratik cereyandan irkilmişti fakat Bolşevik gelenek alternatif bir strateji öneremiyordu. Lenin’deki tek geçiş kavramı zaten pratikte izlenmekte olandı: partinin önceliğiyle birleşince merkeziliği doğuran uyum sağlayıcı, esnek taktikler.

“Proletarya diktatörlüğüne” göndermeler yapmanın ötesinde Bolşevikler yapılar sorunuyla nadiren uğraştılar. Sol komünistlerden gelen sonuçsuz parti içi protestolar dışında Marxçı bir sınıfsız ve devletsiz toplum vizyonuyla uyumlu ne tür siyasal biçimler ve otorite ilişkileri olabileceğine dair hiçbir analiz yoktu. Lenin için geçiş döneminin doğası hiçbir zaman açıkça belirtilmemişti; “tüm iktidar Sovyetlere” özünde bir slogandı ve her halükârda devrim sonrası gelişmelere bir etkisi yoktu. Sovyetler yeni sosyalist düzenin nüveleri olmaktan çok iktidarı ele geçime yolunda birer sıçrama tahtası olarak görüldüler. Parti daima Sovyetlerden önde geliyor ve onların özerkliğini sınırlamaya çabalıyordu; Lenin’in idari vurgusuna uygun olarak onun devrim vizyonu büyük ölçekli örgüte demirlenmişti.[4] Otoriter devleti “parçaladıktan” sonra Bolşevikler kısa sürede onu yeniden inşa etmişlerdi.

Marksizm orijinal olarak devlet-karşıtı bir teori olsa da Lenin’den itibaren Sovyetlerin gelişimi Yugoslavyalı Stojanoviç’in “Sosyalizmin devletçi miti” olarak adlandırdığı şeyi üretmiş oldu.[5] Devrimci amaçlar; denetim, mülkiyet, planlama, sermaye birikimi, işgücünün istihdamı alanlarında devlet inisiyatifinden ayrılmaz hale geldiler. Sosyalizme geçiş mistik bir nitelik kazandı: sosyalist düzenin inşası için gerekli olan bilinç, toplumsal ilişkiler ve siyasal alışkanlıklar sivil toplumun onları besleyip büyütmesi için uzun ve organik bir geçiş süreci olmadan yoktan var olacakmış gibi görünüyordu.

Leninizm, zayıf otorite kurumlarına sahip endüstri öncesi ülkelerde iyi işlemiş olsa da burjuva geleneklerinin daha köklü olduğu gelişmiş kapitalist ülkelerde yapısal reformlar stratejisi tutunmuştu. “Leninist” hareketler endüstriyelleşmiş ülkelerde hayatta kalmış olsalar da bunu ancak öncü statülerini terk ederek veya bir çeşit soyutlanma politikasına sürüklenerek yaptılar.

Yapısal reformlar teorisi sıklıkla Leninizm’den geleneksel Sosyal Demokrasi’ye tersine bir dönüş olarak anlaşıldı, ama İkinci Dünya Savaşı sonrası İtalyan Komünist Partisi’nin getirdiği model daha olumlu bir geçiş kavramı içeriyordu. Bu anlayış, burjuva demokrasisine katılarak ve onun biçimlerini (seçimler, parlamento, yerel hükümetler, sendikalar) genişleterek öncülük ve kendiliğindenciliğin aşırıya kaçan uçlarını önlemeyi amaçlıyordu. Temelleri, Marksist hükümetlerin siyasal güç dengeleri onların lehine olmadan toplumsal hegemonyayı elde edemeyecekleri; işçi sınıfının gücü arttıkça tekellerin ve merkez bürokrasinin gücünü parçalayarak aşamalı olarak yapıları dönüştüreceği ve kitle politikasına yeni bir hayat katacağı önermelerine dayanıyordu.[6] Leninizmin tersine devletin aşamalı ve barışçıl bir şekilde demokratikleştirilmesini öngörüyor; “aşırı sol”a karşı ise, topyekûn karşılıklı cepheleşmeye dayalı mücadelelerdense halihazırda var olan kültür ve gelenekler içerisindeki ara hedeflere odaklanan “elle tutulur” bir strateji tasavvur ediyordu.

Gelişmiş toplumlardaki Komünist Partilerin evrimi yapısal reformizmin çelişkilerini yansıtmaktadır: seçimlere odaklı/parlamenter mücadeleler burjuva yapılarına (sadece taktiksel değil) stratejik olarak dahil olmalarına ve sistem içerisinde kurumsallaşmalarına yol açtı. Bu süreç üç düzeyde açığa çıktı: (1) Leninizm gibi bu strateji de kitlelerin devrimci süreci tanımlamasını sağlayacak olan prefigüratif biçimleri tasvip etmiyordu; (2) parlamentarizm tabandan mücadeleye, işçi denetimine ve kültürel dönüşüme yönelik her tür bağlılığın altını oyuyordu; (3) oy kazanmaya ve iktidar koalisyonları kurmaya koşullanmış, yıllarca süren seçim kampanyaları ekonomizm, popülizm ve patronaja dayalı bir çıkar gurubu siyasetinin yükselişine katkıda bulundu.

Yapısal reformizm böylece siyaset ve ekonomi arasındaki ayrımı idame ettiriyordu. Bir yandan parti oy topluyor, ittifaklar kuruyor ve yerel idareler ve parlamentodaki temsilini genişletiyordu; diğer yandan ise sendikalar emeğin maddi taleplerini sözleşme pazarlıklarıyla ilerletmeye çalışıyordu. Bu ayrım işçi sınıfı hareketini parçaladı ve gündelik mücadelelerle geniş sosyalist amaçlar arasındaki bağın kurulmasını zorlaştırdı. Seçimcilik, kitlesel hareketliliği asgari düzeye indiriyor ve siyasete kısmi, yabancılaşmış, kurumsal bir yaklaşımı destekliyorken;[7] sendikacılık kapitalist fabrikaların hiyerarşisini, disiplinini ve korporativizmini yeniden üretiyordu.

Başka bir sorun daha vardı: burjuva iktidar aygıtını, sınıf mücadelesinin “üstünde” konumlanan, devrimci maksatlar için yeniden yapılandırılabilecek ve kullanılabilecek teknik bir alet olarak gören, “tarafsız” bir devlet anlayışına dayanan bir sorun. Yapısal reformist partilerin muhafazakârlığı devletin kapitalist gelişimin bir ürünü olan sivil toplumdan ayrılamayacağını ortaya koyuyor. Burjuva devriminden doğan kurumlar bu geleneğe o kadar derince gömülmüşlerdir ki mucizevî bir şekilde ondan kopmaları beklenemez ve sosyalist dönüşüme biçim verecek mekanizmalara çevrilemezler. Gramsci ve Luxemburg’un daha önceleri değindikleri bir mesele hala geçerlidir: liberal demokratik yapılar her şeyden önce burjuva toplumu meşrulaştırmaya yarar. Devlete aşırı bir şekilde bel bağlamak burada Leninizm’inkinden farklılaşıyor ama tıpkı onun gibi devrimci süreci toplumun geneline ve açığa çıkan yeni siyasal biçimler içerisine konumlandırmakta başarısız oluyor.

Çoğulculuğa olan bağlılığına karşın yapısal reformizm, sosyalizmin devletçi mitini farklı bir kılıkta süslemekten başka bir şey yapmıyor: merkezi devletin kendisi birincil taşıyıcı, yani tüm inisiyatif ve meşruiyetin kaynağı, siyasal katılımın başlıca alanı oluyor. En nihayetinde yapısal reformizm ve Leninizm taban tabana zıt stratejiler olarak görünseler de bürokratik devlet kapitalizminin ikiz versiyonlarına yol açıyorlar. Leninizm; hiyerarşi, meta üretimi ve yabancılaşmış emek dâhil kapitalizmin temellerini daha bütüncül ve yeni bir biçimde yeniden üretirken yapısal reformizm mevcut burjuva kurumları genişletmeyi, arındırmayı ve “akılcılaştırmayı” vaat ediyor.

2. Bir Prefigüratif Komünizm?

Marksizm içerisinde bürokratik tahakküm ve hiyerarşi sorunu genelde sınıfsal yapının bir göstergesi olarak anlaşılmıştır; bu kavramsal zaaf, neden yeni otorite biçimleri üstünde temellenen bir stratejinin bulunmadığını anlamamıza yardımcı olur. Diğer yandan, prefigüratif strateji devletçiliği ve otoriterliği aşılması gereken özel engeller olarak görür; amacı belirgin bir şekilde halka ait kurumların bürokratik devletin yerine geçmesidir. İdeal olarak bu geleneğin üç temel kaygısı vardır:

(1) hiyerarşik otorite ilişkilerini yeni bir ideolojik mantık adı altında yeniden üretme korkusu;

(2) merkezi biçimleri, devrimci mücadelelerin temelini çürütecek bir şekilde eski iktidar ilişkilerini yeniden ürettiği için siyasal partilere ve sendikalara yönelik eleştiri;

(3) gelecek özgürleşmiş toplumu yansıtan yerel ve kolektif yapılar aracılığıyla demokratikleşmeye bağlılık.

