Planlama ve Anarşi – Jasper Bernes

Merkezi planlama mı?! Bilgisayarlar bunu yapabilir!!! Günümüz solunu harekete geçiren sezgiler arasında, güçlü yeni bilgisayar teknolojilerinin, “gerçekte var olan” sosyalist devletlerin kızıl gözlü merkezi planlamacıları için daha önce üstesinden gelinemeyen hesaplama sorunlarına bir çözüm sunduğu hissini oldukça üst sıralara koymalıyız. Leigh Phillips ve Michal Rozworski’nin Nick Srnicek ve Alex Williams’ın Inventing the Future ve Paul Mason’ın Postcapitalism gibi önde gelen kitaplarında dile getirilen bir argüman çizgisini tekrarlayan son kitabı The People’s Republic of Walmart’ın ana fikri aşağı yukarı budur. Walmart ve diğer şirketler, “devasa ölçekteki ekonomik planlamanın, veri sonsuzluğunun üstesinden gelmenin mümkün olduğu varsayılsa bile, teknolojik ilerlemenin yardımıyla pratikte gerçekleştirildiğini” göstermektedir.

Planlama ve hesaplama arasında bağlantı kurmak elbette neredeyse totolojidir. Kayıtlı bir program, bir dizi plan değilse hiçbir şeydir. İlk bilgisayarlar, ordu gibi merkezi olarak planlanmış kurumlarda kaynakların optimum kullanımına ilişkin soruları çözmeye adanmıştı. Yirminci yüzyıl boyunca bilgisayar teknolojisi ve planlama tekniği el ele gelişti ve Savunma Bakanlığı’nın cömert yatırımlarıyla beslendi. İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden on yıllarda, bu faaliyetlerin çoğu sibernetiğin disiplinler arası alanında gerçekleşti ve orduyu ve teknolojik programlarını bir dizi özel sektör ve sivil toplum girişimine bağladı. Sibernetik, teknokratlar ve şirket yöneticileri arasında popülerdi çünkü plan yapmak için daha verimli yollar sunuyor, karar vermeyi otomatikleştiriyor gibi görünüyordu. Ancak bu yeni verimli yöntemler aynı zamanda daha demokratik ve yukarıdan aşağıya karar almaya daha az bağımlı olduğu için solcu planlamacıların da ilgisini çekti. Burada bir mihenk taşı, Salvador Allende’nin sosyalist hükümeti için inşa edilen ve kamulaştırılmış ekonominin planlamacılarına üretim hakkında gerçek zamanlı bilgi sunan Stafford Beer’in CyberSyn’idir. Pratik bir başarıdan çok retorik bir başarı olan CyberSyn, bugün pek çok kişi için eşitlikçi, bilgisayar tarafından planlanan ekonomilerin piyasanın yerini aldığı karşı-olgusal bir tarih vizyonu sunuyor. Ancak sibernetiğin altın çağından bu yana bilgisayar ve bilgi teknolojileri, toplumsal yaşamın giderek daha fazla yönünün piyasanın koordinasyonuna teslim edildiği bir kapitalizme büyük ölçüde yardımcı olmuştur. Bu durum, bilişim ve planlamanın ortak kaderini kavramayı zorlaştırmaktadır. Planlama ve piyasayı birbirinin karşıtı olarak ele alırsanız, Uber ya da Amazon’un algoritmalarını planlama algoritmaları olarak görmekte zorlanabilirsiniz, ancak kesinlikle öyledirler.