Prefigüratif model – en azından bazı güncel dışavurumlarında – sadece özel mülkiyetin kamulaştırılmasını değil, bütün tahakküm biçimlerinin alaşağı edilmesini vurguladı. Kamulaştırmalar, merkezi planlama ve yeni toplumsal öncelikler getiren devletçi çabalar yasal olarak mülkiyetin el değiştirmesini sağlasa bile, yine de toplumsal iş bölümüne ve bürokrasiye dokunmadan yerinde bırakabilirdi.[8]

“Kolektif mülkiyet” fikri eski kurumsal denetim biçimleri yıkılmadıkça bir mit olarak kalacaktır; özel yönetimin yerine devlet veya “kamu” yönetiminin gelmesi kapitalizmin çelişkilerine sadece yüzeysel ve soyut bir çözüm getirir. Gorz’un dediği gibi: “Komünist bir yaşam tarzı veya ‘kültürü’ barındırmayan bir komünizmden bahsedemeyiz; ama komünist yaşam tarzı kapitalizmden kaynaklanan teknoloji, kurumlar ve iş bölümü üzerinde temellenemez.”[9] Ancak emekçilerin kendileri yeni katılımcı yapılar kurduklarında yabancılaşmış emek ve madunluk ortadan kaldırılabilir. Bu dönüşüm resmi mülkiyet sorununu içerse de bundan çok daha derinlere inmektedir: Kapitalist iş bölümünden kaynaklanan işyeri hiyerarşisi ve otoriterliği, iş için “beklenen niteliklerin” giderek özelleşerek paramparça bir hal alması, meta üretimi ile zihinsel ve fiziksel işlevlerin ayrıştırılması gibi düzeylere kadar nüfuz eder. Genellikle daha fazla verim ve üretim için gerekli olduğu düşünülen bu özellikler aslında emeği kontrol altında tutan araçlar olarak görülmelidir.[10] Uzmanlaşmaya ve hiyerarşiye doğru sevk eden şeyler sadece dar anlamıyla sermaye birikiminden ve teknolojik gelişmelerden değil, bürokratik olarak örgütlenmiş ve disiplinli bir işgücü yaratma ihtiyacından da kaynaklanır.

Bürokratikleşme, devrimci dönüşüm için klasik Marksizm tarafından pek öngörülememiş olan bazı engeller yaratır. Kamusal alanın genişlemesi ile devlet sektörünün ve özel sektörlerin birbirine yakınsaması daha merkezileşmiş ve sınırsız iktidar ağları ve dolayısıyla da halkın demokratik inisiyatifinin erozyonu anlamına gelir. Kamusal yaşamın her alanına giren bürokratik mantık; örgütsel uyum, itaat, pragmatizm ve rutin kültürünü her yere yayarak burjuva ideolojik hegemonyasının dayatılmasına yardımcı olur. Bu mantık, siyasal söylemlerin menzilini daraltarak, yabancılaşmayı kurumsallaştırarak ve sorunlara yalnızca “teknik” çözümler önererek potansiyel muhalefeti depolitize eder. Bürokrasi bir kere sağlamlaştığında temelden dönüşüme direnen bir katılık üretme eğimindedir. Marksist hareketler defaatle kendi iç bürokratikleşmelerinin kurbanı olmuşlardır.

Bununla birlikte bu dinamik, yaşamın yeni alanlarına nüfuz etse de kapitalist iktidar yapısında gedikler açsa da, yeni zafiyetler ve yeni direniş odakları tezahür etmeye başlar. Sadece üretim değil, toplumsal varoluşun her sureti sınıf mücadelesinin bir parçası haline gelir. Prefigüratif hareketler endüstrileşmenin ve bürokratikleşmenin ilk aşamalarında zuhur etmiş olsalar da 1960’lardaki toplumsal ayaklanmalar– Batı Avrupa, Japonya ve diğer yerlerde devrimci sol, yeni sol, tabandan emekçi mücadeleleri, Doğu Avrupa’da muhalefet hareketleri – onların halen fazlasıyla canlı olduklarını göstermiştir.

Prefigüratif komünizmin kurumsal odağı devrimci siyaseti demokratikleştirmeye ve canlandırmaya yönelik küçük, yerel, kolektif halk egemenliği organlarıdır: iş yeri konseyleri, sovyetler, mahalle meclisleri, devrimci eylem komiteleri, müşterekler, otonomlar etrafında örgütlenen gruplar. [d.n. affinity groups tabirini otonomlar olarak düzeltmeyi tercih ettim; bunun dışında, yakınlık grubu ve ortak ilgi grubu olarak da çevrilebilir.] Genellikle doğrudan demokrasiye muğlâk bir bağlılık içeren geleneksel yapılardan doğmuşlar (örneğin Rusya, Çin ve İspanya’daki köy kolektifleri, Britanya’daki işçi temsilcileri örgütleri, İtalya ve Fransa’daki sendika şikâyet komiteleri), kriz zamanlarında radikalleşmiş ve daha geniş devrimci tarzlar üretmişlerdir. Paris Komünü, Rus ve Çin devrimleri, 1919 ve 1956 Macar devrimleri, 1936-39 İspanyol devrimi, Vietnam devrimi ve Fransa’daki 1968 İsyanı geniş çaplı “ikili iktidar” ağları tarafından tetiklenmişti.

Genelde konseyler olarak anılan bu tür gruplar, yerel işyeri ve topluluklarda organik olarak kök salan ve doğrudan halka karşı sorumlu olan bir liderlik oluşturabilirler. Başka avantajları da vardır: örneğin iş ve “idari” işlevleri kolektifleştirerek konseyler toplumsal iş bölümüyle daha iyi mücadele edebilir; araçsal iktidar hedeflerindense toplumsal ilişkilerin dönüşümünü vurgulayarak daha geniş bazı sorunları, talepleri ve ihtiyaçları halk mücadeleleri bünyesinde bir araya getirebilirler; ideolojik hegemonya sorununu ortaya koyarak kitlelerin entelektüel ve siyasal potansiyelini geliştirebilecekleri bir bağlam temin edebilirler – ki, bu bağlamda burjuva otorite tarafından yerleştirilen kadercilik, pasiflik ve itaatkârlığın yerine bir güven, bir ruh ve bir yaratıcılık duygusu geçmeye başlayabilir;[11] ve son olarak, hakim yapıların dışında konumlanan bir siyasal katılımın önünü açarak radikalliğin uysallaştırılmasına karşı direnme kapasitesini pekala güçlendirebilirler.

En geniş anlamıyla prefigüratif yapılar yeni bir siyasal meşruiyet kaynağı; geleceğin sosyalist düzeninin birer nüveleri olarak görülmelidirler. Onlar, gündelik hayatla siyasal faaliyet arasındaki ayrımı ve uzmanlaşmayı ortadan kaldırarak tamamen yeni bir siyaset tarzı yaratacaklardır. Cornelius Castroiadis’in belirttiği gibi: “Burada söz konusu olan, siyasetin profesyonelleşmesini önlemek (yani özel ve ayrı bir faaliyet alanı olarak görülen bir siyasetin lağvedilmesi) ve bunun aksine toplumu evrensel bir şekilde politikleştirmektir. Bu da basitçe şu anlama gelir: “memleket meselelerinin” kelimenin tam anlamıyla herkesin meselesi haline gelmesidir.” [d.n. “the business of society” tabirini memleket meseleleri olarak düzelttim][12]

Önceki prefigüratif gelenek – tabii ki – bu düzeyde bir siyasallaşmayı nadiren başarabildi. Avrupa’daki eski anarşist ve anarko-sendikalist hareketlerle Rusya, İtalya, Almanya ve diğer yerlerdeki savaş sonrası konseyci ayaklanmalar arasında dikkat çeken bir ayrım vardır. Önceki türevler siyaseti küçümseyip kendiliğindenliğe o kadar yaslandılar ki kendi acil toplumsal ihtiyaçlarını asla aşamadılar veya etkin bir strateji ortaya koyamadılar. Daha büyük toplumsal meselelerden bir kaçışı temsil ediyorlardı ve bu da genelde “teori” ve “örgütlenmenin” herhangi bir biçimini horgörenlere ilham oluyordu (erken dönem yeni solu da bu üslubu tekrarlamıştı). Başlangıçta örgütlü Marksizm’e bir tepki olan bu hareketlerin kaderi iki uç noktadan biri oldu: ya dış dünyadan yalıtılarak çaresizce sönümlendiler, ya da Marksizm’e asimile oldular. Devrimci demokrasinin yerel merkezlerini baskıcı bir düzenin içinde yaymanın zorluğu bu sorunu sadece daha da derinleştirmişti.

Anarşizm ve sendikalizmin bu soruna verdiği yanıt uzun bir ideolojik-kültürel dönüşüm döneminin kademeli olarak bürokratik devlet iktidarının ahlaki temellerini aşındırabileceği konusunda ısrar etmek oldu. Fakat bu ve benzeri tüm prefigüratif hareketler yok oldular çünkü koordinasyon ve liderliğe karşı olan husumetleri egemen güçlerin siyasal alanda tekelleşmesinin önünü açtı. Dahası, köylü veya küçük burjuva dünya görüşüne dayandıkları ölçüde esasen romantik ve Ütopyacıydılar; endüstrileşmenin ve şehirleşmenin yozlaştırmadığı bir geçmişe özlem duyuyorlardı.

1860’ların sonlarındaki Marx-Bakunin tartışmalarından Birinci Dünya Savaşı’na kadar Marksizm ve anarşizm arasındaki ilişki kutuplaşmış bir çatışma şeklindeydi: örgüt mü kendiliğindenlik mi, liderlik mi bağımsız çalışma mı, merkeziyetçilik mi yerelcilik mi vs. Bu kutuplaşma Leninizm’in Bolşevik Devrimindeki başarısı anarşistleri geri çekilmeye zorlayınca bazı açılardan derinleşti. Aynı zamanda Avrupa kapitalizminin savaş sonrası kriziyle birlikte prefigüratif hareketler yeni modeller aramaya başladılar: Rusya’da sovyetler, İtalya’da fabrika konseyi mücadeleleri, Almanya ve Hollanda’da Konsey Komünizmi. Tüm “siyasi” faaliyete hala kuşkuyla baksalar da konsey eğilimi her iki geleneğin de en iyi öğelerini birleştirmeye çalıştı. Örneğin Pannekoek ve Goerter gibi konseyciliğin teorisyenleri kendiliğinden ve yerel hareketlere mutlak bir bağlılığın ötesine geçtiler; ve – en azından – teoride yapıya, liderliğe ve koordinasyona duyulan ihtiyaçları demokratik ve prefigüratif bir devrimci süreç bünyesinde bir araya getirdiler.

Konseycilik daha önceki yaklaşımları üç farklı açıdan aşan belirgin bir ilerlemeye işaret ediyordu. Birincisi, parti ve konsey komünizmi arasında genel bir ayrım olmasına rağmen, genel eğilim halka ait özyönetim organlarını daha geniş koordinasyon ve planlama sistemleriyle, yani Almancada Raetesystem denen federe konsey ağlarıyla bütünleştirmekti. Yerel meclisler daha geniş bir siyasal stratejinin parçası olarak ele alınıyordu. İkincisi, devlet iktidarı için olan mücadele hiçbir zaman diğer her şeyden daha önemli olan bir amaç olarak tanımlanmamış ve ona öncücü veya seçim odaklı bir şekilde yaklaşılmamış olsa da küçümsenerek reddedilmemiştir de. Bu süreç farklı olacaktı: yerleşik yapıların alttan alta temelinin çürütülmesi ve yerlerine kolektif halk yapılarının inşa edilmesi gerekecekti. Üçüncüsü ise konseycilik ilkel bir kolektivizmde kök salmış pastoral bir geçmişe değil, Marxçı bir gelecek tahayyülüne – işçi sınıfının potansiyelinin açığa çıkması ve insan özgürleşmesinin temeli olarak ekonomik-teknolojik gelişmeye – yönelikti.

Fakat konseycilik bile sürdürülebilir bir harekete dönüştürülebilecek olgunlaşmış bir devrimci strateji üretemedi. Krizden dolayı ortaya çıkan konseyler istikrar tekrar sağlanınca birden yok oldular; bir saman alevi gibi büyüyen ileri adımlar ezildi ve etkisizleştirildi. Rusya’da Leninist parti-devleti tarafından, İtalya’da izolasyonun doğurduğu bir yerelcilik ve fabrika merkezcilik tarafından ve Almanya’da ise yüksek vasıflı, profesyonel bir işçi tabakasının yükselişinin bir ifadesi olan dar bir çıkar gurubu siyaseti tarafından yıkıldılar. Bu başarısızlıklar öyle ya da böyle savaş sonrası orijinal konsey dalgasından beri başka yerlerde de pek çok kez tekrarlandı. Devrimci siyasetin prefigüratif boyutu mütemadiyen bürokratik iktidar mücadelesinin araçsalcılığıyla çatışıyordu.

3. Rusya: Jakobenizmin Yükselişi

Rus işçi sınıfı hareketi, genel Avrupa standartlarına göre daha küçük ve siyasi olgunluktan yoksun olsa da yüzyılın başında radikal bir güç olarak ortaya çıktı. Otoriter Çar devletinin baskıcı aygıtı yüzünden siyasallaşarak doğal olarak proleter örgütlenme biçimlerinin özerk formlarını aradı. Bu biçimler ilkin 1905 Devrimi’nde, fabrika komiteleri ve yerel sovyetlerin (fabrikalarda veya topluluklarda kök salmış konseyler) grevler ve kitlesel gösteriler örgütlemesiyle geniş ölçekli bir şekilde ortaya çıktılar, fakat ayaklanmanın İkinci Nikola tarafından kanlı bir şekilde hezimete uğratılmasıyla hızla çöktüler ve 1917’ye kadar da tekrar ortaya çıkmadılar. 1905’te birkaç şehirle sınırlıydılar ve bazıları devasa büyüklüklere ulaşmış olsa da (Moskova Sovyeti 80 binden fazla işçiyi örgütlemişti) genelde kısa ömürlü oldular. Ekim Devrimi’nden hemen önceki ve sonraki aylarda ise “ikili iktidar” organları olarak güçlü bir coğrafi ve kurumsal varlık gösterebildiler.

Mart 1917’de Rusya ve Ukrayna’da 140’tan fazla sovyet hüküm sürüyordu; sadece birkaç ay içerisinde rakamları – pek çoğu kırsal alanda olmak üzere – 200’e yükseldi. Petrograd ve diğer sanayi merkezlerinde de yüzlerce fabrika komitesi ortaya çıktı. Zayıf Geçici Hükümet ile karşılaştırıldığında işçilerin ve köylülerin gündelik hayatlarına daha fazla sirayet eden sovyetler ve fabrika komiteleri, önemli topluluk ve işyerlerinin çoğunda meşru karar alma organları haline geldiler.

Ekonomik ve siyasal hayatın savaş dönemindeki dağılmasıyla radikalleşerek devrimci seferberliğin hayati öznelerine ve kolektif siyasal iktidarın potansiyel merkezlerine evrildiler. Ekim Devrimi’nin birincil katalizörü onlardı.

Sovyetler her şeyden önce siyasal meclisler olarak tanımlanıyorlardı. Üç ana sol partinin – Bolşevikler, Menşevikler ve Sosyal Devrimciler – ideolojik çatışma alanına döndükleri bölgelerde bile her şeye rağmen neredeyse tüm halk katmanlarından seçilmiş olan delegelerle geniş bir toplumsal tabanı yansıtıyorlardı. Delegelerin sayısı oldukça değişkendi: bazı köy ve kasaba konseylerinde 100’den azken Petrograd Sovyeti’nde 3000’i buluyordu. Toplantılar düzenli olarak (bazen her gün) yapılıyor ve yerel meseleler üzerine tartışmalar genelde açık ve hararetli geçiyordu. Daha büyük meclislerde yürütücü komite tabii ki (!) gündelik meselelerde dizginleri elinde tutuyor ve bazen merkeziyetçi eğilimler gösteriyordu, fakat delegelerin çabuk değişimi ve olayların seyrinin hızı bürokratikleşmeye sınırlar koyuyordu. Her şeyden öte sovyetler krizin orta yerinde toplumun yerellerinde istikrarlı bir varlık göstererek solun meşrulaşmasına yardımcı oldu; dolaylı olarak yüz binlerce kişinin sol hareketlere dâhil olmasına yol açtılar – ki bu görevi büyük olasılıkla partiler kendi başlarına gerçekleştiremezlerdi.

1917 krizi Rusya’yı devrime yaklaştırırken konseycilik üç ciddi sorunla karşılaştı. İlki sovyetler ile fabrika komiteleri, siyaset ile ekonomi, arasındaki ayrışmaydı. Sovyetler daha çok topluluğun genel işleri üzerine karar alma güçlerini ellerinde toplarken, fabrika komiteleri üretim sürecindeki işyeri meseleleriyle doğrudan ilgileniyordu. Her ikisi de ideolojik homojenlikten ve stratejik yönden yoksun olsa da fabrika komiteleri istikrarlı bir şekilde sovyetlerin solunda yer alıyordu. Fabrika komiteleri daha militandı ve işçi denetimi için ve kitlesel eylemler – grevler, gösteriler, işgaller – için bastırıyorlardı. Diğer yandan, sovyetler güçlerini ılımlı bir şekilde kullandılar; kısmen daha çeşitli toplumsal oluşumları bünyelerinde barındırdığından ve kısmen de kurumsal politikaya bağlılıklarından dolayı genelde yasal taktikleri destekliyorlardı. Örneğin Petrograd Sovyeti Ekim Devrimi’ne doğru yol alan toplumsal mücadeleleri sahiplenmek konusunda yavaştı.[13] Aynı zamanda komiteler gündelik ekonomik talepleri vurgulamaya öylesine takılmışlardı ki bu politik amaçları dışlama eğilimi yaratıyordu. Komiteler yoluyla işçiler pek çok fabrikanın yönetimini eline almıştı ve kendi denetim sistemlerini kurmuşlardı, ama “siyaset” sovyetlere bırakılmıştı. Dolayısıyla konsey hareketi parçalanmış bir halde kaldı.[14]

İkinci sorun birinciyle yakından alakalıydı: Coğrafi ve siyasal koordinasyonun nasıl sağlanacağı sorusu. Siyasal birlik olmadan prefigüratif siyaset ya kendi kendine çözülecek ya da Jakobenizm mantığına yenik düşecekti. Hakikaten de 1917’de olaylar o kadar hızlı ilerledi ki bu kadar dağınık ve ideolojik olarak parçalı bir kitle hareketinin ulus çapında özyönetim yapıları kurma şansı yok denecek kadar azdı. Bir Merkez Sovyet fikri ortalıkta dolaşıyordu ve bazı bölgesel toplantılarda federasyona dayanan eş güdüm yapıları üstüne tartışmalar oldu, fakat mutabakat sağlanamadı. Bölgeciliğin gücü, kent ve kır arasındaki kültürel uçurum ve sovyetlerle fabrika komiteleri arasındaki husumet göz önüne alındığında stratejik felç hiç de kaçınılabilir değildi.

Bu bizi üçüncü soruna getiriyor: devrimden sonra halk meclislerinin sönümlenmesine neden olan prefigüratif yapılarla solcu partiler (özellikle de Bolşevikler) arasındaki çatışma. Buradaki mesele Bolşeviklerin sovyetler ve komitelerdeki siyasal hegemonyalarını tesis etme kapasitesi ve de daha sonra bu organları kendi devlet iktidarlarını sağlamlaştırma araçlarına dönüştürmesiydi. Bolşevikler için genel şablon tabanda çoğunluğun desteğini sağlamak, parti disiplinine tabi olan devrimci bir komite kurmak ve yerel organları parti hâkimiyetini yerleştirmek üzere meşrulaştırıcı bir örtü olarak kullanmaktı.[15] Bu taktikler, partinin sıkıca kenetlenmiş, disiplinli karakteri ve fabrika konseyleriyle sovyetlerin açık ve muğlâk tanımlı doğası göz önüne alındığında oldukça başarılı oldu. Devrim sırasında, Bolşevikler tüm Sovyetlerin yaklaşık yarısını ve partinin iktidara gelmesinde kilit bir rolü olan Petrograd Sovyeti de dahil olmak üzere büyük kent Sovyetlerinin çoğunu kontrol ediyordu. Hâkezâ fabrika komitelerinde de dışardan gelen en etkili güçtüler.