Sorunun bir kısmı bu terimle neyi kastettiğinizle ilgili. Planlama, özellikle Marx’ın kendi düşüncesinde ve daha geniş anlamda on dokuzuncu yüzyıl sosyalizminde merkezi bir öneme sahipti, ancak her zaman özel olarak özgürleşimci bir durumla bağlantılıydı. Marx’ın yazılarında planlama, insan faaliyetlerinin piyasalar tarafından kaotik ve savurgan bir şekilde koordine edilmesine, piyasaların anarşisine ve aynı zamanda kapitalizm öncesi toplumsal ilişkilerin doğrudan, kişisel tabiiyetine bir alternatif sunar. Komünizmde ve komünizm olarak planlama, toplumsal faaliyeti yalnızca meta fetişizminin gizemlerini aşarak şeffaflaştırmakla kalmaz, aynı zamanda izlenebilir hale getirir: “Marx, Kapital’de “meta fetişizmi” üzerine ünlü sözlerinde “Toplumsal yaşam sürecinin yüzündeki örtü, özgürce birleşmiş insanlar tarafından üretilinceye ve onların bilinçli ve planlı denetimi altında duruncaya kadar kaldırılmaz” diye yazar. Bir askeri levazım subayının planlaması, Marx’ın vizyonundaki planlamaya hiç benzemediğinden, ilgili geniş insan kitlesine -bu durumda askerlere- ne şeffaflık ne de izlenebilirlik sunduğundan, zaten bir tür ayrım gereklidir. Bu standartlara göre değerlendirildiğinde, günümüzün algoritma ile planlaması, insan faaliyetlerinin tartışmalı bir şekilde piyasanınki kadar opak ve zor bir koordinasyonunu sunmaktadır. Marx’ın sunumunda planlama hem epistemolojik hem de pratik sorulara aynı anda yanıt verir: hem bilmenizi hem de yapmanızı, görmenizi ve kontrol etmenizi sağlar. Ancak bu, şeffaflığın (meta perdesinin kaldırılması) otomatik olarak izlenebilirlik anlamına geldiği ya da bunun tersinin geçerli olduğu anlamına gelmez. Göreceğimiz gibi, sibernetik planlamanın şu andaki yanlış vaatlerinin ve kafa karışıklıklarının çoğu, bilgi sorularının pratik kontrol sorularıyla karıştırılmasından kaynaklanmaktadır.

Gerçekte var olan sözde sosyalist ülkelerde yürütülen planlama genellikle hem şeffaf değildi hem de verimsizdi ve piyasa kadar büyük bir anarşiyle boğuşuyordu. Planlamacılar kaynakların konumu ve göreceli değerleri hakkında bilgi sahibi değildi, ancak belki de daha önemlisi, bu kaynakları yeniden tahsis etmek için net bir mekanizmaları yoktu. Planlama ile ilgili pek çok tartışma “sosyalist hesaplama sorunu” üzerine odaklanmıştır, ancak bunu yaparken şu noktayı gözden kaçırmaktadır: hesaplama ile ilgili sorunlar sadece başlangıçtır. Hesaplama sorunlarının altında çok daha derin örgütsel meseleler yatmaktadır. Planlamada söz konusu olan, basitçe tüm kaynakların ve tüm ihtiyaçların emek zamanı ya da başka bir sayısal işaret olarak kaydedilip ölçülemeyeceği, bu verilerin şeffaflığı ya da tek bir ölçü açısından okunabilirliği değildir. Daha önemli olan soru kontrolle ilgilidir; bu ölçünün, gelişen ihtiyaçları karşılamak için bu kaynakların dağılımında değişiklikleri etkileyip etkileyemeyeceği ve nasıl etkileyeceğidir. İşin içinde insan olduğu sürece, bu yalnızca matematiksel formüller ve hesaplama algoritmalarıyla çözülecek teknik bir sorun değil, sınıf mücadelesiyle çözülecek politik bir sorundur.