İktidarın devrimci fethi aslına bakılırsa sovyetler adına gerçekleştirilmişti; parti, yerel yapılan küresel bir “ifadesi” olarak, devrimci sürecin gerçekleşmesine aracılık edecek mekanizmalardan yalnızca biri olarak görülüyordu. Aslında Bolşevikler her zaman Sovyetlere – özellikle de parti karşısında özerkliğini korumuş olanlara – şüpheyle yaklaştılar ve 1918 başlarında onlara karşı var gücüyle bir saldırı başlattılar. Her tür bağımsız yerel örgüt “dar kafalılığın” ve “anarşizmin” (ki Menşevizm’i saymıyoruz bile) birer limanı olarak görülerek itibarsızlaştırıldılar ve işçi denetimi bir “solcu yanılsama” olarak addedilerek reddedildi. Bolşevikler böylece geriye kalan sovyetleri – hatta bariz bir çoğunlukta olmadıklarını bile – çetin bir direnişle karşılaşsalar da kendi emrine tabi kılabilecek bir pozisyona geldiler. Devrim öncesindeki dönemde Bolşevik hegemonyası altında olan diğerleri gibi bu konseylerin de kolektif-demokratik içerikleri kademeli olarak boşaltıldı ve parti liderliği tarafından alınan kararların uygulanması için birer “transmisyon kayışına” dönüştürüldüler. Fabrika komiteleri ise çoktan partiye eklemlenmiş olan sendika aygıtı tarafından tasfiye edildi. 1918 ortalarında Yüksek Ekonomi Konseyi’ndeki (Vesenka) “solcular” temizlenerek bazı kilit endüstriyel sektörlerdeki işçi denetimine son verilmesinin önü açıldı.[16]

Bu genel Bolşevik strateji ile mükemmel şekilde tutarlıydı. Bürokratik merkeziyetçiliğin yükselişi ve prefigüratif yapıların bastırılması iç savaş ve devrim sonrası krizle birlikte ivme kazandı, fakat bu dinamik daha önceden, iktidarın ele geçirilmesinden de önce, etkinleştirilmişti. Lenin, işçi denetimini partinin devlet iktidarını ele geçirmesinden önce sömürülebilecek taktik bir amaç olarak gördü – fabrikalarda kapitalist egemenliği sınırlayacak, ayaklanmayı kışkırtacak ve nihai olarak da kamulaştırma ve yukarıdan aşağı planlı devlet ekonomisi yolunda bir adım atacak bir araç olarak. Sovyetler, fabrika komiteleri veya başka bir biçimde halkın özyönetimi Bolşevikler için asla sosyalist devlet otoritesinin bir ilkesi olarak kabul görmedi. Daha 1918’inbaşlarında Lenin, Bolşevik hükümetin hayatta kalmasının – aynı zamanda üretken bir ekonominin geliştirilmesinin – merkezi planlama ve koordinasyona, “tek adam yönetimi” biçiminde rasyonelleştirilmiş bir yönetime, emek disiplinine ve yerel örgütlenmeler üzerinde sıkı denetimlere bağlı olduğunu savunuyordu.[17]

Bu stratejinin altında yatan bürokratik merkeziyetçilik, ancak rejimin solcu eleştirilerinin halihazırda “devlet kapitalizmi” olarak adlandırdıkları şeye yol açabilirdi. Çoğu bürokrasinin kendisinin sosyalizmin önemli bir düşmanı olduğunu düşünüyor ve Bolşeviklerin devrimci amaçlarının çoktan unutulduğu konusunda ısrar ediyordu. İşçi denetimini, yerellerin özerkliğini ve parti içerisinde açık bir tartışma ortamına vurgu yapıyorlardı. Cevap olarak Bolşevikler bu eleştirileri “ütopyacı” ve “sendikalist” olarak addederek kestirip attı; sovyetleri, fabrika komitelerini ve hatta sendikaları dahi, ağır siyasal tehditler altındaki parti-devletin sağlamlaştırılmasının; yani temel görevin önündeki yıkıcı engeller olarak gördüler. 1918-1920 döneminde rejim, parti aracılığıyla sol muhalefeti tasfiye etmek için harekete geçti (Mart 1921’deki 10. parti kongresinde hiziplerin yasaklanmasıyla doruğa ulaştı) ve devrimci mücadelenin bel kemiği olan yüzlerce kitle örgütünü kendisine tali kıldı. Sovyetler hükümet iktidarının yapıları haline geldi; fabrika komiteleri ya yok oldu ya da yönetim işlevlerini kaybetti; sendikalar partinin uşağı haline geldi ve 1921’de işçi muhalefeti yenilgiye uğratıldı; sol komünistler ise en sonunda ya partiden atıldı ya da (Kronstadt’taki gibi) zulümle bastırıldı.[18]

Rusya’daki Leninist ve prefigüratif güçler arasındaki savaşta ilki hızla üstünlük kazandı. Halk organları korkunç derecede parçalı bir haldeyken parti birleşik ve disiplinliydi. Ayrıca prefigüratif hareketin esas önermesi – devrimci inisiyatif partiden alınmalı ve “sınıfa geri verilmelidir” – Rusya’nın ufak ve izole proletaryası ile merkeziyetçiliği destekleyen tarihsel yükümlülükler düşünüldüğünde gerçekçi değildi. Çatışma ve kriz, düzenin onarılması yönündeki Jakoben eğilimi güçlendirdi ve zorlayıcı “birlik” talebi Lenin’in 1902 gibi erken bir tarihte ana hatlarını çıkardığı öncücü ve devletçi stratejiyi sadece daha da pekiştirdi.

4. İtalya: Kendiliğindenciliğin Sınırları

İtalyan konsey hareketinin tohumları, 1918-1920 döneminde ülkenin kuzeyini kasıp kavuran ve Torino’daki fabrika işgallerinin çöküşüyle sonuçlanan Biennio Rosso (Kızıl İki Yıl) tarafından atıldı. Burjuva düzenin krizi aslında savaş öncesi dönemde, Başbakan Giovanni Giolitti’nin manipüle etmekte olduğu ideolojik uzlaşmanın (trasformismo olarak adlandırılan siyasi sanat aracılığıyla, sol muhalefetin soğurulmasına yarayacak olan elitler arası geniş ittifakların şekillendirilmesi) çatırdamasıyla başlamıştı. Milan, Torino ve Cenova’dan oluşan “sanayi üçgeninin” gelişmesiyle birlikte 1900’den sonra yaşanan hızlı ekonomik büyüme, sınıf bilinci yüksekve militan bir proletaryanın temelini oluşturdu.

Bir çoğunun sendikalizme sempati duyması ve hatta bazılarının anarşizme meyilli olmasına karşın, endüstri işçileri kitlesel olarak Sosyalist Parti’ye (PSI) ve sendikalara üye oldular. İkinci Enternasyonal’deki diğer partiler gibi PSI de reformist pratikleri maskeleyen devrimci bir stratejiye sahip olduğunu beyan ediyordu; siyasi alanda liberal reformlar ve ekonomik alanda sosyal refah önlemleri için mücadele ediyordu ve bu sayede büyük bir üye tabanına ve 1919’a gelindiğinde Temsilciler Meclisi’nde 156 sandalyeye (tümünün yaklaşık üçte biri) sahip oldu. PSI’nin sendikal ortağı olan Genel Emek Konfederasyonu (CGL) temelde kapitalist yönetimle bir pazarlık aracı görevi görüyor; kapitalizmin “doğal ölümüne” yol açacak olan bir genel krizi hızlandırmak için işçi sınıfının ekonomik gücünü arttırmayı hedefliyordu.

Böylesi bir reformist senaryo, savaş patlak vermese ve Rus devrimi olmasaydı PSI’nin kaderini olumlu yönde etkileyebilirdi. Askeri yenilgi İtalya’yı felce uğrattı. Bu yenilgi yiyecek kıtlığı, işsizlik, enflasyon ve liranın değerinde sert bir düşüşle birlikte toplumsal bir çöküntü ve şiddetli bir ekonomik çöküşe yol açtı. Militan halk hareketleri süratle yayılıyordu: 1917-1918 yıllarına yayılan grev dalgası, sokak gösterileri ve toprak işgalleri PSI-CGL’nin reformist egemenliğini sarstı ve sendikalizmin canlanmasını sağladı. (İşçi sınıfı mücadelesi üretim alanına hapsolmuştu.) Proleter isyanın merkezi; vasıflı, yoğunlaşmış ve görece homojen proleter kültürüyle Bolşevik devrim arifesindeki Petrograd’ı andıran Piedmont bölgesi ve özellikle de Torino olmuştu. Ekim ayaklanmasının haberleri bu mücadelelerin gücüne güç katacak ve eski siyasi yapıyı geri dönülmez şekilde değiştiren bir zirveye ulaştıracaktı.

Ortaya çıkan şey hem yerleşik Marksist örgütleri hem de kapitalist düzeni karşısına alan ve tüm burjuva kurumlarla bağları bütünsel ve uzlaşmaz şekilde koparmış olan bir hareket oldu. Bu, üç ana eğilimi meydana getiriyordu: Leninist öncücülük, sendikalizm ve de en önemlisi Torino işçi sınıfı hareketinden doğan bir konsey komünizmi. 1919 ortalarında consiglio di fabbrica ya da fabrika konseylerinde on binlerce işçi örgütlüydü. Bu konseyler, proleter talepler artık sendika çatısı altında karşılanamaz hale geldiklerinde Fiat ve diğer şirketlerdeki sendika şikâyet komitelerinden doğmuşlardı. Bu konsey temelli mücadeleler sınıf savaşında yeni tarzlara ilham oldu ve en nihayetinde PSI-CGL’nin reformist modeline meydan okuyan devrimci bir strateji için mücadele ettiler.

Konsey hareketi sendikalizmden farklı olsa da, sendikalizmin – hiyerarşik ve öncücü bir Marksizm’in eleştirisi gibi – olumlu yanlarını özümsüyor ve pek çok benzer amacı vurguluyordu: üretim noktasında doğrudan demokrasi, işçi sınıfı dayanışması ve fabrikaların kolektif özyönetimi. 1919 Mayıs’ında Torinolu konsey devrimcileri L’Ordine Nuovo dergisini kurdular. Bu dergi, Antonio Gramsci ve diğerlerinin çabalarıyla patlamaya hazır, fakat hala biçimlenmemiş olan toplumsal isyana yeni teorik temeller tesis etmeyi amaçlıyordu. Dergi, sosyalizme geçişi mümkün kılacak koşulları analiz etmeyi ve hayata geçirmeyi amaçlıyordu; fabrika konseyleri sosyalist demokrasinin daha kapsamlı biçimlerine doğru giden yolda ilk adımlar, yeni proleter devletin birer “embriyosu” olarak görüldüler. 1918 ile 1920 arasındaki dönemde Gramsci hem Sosyal Demokrat hem de Leninist modelden ayrılan organik veya “moleküler” bir devrimci süreç kavrayışı ortaya koydu.

Fabrika konseylerinin savaş sonrası İtalya’da bu kadar hayati bir güce dönüşmelerinin bir nedeni, Piedmont bölgesinde hızla büyümelerinin yanı sıra solu etkisi altına alan bir yaklaşan isyan duygusuydu. Özellikle Gramsci bunu sezmişti ve siyasi kaosun yarattığı yeni olanaklara dair bazen neredeyse dinsel boyutta bir iyimserlik besliyordu. Konsey hareketi umutlarını basit bir kriz teorisi üstüne kurmuştu: Burjuva toplumu her yerde parça parça dökülüyordu, kapitalizm elindeki üstünlüğü kaybetmişti ve bu felaketin ortasında konseyler ve diğer halk meclisleri temelinde şekillenecek devrimci bir düzenin tohumları atılacaktı.

1920 başlarında İtalya’da sınıf mücadelesi iyice patlak verdi. Konsey hareketinin büyüyen ölçeği ve militanlığı Piedmont ve Liguria’da büyük sanayicilerin güçlü bir karşı-saldırısına; birçok fabrikayı içeren devasa lokavtlara ve askeri işgallere sahne hazırlamış oldu. Bunu Piedmont’ta özünde “savunmacı” olan ve Nisan ayı boyunca 500 binden fazla işçiyi seferber eden bir genel grev takip etti. Grevler, kuzey İtalya boyunca yayıldı, fakat bunun daha ötesine geçemedi. İtalya çapında bir genel grev çağrısına pek de aldırış edilmedi. PSI ve CGL liderliklerinin düşmanlığı bu yerelci hareketin başa çıkabileceğinden çok büyüktü ve yenilgi kaçınılmazdı. Coğrafi ve siyasal olarak tecrit edilen, harap olan, finansal olarak tükenen işçiler fabrikalara geri döndüler.

Buna rağmen, Piedmont genel grevinin başarısızlığından 5 ay sonra İtalya’yı devrimin eşiğine taşıyacakmış gibi görünen bir fabrika işgalleri dalgası başladı. Bir fırtına daha kuzey İtalya’nın büyük bir kısmını kasıp kavuruyordu: toplamda 200’ü aşkın fabrikanın 600 bin işçi tarafından işgal edilmesi bitkin konsey hareketini yeniden canlandırdı. Nisan’da olduğu gibi pazarlıkların çıkmaza girmesiyle büyük sanayicilerin lokavta gitmesi gibi bir tehlikeyi önlemek için ayaklanmalar savunmacı bir hamle ile başladı. Fakat fabrikalara hâkim olma ve yönetme girişimlerinden doğan bu mücadeleler – kaotik ve ağır koşular altında da olsa –kısa süre içinde işçileri politikleştirdi ve ajitasyonu ilk sınırlarının ötesine genişletti. Böylelikle işgaller Milan, Cenova ve Torino’dan öteki bölgelere de sıçradı. Konsey yapıları Piedmont’taki köklerinin ötesine geçemeseler de her yere yayılmış olan işgallere bir proleter dayanışma ruhu ve işçi denetimine doğru bir eğilim aşılanmıştı. İşgaller düzenli ve barışçıl bir şekilde ilerliyordu ve havada devrimci bir coşku vardı. Büyük sanayiciler bile devrimin eli kulağında olduğunu düşünüyordu; Giovanni Agnelli kapitalizmin kendisini canlandıramayacak derecede feci bir şekilde sakatlandığına ikna olmuştu ve Fiat-Centro’yu işgalci işçilere bırakmanın eşiğindeyken şöyle diyordu: “25 bin düşmanın yardımıyla ne inşa edebilirsiniz ki?”[19]

İşgallerin başarısızlığının nedeni, PSI hiyerarşisi tarafından yalnız bırakılmaları değildi; hele de gerçekleşen veya tehdit düzeyinde kalan devlet baskısı hiç değildi. Bu sonuca, esasen hükümet, ilerici büyük sanayiciler ve sendikalar arasındaki ustaca iş birliği yol açtı. Tarihçi Paolo Spriano bunu “Giolitti’nin Başyapıtı” olarak adlandırıyordu: İtalyan kapitalizmini seçkinlerce inşa edilmiş bir “reformist çözüm” ile kurtarmaya yönelik gösterişli – nihai – bir çaba. En nihayetinde Biennio Rosso’dan “sendika denetimi” gibi muğlâk bir formül çıkmıştı. Bu da kâğıt üstünde şirket yönetimine ve devlet ekonomik planlamasına sendikaların eşit düzeyde katılımını ifade ediyordu. Gerçekte ise hiçbir şey ifade etmiyordu, çünkü bu anlaşmalar kısa bir süre sonra faşist heyelanın altında kalacaktı.

Fabrika konseyleri hareketi Torino’da büyük zaferler kazandı ama bu zaferleri sürdürebilecekleri stratejik itkiye ve kaynaklara sahip değildi. Bir anda tüm Piedmont proletaryasını harekete geçiren işçi denetimi organları, hemen sonrasında ortadan kayboldu. Kendilerini burjuva kurumlarından epey kararlı bir biçimde koparmış kitleler onlara yeniden entegre oldular ve böylelikle inisiyatif kısa süre içerisinde tekrar burjuvazinin ellerine geçmiş oldu. Olayların bu şekilde gerçekleşmesi fabrika konseylerinin ideolojik ve siyasal zayıflığı göz önünde bulundurulduğunda kaçınılmaz görünüyordu.

Zayıflıkların sayısı çoktu. En ölümcülü de Piedmont’taki (ve hatta Torino’daki) “istisnacılığa” dayanan coğrafi tecritti. Bu dönem boyunca bölge İtalyan endüstrisinin üssü konumundaydı; yarımadanın başka hiçbir yerinde benzerine rastlanmayan bir fabrika üretim sistemi ve kentli işçi kültürünün tipik bir örneğini oluşturuyordu. Tahmin edilebileceği gibi, bu koşulların ürettiği konsey hareketinin bizzat kendisi de benzersizdi; Piedmont kökenlerinin ötesine geçme girişimlerini yadsıyan bir bölgeciliği ve kibirli bir çeşit taşracılığı besliyordu. Torino’nun içinde bile “fabrika egoizmi” olarak bilinen bir fenomen ortaya çıkmıştı. Bu da Torinolu işçiler arasında bile birleşik bir örgütlenme yaratma olasılığını ortadan kaldırıyordu. Gwyn Williams’ın değindiği gibi: “Her fabrika kendi savunmasıyla ilgileniyordu – adeta birer milis gibi. Herhangi bir koordinasyon yoktu.”[20] İtalya’nın geri kalanından koparılmış ve siyasi olarak PSI ve CGL’ye yabancılaşan konsey hareketi, en nihayetinde burjuvazinin gücü ve hileleri kadar kendi darlığı tarafından da sınırlandırılmıştı.

Sonuç olarak İtalyan konsey komünistlerinin olgun bir devrimci hareket inşa etmedeki başarısızlığı büyük oranda içsel bir sorundu. Proletarya, militan olmasına rağmen kendi bölücü dar görüşlülüğünün ötesine geçemedi; hiçbir koordinasyon merkezinin, hiçbir gerçek iletişim bağlantısının olmadığı bir durumda ayaklanma kendiliğindenciliğine yenik düştü. Toplumsal güçlerin fabrika fabrika, şehir şehir ve bölge bölge parçalanmışlığı, hareketi mevcut siyasal-kurumsal alana sirayet etmekten alıkoydu. Rusya’da yerel hareketler hızla öncü partiye tabi hale gelirken, İtalya’da ise birleşik bir liderlik ve stratejik yönelim eksikliği nedeniyle zayıflayarak yok oldular – yani aynı ikilemin farklı bir açıdan görülen hali de diyebiliriz.

İtalya örneği dar bir prefigüratif stratejinin sınırlılıklarını çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. Gramsci de kısa zamanda fabrika konseylerinin kendi başlarına yeterli olmadıklarının farkına varmıştı; Biennio Rosso’nun yenilgisinden sonra konseylerin kendiliğindenciliğine karşı bir denge olarak gördüğü partinin rolüne giderek daha fazla önem vermeye başladı. Yine de Leninizm’in 1918-1920 dönemindeki başarısızlıklara çözüm olamadığı açıktır. Kriz, merkezi devlet iktidarının ele geçirilmesine ne kadar izin vermiş olursa olsun geriye dönüp bakıldığında genel bir sosyalist dönüşüm sürecini sırtlanabilecek hiçbir birleşik halk gücünün olmadığı açıktır. En ileri Piedmont mücadelelerinin bile biçimsizliği ve yerelciliği kitleler arasında ideolojik hazırlığın eksik olduğunun – ya da daha yeni başladığının – göstergesiydi. Hal böyleyken iktidarın öncücü bir mantıkla ele geçirilmesinin eski ayrımları yeniden üretmesi ve Rusya’dakine benzer bir merkezileşmiş iktidara yol açması olasıydı.

5. Almanya: Korporativist Çıkmaz

Alman fabrika konseylerinin (Arbeiterraete) de kökeni savaş sonrası krize dayanıyordu. 1917-1919 arasında ülkeyi sarsan grev dalgasında hayati bir rol oynamışlardı. Bu dönemde, en önemli sanayi merkezlerinde (örneğin Hamburg, Berlin, Frankfurt ve Ruhr bölgesi) yüzlerce konsey ortaya çıktı. Daha sonra birçoğu ise Saksonya ve Türingen gibi bölgelerdeki taşralara ve ufak kasabalara yayıldı. Üretim alanında yıllardır süren proleterya mücadelelerinden doğan özyönetimci halk hareketi, aynı zamanda askerlerin ve köylülerin geniş kesimlerini de seferber etti. İtalya’da olduğu gibi konseyler geleneksel yapıların radikalleşmiş biçimleriydi: işyeri komiteleri, kooperatifler, mahalle odaları ve grev komiteleri. Bu yapılar, Almanya Komünist Partisi’nin (KPD) sol kanadı, bağımsız Sosyal Demokrat Partisi (USPD) ve Ernest Daeumig’in “aşırı-solculuğuyla” bağlantılıydılar. Diğer taraftan, güçlü Sosyal Demokratlar işçi denetimini “konsey anarşisi” olarak addediyor ve partinin ve sendika örgütlerinin gücünü kullanarak onları tarafsızlaştırmaya ve asimile etmeye çabalıyorlardı.