Hesaplamadan Kontrole

Yüzyılın ortalarında mikroekonomi “sosyalist hesaplama” sorusuyla çalkalanıyordu. Friedrich Hayek’ten daha az merkezi olmayan bir şahsiyet, böyle bir hesaplamanın imkansız olduğunu göstermeyi birincil polemik görevi olarak belirledi. Léon Walras’ın on dokuzuncu yüzyılın sonlarında geliştirdiği ve daha sonraki iktisatçıların çalışmalarının merkezinde yer alan genel denge teorisi, piyasanın işleyişini, deneme yanılma (tâtonnement) süreciyle arz ve talebi eşleştiren metaforik tellal ya da müzayedeci figürü üzerinden tarif etmişti. Tek bir varlığın deneme-yanılma uyumu için gerekli tüm bilgilere sahip olabileceği fikri, belki de şaşırtıcı olmayan bir şekilde, Oskar Lange gibi sosyalistler tarafından benimsenmiş ve merkezi planlamanın anti-kapitalist ve pro-kapitalist eleştirilerine yanıt verirken Walrasyen “müzayedeci” figürünü gerçek anlamda kullanmışlardır. Hayek’in bu yaklaşıma yönelik ustaca meydan okuması, hesaplama olasılığına değil, bu hesaplamaların yapılabileceği verilerin doğru bir şekilde toplanmasının ve merkezileştirilmesinin zorluğuna odaklanıyordu. Hayek için para son derece hassas, neredeyse mistik bir araçtı; zira fiyat sinyallerinin, üretkenlik ya da arz ve talepteki temel değişikliklerin asgari ve evrensel olarak anlaşılabilir endeksleri olarak hizmet etmesine izin veriyordu ki bunlar ancak merkezi bir havuz tarafından büyük zorluklarla toplanabilirdi ve anlaşılabilir olmaları için çok yerel ve gömülü anlayış biçimleri gerektirebilirdi. Bir durumda, belirli bir malın fiyatındaki artış -Hayek kalay örneğini veriyor- yeni bir talep yaratan yeni bir endüstriyel uygulamayı yansıtır; başka bir durumda, yakındaki madenlerde arzın tükenmesinden kaynaklanır. Ancak böyle bir bilgi her yerde herkes için gerekli değildir. Muhtemel kalay alıcılarının bilmesi gereken tek şey, kaynaklar ve işgücü için temel arz ve talep koşullarının değiştiğidir. Fiyat, herkesin her şeyi bildiğini varsaymaksızın herkesin bilmesi gerekenleri öğrenmesine olanak tanır.

Hayek’in zamanında, her ekonomik konumdaki ham, ara, bitmemiş ve bitmiş malların gerçek miktarları hakkında doğru bilgi toplamak ve iletmek zor ve belki de imkansız görünüyordu. Daha da zoru, bu malların potansiyel miktarlarını inceleyerek göreli fiyatları hesaplamak ya da bu kaynakların gelecekteki optimal dağılımını belirlemek için bu bilgileri kullanmaktı. 1940’ın bilgi teknolojisi kesinlikle böyle bir göreve uygun değildi ve bunun yerine Lange ve Lerner’in sistemi, planlamacıların söz konusu malların gerçek göreceli değerlerini test etmek için kullanabilecekleri yaklaşık veya “deneme” fiyatlarını içeriyordu, tıpkı bir hava balonunun rüzgarın yönünü test etmek için kullanılabileceği gibi. Seksen yıl sonra bugün, merkezi planlama savunucuları Hayek’in argümanını Hayek’e karşı kullanmakta ve nihayet bu tür hesaplamaların en gelişmiş algoritmik teknikler kullanılarak yüksek güçlü bilgisayarlar tarafından yapılabileceği noktaya yaklaştığımızı öne sürmektedirler. Daha da önemlisi, merkezi planlama savunucuları, envanter kontrolü ve yönetimi teknolojileriyle lojistik devriminin, üretim ve dolaşımdaki mal miktarlarının gerçek zamanlı olarak izlenmesi kapasitesini ortaya koyduğunu öne sürmektedir. Hayek’in argümanının en güçlü yanı, “sahadaki adamın” üretim hakkında yerel, teknik sistemlerle somutlaştırılmış bir etkileşimden soyutlanamayacak şeyler bildiğiydi. Belki de Lange ve Lerner’in algoritmik varisleri, artık devrelerin ve sensörlerin sahadaki işçiler kadar ya da onlardan daha fazlasını bilebileceği bir çağa girdiğimizi öne sürüyorlar.