Teoride Alman konseyciliğindeki başlıca siyasi eğilim, Rus ve İtalyan benzerlerinden pek farklı değildi; stratejileri esasen prefigüratifti. Konseyler “proleter özerkliğin” ve “sanayi demokrasisinin” devrimci dönüşümün temeli olduğunu savunuyordu. Bu da doğal olarak onları devlet, partiler ve sendikalar karşısında hasmane bir konuma yerleştirdi. Bazı teorisyenler konseyleri geleceğin sosyalist devletine doğru bir ilk adım olarak tasavvur ederken, diğerleri onları bazı şirketlerdeki yönetimsel işlevlerle sınırlanmış olarak görüyordu. Fakat büyük çoğunluğu, katı bir otoriter toplumda demokratik karşı-iktidarın aktörleri, Almanya’daki kapitalist hakimiyete doğrudan karşı koyacak proleter kurumlarla sınıf bilinci arasındaki diyalektik olarak görüyordu.

Bu son nokta bizi Alman hareketinin başlıca varsayımına getiriyor. Kendilerini fabrikadaki burjuva hiyerarşisinin karşısına kuvvetli bir karşı-güç olarak yerleştirerek ve sendikaların işbirlikçi rolünü yıpratarak (yani kırılgan bir kapitalist sistemin ideolojik meşruiyetini zayıflatarak ve ekonomik seçeneklerini azaltarak) konseylerin, toplumu mukadder bir krize doğru itebilecekleri varsayılıyordu. Proletarya, konseylerin demokratikleştirici etkisi vasıtasıyla otorite karşısındaki geleneksel teslimiyetçiliğinden arınabildiği ölçüde, ekonominin kontrolünü eline almaya hazırlanabilir ve de kriz burjuvazinin yönetme kapasitesini ortadan kaldırınca kendi hegemonyasını kurabilirdi.[21] Bu şema 1923’e kadar yaygınca kabul edildi. Ta ki Avrupa kapitalizminin savaş sonrası çöküntüsünden kurtulduğu (“aşırı sol” için bile) açıkça görülene kadar.

Alman devrimci solunun inşa ettiği siyasi senaryo hiçbir zaman – kriz olsa bile – ciddi bir tarihsel olasılık değildi; prefigüratif boyut başlangıçtan beri zayıftı. Aslında 1917-1918 döneminde Almanya’da halihazırda iki tür fabrika konseyi vardı: biri doğrudan proleter demokrasisinin genişletilmesini ve (Rosa Luxemburg geleneğini takiben) kitlesel isyana bağlılığı vurguluyor, diğeri ise mevcut yönetim yapısı içerisinde işçilerin çıkarlarının (hatta “işçi denetiminin” bile) ilerletilebileceğini savunuyordu. 1919’dan sonra artarak yaygın hale gelen yaklaşım otonomcu modelden ziyade ikincisi oldu – yani, çıkar grubu ya da korporativist yaklaşım.

Sergio Bologna’nın gösterdiği gibi, Almanya konsey hareketinin en büyük ve en kayda değer ögeleri henüz yüksek derecede rasyonalizasyona maruz kalmamış olan (örneğin kimya ve alet yapımı gibi) orta büyüklükteki işletmelerde çalışan kalifiye makine işçilerinden oluşuyordu. Bunlar seri üretim yapan montaj işçileri değil, yüzyılın başından beri Alman sanayisinde hâkim bir güç olan vasıflı zanaat işçileriydi. Vasıflı ve profesyonel bir tabaka olarak, ayrıcalıklı bir “işçi aristokrasisinin” dar ve çıkarcı bakış açısına sahiptiler ve kendilerini büyük fabrikalardaki vasıfsız “seri üretim” işçilerinden ayrı tutma eğilimindeydiler.[22]

Teknisyenlerin, mühendislerin ve makine işçilerinin fabrika konseylerinde önde gelen bir haline geldiği bölge ve işletmelerde hareket süratle “idari” bir karakter kazandı: iş özgürlüğünü ve yaratıcılığı vurgulayan işçi denetimi hedefi, profesyonel bir statü elde etme ve onu koruma mücadelesiyle özdeşleştirildi. Bu işçiler, kendi konseylerini – proleteryanın tümünden ziyade – bir sektördeki işçilerin kendi çıkarlarını ve hedeflerini temsil eden yapılar olarak yorumladılar. (Aksine, Rus ve İtalyan konseyleri – yerelcilik ve kendiliğindencilikten kaynaklanan stratejik sorunlarına rağmen – işçi denetimini tüm işçi mücadelelerini birleştirebilecek bir sosyalist dönüşüm süreci olarak görüyorlardı.) Pek çok Alman konseyi tek fabrika üstünde proleter yönetimi olmasını bekleyen bir bölgecilikle şekillenmişti; diğerleri de sendikaları fabrika yönetimini ele geçirecek yapılara çevirmek istiyorlardı.

Korporativizmin özü buydu. Fabrika içindeki toplumsal iş bölümüne hiç ilişmiyor, hatta zihin ve kol emeği “uzmanlar” ve montaj işçileri gibi ayrımları genişleterek ve kurumsallaştırarak bu iş bölümünü daha da pekiştiriyordu. Eski idari yapıyı uzmanlık ve meslek “serbestisine” dayalı – yani bir tür yönetişim sistemi uygulayarak – yeni bir idari sistemle yer değiştirerek bu konseyler sadece hiyerarşiyi yeniden yapılandırmış oldular. Ayrıca korporativist model, temel bir kapitalist pratik olan toplu iş sözleşmesi mekanizmasını kabul etti; ücret sözleşmeleri olduğu sürece “işçi denetimi” gerçekte idari sömürüyü ve genel ekonomi için meta üretimini destekliyordu.[23] Genel bir sınıf perspektifinden yoksun olan Alman işçi konseyleri hareketinin önde gelen sektörlerinin ne endüstriyel şirketlerde ne de Alman toplumunda kapitalist egemenliğe karşı geniş mücadeleler ortaya çıkaramaması bir sürpriz değildir. Proleter mücadeleleri siyasal alana taşımadaki başarısızlık bu sorunun sadece bir boyutuydu.[24]

Korporativizm, teker teker fabrikalarda mülk sahibi sınıfın ortadan kaldırılmasını sağlasa bile, Alman proletaryasını sosyalist amaçlara doğru seferber edemeyecekti; ve vasıflı teknisyenler bir miktar “özerklik” elde etseler bile, tüm ekonomi üstünde yapısal bir tesire sahip olamayacaktı. Aslında Gorz, teknik ve profesyonel çıkarları böyle bir şekilde kısıtlı düzeyde savunmanın – ne kadar proleter özyönetimi fikri altına gizlenmiş olursa olsun –vasıflı tabakanın politikleşmesini kaçınılmaz olarak engelleyeceğini öne sürmüştü. Korporativist eğilim teknik uzmanlığı toplumsallaştırmak veya kolektifleştirmek yerine burjuva ayrımları yeniden üretir. Gorz’un kelimeleriyle: “Kapitalist iş bölümü, kol emeği ile zihin emeğini, uygulamayla karar vermeyi, üretmeyle yönetmeyi ayırması itibariyle bir üretim tekniği olduğu kadar bir tahakküm tekniğidir de.”[25]

Alman Raete’nin (konseyler) savaş sonrası gelişimi, Daeumig, Pannekoek ve Gorter tarafından 1920’lerde geliştirilen konsey teorisine pek benzemiyordu. Onların teorik yaklaşımı, sendikalizmin fabrika-merkezli ideolojisinin ötesine geçerek siyaset ve ekonominin organik bir birleşimine doğru ilerledi; konseyler hem ekonomik hem de siyasi işlevler üstlenecekler, ideal olarak tüm işçi sınıfı hareketini temsil edecekler ve gerekli stratejik planlama ve koordinasyonu sağlayacak olan bölgesel ve ulusal federatif meclis ağlarıyla entegre olacaklardı.[26] Fakat 1921’de bu teori işçi sınıfı hareketinin güncel siyasetinden uzaklaştı ve konsey komünizmi perspektifiyle gerçekte yaşanan konseylerin korporativist yozlaşması arasındaki uçurum telafi edilemez bir şekilde genişledi.

Bologna’nın analizine göre, savaş sonrasındaki krizden sonra Alman sanayisinin giderek rasyonelleşmesi, konsey komünizmi umutlarını daha başından beri baltalamıştı; sinsice ilerleyen bürokratikleşmeye karşı yaratıcılıklarını koruma peşinde olan vasıflı teknisyenler kapitalist gelişmenin erken evresinde bir olguyu oluşturuyordu. Prefigüratif devrim perspektifinden bakınca bu oldukça doğrudur. Alman konseyleri, yok olmak bir yana kapitalist rasyonelleştirme planlarına güzelce uyum sağladılar, Sosyal Demokrat parti aygıtı tarafından soğuruldukça giderek yaygınlaştılar ve nihayetinde de gelecek için korporativist bir model oldular. Raete (konseyler), hayatta kalabildikleri yerlerde tüm bağımsızlıklarını kaybettiler ve gittikçe daralan, ekonomiye dair işlevler üstlendiler.