Hayek’in konuyla ilgili en iyi bilinen makalesi olan “Toplumda Bilginin Kullanımı”, o dönemde gelişmekte olan sibernetik söylemiyle paylaştığı unsurlar açısından her zaman çarpıcı olmuştur. Fiyat mekanizmasını, Claude Shannon ve Warren Weaver’ın geliştirmekte olduğu matematiksel iletişim teorisinin bazı unsurlarını öngörerek, “bir mühendisin birkaç kadranın ibrelerini izleyebileceği gibi, bireysel üreticilerin yalnızca birkaç ibrenin hareketini izlemesini sağlayan bir telekomünikasyon sistemi” olarak tanımlar. En acımasız şekilde özetlemek gerekirse, sibernetik, hayvanları, insanları, makineleri, organizasyonları ve hatta tüm ekonomileri kapsayacak kadar genel, kendi kendini yöneten veya amaçlı varlıklara ilişkin bir teori öne sürmüştür. Bir varlığın sibernetiğin çok basit anlamıyla amaçlı ve kendi kendini düzenleyen olarak nitelendirilebilmesi için üç kapasiteye sahip olması gerekir: bilgi aldığı bir algılayıcı ya da alıcıya, dünya (ya da kendisi) üzerinde eylemde bulunabileceği bir efektöre ve alınan sinyalleri gerçekleştirilen eylemlere dönüştüren bir hesaplama ya da aracılık mekanizmasına, bir işlemciye sahip olmalıdır – uzuvlar, gözler ve kulaklar, beyin. Gerçekleştirilen eylemler yeni sinyaller ürettiği ve bunlar da yeni eylemler ürettiği için, böyle bir varlığı kendi üzerinde hareket eden, kendi kendini organize eden ve kendi kendini düzenleyen, “amaçlı olarak inşa edilmemiş bir sisteme amaçlılık görüntüsü” veren bir varlık olarak görebiliriz. Bu, geri bildirim teriminin ya da Norbert Wiener’in yardımcı bir şekilde “döngüsel nedensellik” olarak tanımladığı şeyin kökenidir: eylemin etkileri aktöre bilgi geri besler ve bu nedenle daha fazla eylem üretir, böylece aktörün kendi üzerinde hareket ettiği söylenebilir. Sibernetik için kontrol ve iletişim, şeffaflık ve izlenebilirlik bir ve aynı şeydir, çünkü alınan sinyaller derhal eyleme dönüştürülür, daha fazla sinyal üretilir ve bu böyle devam eder. Hayek’in telekomünikasyon açısından “fiyat sistemi” tanımının sibernetik hatlarını çizmek gerekirse, kapitalizmde paranın, en azından rekabetçi piyasalar ve kar peşinde koşan aktörler varsaydığımız ölçüde, hem sensör hem de efektör olduğunu söyleyebiliriz. Bir sensör olarak para, Hayek’in telekomünikasyon olarak fiyat konusundaki sözlerini yorumlayanların “fiyat sinyalleri” olarak adlandırdıkları şeyi kaydederek çeşitli malların değerini ölçer. Alınan bu sinyaller daha sonra çeşitli kapitalistlerin davranışlarını motive eder. Sibernetik terimlerle, sinyal işlenir ve eylemler gerçekleştirilir. Eğer bir malın fiyatı bileşen mallara göre çok yüksekse, kapitalistler bu üretim koluna girerek arzı artıracaktır. Ya da eğer bu mala girdi olarak bağımlı üreticiler iseler, bu maldan tasarruf etmek için daha çok çalışacak ya da bu maldan tamamen vazgeçen yeni bir üretim tekniği kullanacaklardır. Her iki durumda da kapitalistler daha fazla pazar payı elde etmek ya da düşük fiyattan satmaktan kaçınmak için fiyatlarını ayarlayacak, bu da yeni bir fiyat sinyaline ve yeni eylemlere yol açacak ve bu böyle devam edecektir. Sonuç, insanların gerçek ihtiyaçlarına çoğu zaman kayıtsız kalsa da, arzı etkin talebi karşılayacak şekilde ayarlayan ve kaynakları (işgücü dahil) ihtiyaç duyulan üretim hatlarına -insanların gelişmesi için olmasa da kar amacıyla- en üretken ve dolayısıyla karlı tekniği seçerek taşıyan ekonomik koordinasyondur. Bu, makroekonomik kararları alan tek bir kişi olmadan gerçekleşir; “üreticilerin arkasından” gerçekleşir ve aslında, dağıtılmış karar alma mekanizmasına bağlı oldukları için hiçbir üretici bu tür bir gelişmenin gidişatını değiştiremez.

Gerçekte var olan sosyalizmdeki merkezi planlama, karşılaştırıldığında, her düzeyde bozuktu. Çalışmayan bir makineydi. Hesaplama tartışmasının her iki tarafındaki varsayım, bunun yukarıda ima edildiği gibi kontrolle ilgili bir sorundan ziyade öncelikle ölçüm ve hesaplama ile ilgili bir sorun olduğudur. Sibernetik terimlerle ifade edecek olursak, makinenin kötü sensörleri ve kötü bir işlemcisi vardı; malların göreceli değerini ölçemiyor, hatta nerede ne kadar üretildiğini bile bilemiyordu. Bu kesinlikle doğru olsa da, gerçekte var olan merkezi planlamanın en ciddi kusurları, figüratif efektörleri tarafındaydı. Planlamacıların ellerindeki bilgilere göre hareket etmeleri için güvenilir bir yolları, üretici birimlerin ve tüketicilerin ihtiyaçlarına göre kaynakları dağıtmaları ve yeniden tahsis etmeleri için bir yolları yoktu. Donald Filtzer’in Sovyet İşçileri ve Stalinist Sanayileşme adlı mükemmel kitabında açıkça ortaya koyduğu gibi, SSCB’de üst düzey yönetim tarafından belirlenen planı uygulamaktan sorumlu yöneticiler, ücretin emek disiplininin yerini alabilecek ve iş yerinde uyumu sağlayabilecek hiçbir şeye sahip değildi. İnsanlar hayatta kalmak için para kazanmak amacıyla çalışmak zorunda olsalar da, kapitalizmde olduğu gibi, kötü işçi oldukları ortaya çıktığında kolayca işlerinden çıkarılıp kendi hallerine bırakılamazlardı:

Çıkarlarını kolektif olarak savunmak için herhangi bir araçtan yoksun olan işçiler, işgücü kıtlığı ve ardından geleneksel işgücü piyasasının çöküşü, özellikle de işsizlik tehdidinin ortadan kalkmasıyla, bireysel emek süreçleri, özellikle de çalışma hızları, işlerini nasıl organize ettikleri ve ürettikleri ürünlerin ya da gerçekleştirdikleri operasyonların kalitesi üzerinde önemli ölçüde kontrol sahibi olacak bir konuma geldiler.

Emek hem hak hem de görevdi ve sonuç olarak Sovyet fabrikaları emek tasarrufu yerine emek israfına yol açtı. Verimlilik düştü, fabrikalar kusurlu mallar üretti ve yöneticiler plan tarafından belirlenen hedeflere ulaşmanın imkansız olduğunu gördü. Alt üreticiler için bu, diğer sorunları çözebilseler bile hedefleri tutturmak için ihtiyaç duydukları kaynaklara sahip olmadıkları anlamına geliyordu ve bu da onları kıtlık beklentisiyle kaynakları istiflemeye ve stoklamaya yöneltti. Genel sonuç, planlamacıların, yöneticilerin kaynakları plan doğrultusunda tahsis etmelerini sağlama konusunda çok az umuda sahip olmalarıydı. Kapitalizmde kaynakların dağılımı, işçilerin hayatta kalmaya yönelik davranışları ve kapitalistlerin kar arayışları tarafından etkilenir. Gerçekte var olan sosyalizmde böyle bir mekanizma yoktur. Chris Arthur, Filtzer ve Ticktin’e dayandırdığı bir makalesinde Sovyet ekonomisini “ yaysız bir saat” olarak tanımlamaktadır. Arthur, devrimi takip eden yıllarda Bolşeviklerin kapitalizmden fiziksel altyapısını, fabrikayı ödünç aldıklarını, kaynakların dağıtımı için kapitalist mekanizmaları -fiyat, ücret, kar, rekabet- ortadan kaldırdıklarını, kapitalizmin motorunu etkili bir şekilde ortadan kaldırdıklarını ve planlamacıları şiddet ve kaba teşvik yapıları uygulayarak dişlileri döndürmeye çalışmak zorunda bıraktıklarını savunuyor. Arthur için biçim ve içerik birbirinden ayrılamaz. Fabrika, “değer yasası”nın cisimleşmiş halidir, fiziksel şekli değerin biçimiyle uyumludur ve bu nedenle, bir saatin yayını çıkardıktan sonra elektrik prizine takmayı bekleyemeyeceğiniz gibi, onun kalbine yeni bir motor takmayı da bekleyemezsiniz. Bazı yorumcular yanlış bir şekilde değer kabuğunun varlığını sürdürmesinin SSCB’de değer yasasının hala işlediği anlamına geldiği sonucuna varmışlardır. Ancak SSCB’nin planlama yoluyla sunduğu şey, bazılarının sandığı gibi “devlet kapitalizmi” değil, kapitalizmin zayıf bir taklidiydi; büyüme gibi bazı özelliklerini yeniden üretmeye çalışırken, piyasa için kâr odaklı üretimin temel unsurlarını ortadan kaldırıyordu.