Yakın tarihli Batı Almanya, İskandinavya ve Çekoslovakya’daki “işçi katılımını” kurumsallaştırma denemelerinin hepsinde Almanya’daki orijinal konsey deneylerinin izi vardır. Korporativizmin bu çağdaş türlerinin ortak özelliği salt idari bir işçi denetimi anlayışına dayanmalarıdır. Eş-yönetim ilkesine dayanarak şirketin karar alma süreçlerine en vasıflı ve “sorumluluk sahibi” çalışanların bir girdi sağlamasını öngörür; işçi katılımı tek başına şirketlerle sınırlıdır ve kamu politikalarını şekillendiren bir nitelikte değildir. Konseyler yönetime yardımcı olur, fakat parti/sendika/devlet yöneticiliği tarafından soğuruldukları için hiçbir şekilde özerk organlar değildirler.[27] Bu tür reformlar tarihsel olarak işçileri daha modern ve “demokratik” bir kapitalist üretim aygıtına entegre etmek için kullanılmıştır – ki bu, erken dönem Rus ve İtalyan konsey hareketlerinin tüm stratejik zayıflıklarına rağmen tepeden yok edilene veya ortadan kaybolana kadar direndikleri bir yazgıydı.

6. Sonuçlar

Konsey hareketlerinin Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Rusya, İtalya ve Almanya’da ezilmelerine, sönümlenmelerine veya kapitalist yapılar tarafından yutulmalarına rağmen, gelenekleri sürdü ve yeni bağlamlarda tekrar ortaya çıktılar: İspanya İç Savaşı sırasında, İtalya’daki Direniş sırasında, 1956’da Macaristan’da ve 1960’larda pek çok gelişmiş kapitalist toplumda… Prefigüratif siyasetin bu güncel örnekleri aynı engellerle ve ikilemlerle karşılaştı ve benzer çöküş deneyimleri yaşadı: Jakobenizm, kendiliğindencilik ve korporativizm.

İspanyol ve Macar konseyleri, Rusya’dakilere olduğu gibi, bürokratik merkeziyetçiliğe kurban oldu. İç Savaş İspanya’sında sendikalist ve anarşist kolektiflerin – kırsal kesimlerdeki köklü prefigüratif gelenekten esinlenerek – hızla çoğalması, Avrupa’da iki dünya savaşı arasındaki dönemin en güçlü solcu ayaklanmasını tayin etmeye yardımcı olmuştu. Fakat halk yönetimine doğru giden ivme, kitleleri faşizme karşı seferber etmek için hareket üzerinde bürokratik bir denetim kurmaya çalışan Halk Cephesi koalisyonundaki (Komünist Parti dâhil) siyasal güçlerce önlendi. Askeri kriz, bürokratik yönetimin gelişimini teşvik etti ve bu da kurtarılmış bölgelerde bile yerel demokratik yapıların tasfiye edilmesine yol açtı.[28] Macaristan’da Sovyetlerin müdahalesinden önce, Ekim ayaklanmasına giden süreçte yüzlerce fabrika komitesi ortaya çıkmıştı. Bunun bürokratik kapitalizme karşı ilk bütüncül devrim girişimi olduğu iddia ediliyordu.[29] Fakat konseyler asla kurumsallaşamadı; Sovyet işgal otoritelerinin (Macar parti liderlerinin yardımıyla) onları yıkması için gereken süreden daha uzun yaşamadılar.

Fransa’daki Mayıs 1968 Ayaklanması benzeri görülmemiş sayıda ve çeşitte – eylem komiteleri, fabrika konseyleri, öğrenci komiteleri, mahalle inisiyatifleri gibi – yerel grupların ortaya çıkmalarını sağlamıştı. Ancak bunların çoğu kendiliğindencilikleri yüzünden çöktüler. İtalya’da isyan bu kadar görkemli değildi, fakat ortaya çıkan biçimler (örneğin comitati di base [ç.n.: taban komiteleri]) daha uzun süre hayatta kalmayı başardılar. Bu yeni halk isyanı dönemi uzun zamandan beri Sovyet modeli tarafından boğulmakta olan Avrupa solunun tazelenmesine yardımcı oldu; prefigüratif ideali yaşattı ve yerleşik Marksist partilerin iflasını gözler önüne serdi.

En önemlisi, 60’ların radikalizminin prefigüratif geleneğe yeni bir siyasal içerik kazandırması oldu. Bu, özyönetim mücadelelerinin üretim alanının ötesinde toplumsal yaşamın tüm alanlarını ve tüm tahakküm yapılarını kapsayacak şekilde genişletilmesinin önemini teyit ediyordu. Kişisel ve “yaşam tarzı” meseleleri, eski hareketlerin yaptığından daha geniş ve doğrudan doğruya bir biçimde – özellikle feminizm alanında – siyasete entegre etmeye çabaladılar. (Eski hareketlere çok az kadın katıldığı için – işgücü ve dolayısıyla da çeşitli proleter örgütlerin ezici bir çoğunluğu erkekti – patriyarka konusu nadiren gündeme geliyordu.) Ve toplumsal sistemi bütünsel olarak karşısına alarak çok daha geniş bir yelpazedeki sorunları vurguladılar: sağlık hizmetleri, kültür, ekoloji vs.

Aynı zamanda yeni sol kendiliğindenciliği ve özneliği yüceltmesi, gündelik hayata olan vurgusu ve “siyasete” ve her türden örgütlenmeye düşmanlığı itibariyle geleneksel anarşizme yakındı. Bu haliyle kendiliğindenciliğin sınırlılıklarını daha da abartılmış bir biçimde ortaya koyuyordu. Fransız Mayıs’ı iyi bir örnek teşkil ediyor: sayısı milyonlarla ifade edilen öğrenciler ve işçiler, ayaklanmalarını bir önderlik, yapı ve doğrultuya sahip olan bir güce dönüştüremediler ve halkın enerjisi kısa sürede tükendi. Fransız Komünist Partisi önemli bir rol üstlendi, fakat yeni solun kendine özgü bir mantığı vardı ve bu yeni solun her yerdeki kaderiydi: merkeziyetçilik korkusu, aşırı öznelciliğe kaçması ve parlamenter siyaset karşısındaki uzlaşmaz kayıtsızlığı özgürleşme vizyonuna pek de bir stratejik ifade katmadı. Burjuva toplumun ideolojik temellerine karşı etkili bir taarruzdu, fakat kullandığı araçlar – bir yanda kitlesel doğrudan eylem politikaları, diğer yanda ufak izole gruplar – siyasal olarak ilkeldi.[30]

Modern konseyciliğin korporativist gelişimi üç ayrı yol izledi. Bazı Batı Avrupa ülkelerinde – örneğin Batı Almanya ve İsveç – işçiler kapitalizmin özelliklerini olduğu gibi koruyan, özenle hazırlanmış ortak yönetim modelleri yüzünden burjuva idari yapılarına entegre edildiler. İtalya ve Fransa gibi diğer ülkelerde ise 1960’ların sonlarında ve 1970’lerin başlarında otonom mücadele merkezleri olarak ortaya çıkan işçi konseyleri bürokratikleşmeye maruz kaldı ve sendikalarla idari yapılar tarafından sönümlendi. Son olarak proleter özyönetiminin kabul görmüş bir amaç ve konseylerin kurumsallaşmış demirbaşlar olduğu Yugoslavya, Polonya ve Çekoslovakya gibi Komünist sistemlerde parti-devlet, halk kurumlarının özerkliğini kısarak; onları yukarıdan dayatılan geniş bir ekonomik planın parçası olan dar “ortaklaşa yönetim” işlevleriyle sınırladı. Her örnekte, siyaset ve ekonomi arasında bir ayrım tesis edilmiştir: Korporativist konseylerin belirli şirketlerle sınırlanmış bir karar alma yetkisi vardı, fakat toplumsal ölçekteki kamu politikaları üzerinde çok az veya hiçbir etkisi olmamıştır.

Modern prefigüratif hareketlerin ikilemleri tüm prefigüratif geleneğin mirasından gelir – ki bu gelenek Leninizm’in ve yapısal reformizmin aksine, devrimci hedeflerin güncel niteliğini tasdik etmeye çalışıyordu. Öncülük anlayışını reddederken, genellikle devlet ve iktidar sorununu görmezden gelmiş; prefigüratif tarafı vurgulayarak örgütlenme görevini hafife almışlardı. Ve örgütlü Marksist hareketler gibi en nihayetinde demokratik bir sosyalist geçiş teorisi ortaya koymakta başarısız oldular. İkili iktidarın istikrarsızlığı ve savunmasızlığı, ülke çapında bir devrimci otorite sistemine doğru hızlı bir hareketi gerektirir; tarihin gösterdiği gibi, bu olmadan yerel yapılar kitlesel enerjiyi hem prefigüratif hem de siyasi olarak etkili olabilecek sürdürülebilir bir harekete dönüştürmekte yetersiz kalacaklardır. Gerekli olan – ve tüm prefigüratif stratejinin mahrum olduğu – şey, kendiliğindencilikle “dışsal öğenin”, yani ekonomi ile siyasetin, yerel demokratik ve devlet iktidarı mücadelelerinin bütünleştirilmesidir. Ancak kapitalist ülkelerdeki radikal hareketlerin yakın dönemdeki deneyimleri, prefigüratif ve devletçi stratejiler arasında süregiden ve böyle bir olasılığa zarar veren bir kutuplaşmayı yansıtmaktadır.

Çin devriminde olduğu gibi, devrimci partinin merkeziyetçi özelliklerini prefigüratif yaklaşımın yerelci unsurlarıyla birleştirerek Leninist öncü stratejisini demokratikleştirmeye yönelik girişimler olmuştu. Mao parti-devletin önceliğini dengelemek için partinin “ulusal-halkçı” karakterini ve ideolojik mücadelenin rolünü vurguladı. Kökleri partinin yanı sıra tabandan gelen otorite yapılarına (örneğin, devrimci komiteler, komünler) dayanan bir süreç öngörmüştü. Fakat Maoist alternatif gerçekte yeni bir sentezden ziyade klasik Leninizm’in bir tür uyarlamasını oluşturmaktadır. Şimdiye kadar Jakoben ve prefigüratif unsurlar arasında bir kaynaşma söz konusu olduğunda, Jakoben tarafın açıkça hegemonik olduğu ve parti-devletin devrimci dönüşüm sürecini yukarıdan yönlendirdiği görülmektedir.