Filtzer ve Arthur’dan çıkarılacak temel sonuç, planlamanın komuta, kontrol ve karar meselesinden ayrı tutulamayacağıdır. Marx geleneğindeki merkezi planlama savunucuları sık sık Auguste Comte’un Friedrich Engels tarafından ünlü bir şekilde tekrarlanan, rasyonel bir toplumda “insanların yönetimine” gerek kalmayacağı, sadece “şeylerin yönetimine” ihtiyaç duyulacağı iddiasından alıntı yapacaklardır. Ancak insanlar bir şeylerin üretiminde yer aldıklarına ve bu şeylerin nihai amaçları insanların ihtiyaç ve arzularını tatmin etmek olduğuna göre, şeylerin idaresi ile insanların idaresini birbirinden ayırmak o kadar kolay değildir. SSCB’nin insanları yönetmek için bozuk bir sistemi vardı ve bunu kapitalizmden miras kalan bir makinenin kollarını hareket ettirmek için şiddete ve çoğu zaman karşılıksız şiddete dayanarak mantıksız bir şekilde yaptı. Ancak belki de bu tür bir yönetimin pek çok rasyonel versiyonu özgürleştirici hedeflere aykırı görünecektir? SSCB’nin kendisi için belirlediği şartlarda sabitlenmesini ister miydik? Planın uygulayıcıları olarak insanlara basitçe nereye gideceklerinin, ne yapacaklarının, nasıl yapacaklarının söylendiği bir durum ister miydik? Böyle bir komuta ve kontrol direniş üretmez mi? Devrimci bir projenin özlemlerine ve ideallerine ihanet etmeden bu durum nasıl ele alınabilir?

İnsanların Makineler Tarafından Yönetilmesi

İçinde bulunduğumuz tarihsel dönem bu tür soruları ön plana çıkarmıştır. SSCB’de kaynakların tahsisine yönelik bir sistem olarak para, değer, piyasa ve kârın yerini alacak işlevsel bir yol yokken, bugün bu tür mekanizmalara sahip olmamız mümkündür. Ancak bu arzu edilir mi, yoksa kapitalizm ve daha geniş anlamda sınıflı toplum hakkında tahammül edilemez bulduğumuz şeylerin çoğunu yeniden mi üretir? Guardian ve Financial Times gibi yayınların medya teorisyenleri ve yazarları Google Gosplan ya da Gosplan 2.0 olarak adlandırdıkları, Google, Amazon, Facebook ve Apple gibi büyük “platformların” o kadar büyüyecekleri ve kendi iç algoritmik hesaplamalarının fiyat sistemi için vekil olarak işlev görebileceğinden bahsetmeye başladılar. Financial Times’ın Alphaville Blog’undan Izabella Kaminska’ya göre bu terim, bu platformların Sovyet ekonomisinin verimsizliklerini ve çarpıklıklarını yeniden üretme yollarını belirtmek için kullanılıyor. Hayekian açıklamasına göre, bu sağlayıcılar artık değerli ancak fiyatlandırılmamış kullanıcı bilgileri karşılığında rutin olarak ücretsiz hizmet verdiğinden, platformlar fiyat sinyalini bozmuştur. Tescilli bilgi elde etmek için hizmetleri sübvanse ederek, fiyat sinyalinde yer alan kamusal bilgiyi tehlikeye atmaktadırlar. Bu nedenle, değişen üretkenlik koşulları altında arz ve talep, kanıtlanabilir gelir kaynakları olmadan Silikon Vadisi şirketlerine aktarılan servet dağlarının da gösterdiği gibi, artık yatırım dağılımını düzenlememektedir. “Kaminska, “Teknokrat bir elitin, ekonomik planlama ve tahsis kararlarını, piyasadan gelen net maliyet fiyatı sinyalleri yerine, kişisel davranışlar, statü ve ayrıcalıklara ilişkin öznel yorumlarına, kime fazla fiyat vermenin ve kimi sübvanse etmenin adil olduğuna dayanarak verdiği bir dünyaya geri dönüyoruz” diye yazıyor.

Guardian’ın sayfalarında Kaminska’nın çalışmasına atıfta bulunan Evgeny Morozov, durumu Silikon Vadisi feodalizmi olarak tanımlıyor ve Google gibi platformların “sonunda dünyanın üzerinde işlediği temel altyapıyı işleteceğini” ve bir zamanlar lordların ve kralların yaptığı gibi kira talep edeceğini düşünüyor. Ancak ona göre bu altyapının “başka bir Gosplan 2.0… fiyat sisteminin dışında işleyen kamu hizmetleri sunmak için tüm bu sensörleri, algoritmaları, veri tabanlarını ve gerçek zamanlı koordinasyonu kullanan bir altyapı” için kullanılmaması için hiçbir neden yok. Morozov’a göre Google’ın Gosplan’ının sorunu hesaplamanın kendisi değil, “tüm optimizasyon çabalarının tek bir hedefe yönelik olması: kar maksimizasyonu.”

Bu belki de Kaminska’nın okuyucuları için makul bir sonuçtur, çünkü onun analizi Google gibi platformların bilgiyi özelleştirdiği gerçeğinden yola çıkmaktadır. Buradaki varsayım, yeterli hesaplama için gerekli olan bilginin mevcut olduğu, ancak özelleştirildiği yönündedir. Büyük platformlar bu bilgiyi tescilli ürünlere dönüştürmekte ve dolayısıyla fiyat sinyalini zayıflatmaktadır, artık serbestçe dağıtılan bir meta endeksinden ziyade bir meta haline gelmiştir. Eğer bu bilgiler özgürce paylaşılsaydı, sonuçlar çok farklı olabilirdi. The Stack adlı kitabında planlama olarak platform kavramına onlarca sayfa ayıran Benjamin Bratton da benzer sonuçlara varıyor ve bu bilgi şirketlerinin mevcut organizasyonunu sosyalist hesaplamanın uzun geçmişiyle ilişkilendirerek “sevgili ve korkulan Google Gosplan’ımızı” “komünizmin enkazından türeyen bir çiçek” olarak tanımlıyor. Bratton, bu platformların sadece sosyalist hesaplama sorununu değil, aynı zamanda kapitalist hesaplama sorununu da çözebileceğini, bir tür “sentetik kataloksi” (Hayek’in fiyat sisteminin mucizevi, merkezi olmayan koordinasyonu için kullandığı terim) üretebileceğini ve kapitalizm tarafından tipik olarak “dışsallıklar” olarak ele alınan uzun vadeli maliyetleri yeterli bir şekilde fiyatlandırabileceğini düşünüyor. Bratton, Google Gosplan’da “ne piyasa idiokrasisine ne de loş bürokratik atalete değil, seçilmiş bir algoritmik filum ve onun motive olmuş Kullanıcılarının iştah ve ifadesine bağlı bir projeksiyon, tepki, optimizasyon, otomasyon mekanizması, değerleme ve muhasebeden bahsetmeye bile gerek yok” görüyor. Karşılaştığımız pek çok projeksiyonda olduğu gibi Bratton da neredeyse yalnızca ölçü ve temsil sorununa odaklanırken kontrol sorununa çok az değiniyor. Platformların platformu olarak Google Gosplan, çağdaş enformatik yığının “adres katmanının” bir parçası, “nesnelerin ve olayların” “insanların fiziksel mekânı ve süreyi algıladıkları ölçekleri çok aşan bir ayrıntı düzeyiyle” kaydedildiği ve sermaye tarafından bir araya getirilen varlıkların ve borçların ayrıştırılmasına, en küçük hızların ve arzuların izlenmesine olanak tanıyan bir “derin adres” ufkunun bir parçası olarak tartışılıyor. Ancak bu bir kez daha planlama sorunlarını ölçüm ve kayıt sorunlarıyla