Alternatif bir tasarı prefigüratif unsuru Jakoben olanın üzerinde bir konuma yerleştirerek bu ilişkiyi tersine çevirirdi. Parti esasen gündelik hayatı dönüştürmek ve kapitalist iş bölümünü yıkmak gibi kültürel amaçlardan ziyade somut siyasi görevlerle meşgul olan araçsal bir özne olduğundan; doğal olarak, prefigüratif bir özne olmaktan ziyade tahakkümün bir öznesi olma eğilimde olacaktır. Özgürleşmeye dair amaçlar ancak yerel yapılar tarafından tam anlamıyla uygulamaya konabileceği için, devrimci süreci şekillendirmesi gereken – parti-devlet değil – bu organlardır. Merkezi yapılar kitle mücadelelerine üstten dayatılmaz, aksine bu mücadelelerden koordinasyon mekanizmaları olarak ortaya çıkarlar. Bürokratik merkeziyetçiliğin baskıcı istilasını püskürtebilecek ve devrimci pratiğin can damarı olan kolektif katılımı etkinleştirebilecek olan; yalnızca, demokratik itkilerin bütünüyle gerçekleştirilebileceği gündelik varoluşun her alanındaki halk kurumlarıdır.

Çeviri: Kara Kızıl Notlar

Düzeltmeler: Nehir Kayıkçı / Yeryüzü Postası

Kaynak: Marxism, Prefigurative Communism, and the Problem of Workers’ Control


[1] Stanley Moore, Three Tactics: The Background in Marx (New York: Monthly Review Press, 1963).

[2] George Lukacs, Lenin (Cambridge, Mass., MIT Press, 1971), Passim.

[3] Francois George, “Forgetting Lenin”, Telos #18 (Winter, 197374). Ayrıca bkz. Frederic ve Lon Jean Fleron, “Administrative Theory as Repressive Political Theory: The Communist Experience”, Telos #12 (Summer, 1972), s. 89-94.

[4] Bkz. the Flerons, age., ve Ulysses Santa-Maria & Alain Manville, “Lenin and the Problems of Transition”, Telos #27 (Spring. 1976), s. 89-94.

[5] Svetozar Stojanovic, Between Ideals and Reality (New York: Oxford University Press, 1937), böl. 3.

[6] Örneğin İtalyan Komünist Partisi siyasal “demokratikleşmeye” ve ekonomik “modernizasyona” dayalı iki uçlu bir stratejiyi savunuyor. İlk amaç, parlamentonun ve yerel iktidarların merkezi yönetim karşısında yeniden canlandırılmasını; daha sağlıklı bir profesyonel devlet hizmeti inşa ederek hükümetteki hamiliği, yolsuzlukları, israfı ve adam kayırmacılığı yok edilmesini; kamu kurumlarının daha açık ve erişilebilir hale gelmesini ve ulusal bir “demokratik planlama” sisteminin geliştirilmesini kapsıyor. İkincisiyse İtalyan kapitalizminde geri kalmışlığın ve asalaklığın izlerini silerek üretimi akılcılaştırmayı; tekel iktidarını güçsüzleştirmeyi ve “çarpıtılmış ayrıcalıklar” üstünde sınırlamalar getirmeyi; devletin bilimsel ve teknik programlarını geliştirerek üretken verimliliği desteklemeyi; tarımsal üretimi modernleştirmeyi ve geniş bir refah sistemi oluşturmayı kapsıyor.

[7] Maria A. Macciocchi’nin PCI’nin milletvekili adayı olarak deneyimine dayanarak aktardığı gibi seçim kampanyaları şovlara ve yüzeysel bayağılıklarla dolu retorik yarışmalarına dönme eğilimindedir. Kendisi, maddi konuları ortaya atmakta büyük bir zorluk çekmişti çünkü PCI seçim bölgesindeki seçmenlerden alacağı yeni oyları tehlikeye atmaktan çok korkuyordu. Bkz. M.A. Macciochi, Letters from Inside the Communist Party to Louis Althusser (London: New Left Books, 1973), Passim.

[8] Bkz. C.George Benello, “Anarchism and Marksism”, Our Generation (vol. 10, no. 1, fall. 1974), s. 5556.

[9] Andre Gorz, ed., The Division of Labor (Atlantic Highlands, N.J.: The Humanities Press, 1976), s. xi.

[10] Bkz. S.A. Marglin, “What do Bosses do?”, Gorz, age. içersinde. Modern toplumlarda bu bürokratik tahakküm artarak gündelik hayatın çoğu alanını o derece ele geçiriyor ki kitlelerin psikolojisinin bir parçasına dönüşüyor. Bkz. Henry Jacoby, The Bureaucratization of the World (Berkeley: University of California Press, 1973), s. 189.

[11] Yerel konseylerin proleter özneliğin gelişimini teşvik etmedeki – ve siyasal kaderciliğin aşılmasına yardımcı olmadaki – rolünün altı çizilmelidir. Bu, Ordine Nuovo döneminde Gramsci’nin konseyler vizyonunda merkezi bir yere sahipti. Gramsci, Onların başlıca katkılarından birinin işçiler arasında bir “üreticiler psikolojisi” yerleştirmesi olarak görüyordu. Bu aynı zamanda Pannekoek ve Alman konsey hareketinde de bulunan bir temaydı. Aronowitz bunu fabrika bürokrasisi ve aile yoluyla yaratılan otoriter kişiliğin altını oymaya yönelik bir itki olarak değerlendirir. Bkz. Stanley Aronowitz, “LeftWing Communism: The Reply to Lenin”, in Dick Howard and Karl Klare, eds., The Unknown Dimension (New York: Basic Books, 1972). Ayrıca bkz. Daniel Kramer, Participatory Democracy (Cambridge, Mass.: Shenkman, 1972), ch. 7.

[12] Cornelius Castoriadis, “The Hungarian Source”, Telos #30 (Winter 197677), s. 15.

[13] Petrograd sovyetinin ılımlı karakteri için bkz. Oskar Anweiler, “The Political Ideology of the Lea ders of the Petrograd Soviet in the Spring of 1917”, in Richard Pipes, ed., Revolutionary Russia (New York: Doublcday and Co.. 1969). s. 148.

[14] Sovyetler ve fabrika komiteleri arasındaki ayrım için bkz. Peter Rachleff, “Soviets and Factory Committees, in the Russian Revolution”, Radical America vol. 8, no. 6. Nov.Dec., 1974, özellikle s. 94, 103.

[15] Bkz. Dietrich Geyer, “The Bolshevik Insurrection in Petrograd”, ve John Keep, “October in the Provinces, in Pipes, age., s. 24546.

[16] Bkz. Robert V. Daniels, The Conscience of the Revolution (New York; Simon and Schuster, 1969), s.84. Daniels bu süreci bürokratik merkeziyetçiliğe doğru evrimde önemli bir dönüm noktası olarak görür.

[17] Bu dönemin ekonomik stratejisi, Bolşevik kontrolü azamileştirmek için dizayn edilmiş genel militanlık stratejisinde aslında tali bir role sahiptir. Bkz. Daniels, age., s. 12125 ve Maurice Brinton, “The Bolsheviks and Workers’ Control (London: Solidarity, 1970). s. 46. [Türkçe çevirisi: Brinton, M. (1990). Bolşevikler ve İşçi Denetimi: 1917’den 1921’e Karşıdevrim. İstanbul: Ayrıntı Yayınları]

[18] Bu gelişimin ayrıntılı bir incelemesi için bkz.: Brinton, age., s. 1547.

[19] Alıntılandığı yer: Paolo Spriano, The Occupation of the Factories: Italy 1920 (London: Pluto Press, 1975), s. 123.

[20] Gwyn Williams, Proletarian Order (London; Pluto Press, 1975). s. 253.

[21] Alman konsey hareketiyle kriz teorisi arasındaki ilişki üstüne bkz. Sergio Bologna, “Class Composition and the Theory of the Party at the Orgin of the WorkersCouncil Movement”, Telos #13 (Fall, 1972), s. 26

[22] Bologna, age., s. 6

[23] Guido De Masi ve Giacomo Marramao, “Councils and State in Weimar Germany”, Telos #28 (Summer 1976), s. 27

[24] Bkz. Brian Peterson, “Workers Councils in Germany, 19181919”, New German Critique No. 4 (Winter 1975), s. 12223.

[25] Gorz, “Technology, Technicians, and the Class Struggle”, in The Division of Labor, s. 174.

[26] Pannekoek’in teorileri için bkz. Richard Gombin, “The Origins of Modern Leftism” (London: Penguin Books, 1975), s. 8897, ve Aronowitz, age.

[27] Gelişmiş endüstri ülkelerinde fabrika konseylerinin bir analizi için bkz. Adolf Sturmthal, Workers’ Councils (Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1964), bölümler 46.

[28] Bu gelişmeler Murray Bookchin tarafından incelenmiştir: Murray Bookchin, ‘Reflections on Spanish Anarchism’, Our Generation vol. 10. no. 1, Fall, 1975. s. 2435, ve Daniel Guerin, Anarchism (New York; Monthly Review Press), s. 139143.

[29] Castoriadis, age., s. 714. Şöyle der: “Paris Komünü’nün ilk haftalarındaki gibi Macaristan olayları da üç bin yıllık Mısır tarihinden daha önemlidir, çünkü yeni bir toplumu prefigüre ederek iş ve siyasete ilişkin miras alınan felsefelerden radikal bir kopuşu gerçekleştirdiler.” Age., s. 14. [d.n. “prefiguring a new society” tabirini prefigüre etmek olarak bıraktım.]

[30] Bu eğilim Avrupa’dan ziyade ABD’de daha belirgindir. Avrupa’da Marksizm’in güçlü varlığı yeni solun kendiliğindenciliğinin aşırı uçlarını törpülemiştir. Örneğin, Avrupa’daki parlamento-dışı/karşıtı hareketlerce verili olarak kabul edilen işçi denetimi ve özyönetim amaçlarına bağlılık ABD’de çok az dikkat çekmiştir. Bkz. James Weinstein, The Ambiguous Legacy (New York: New Viewpoints, 1975). bölüm 7.


Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir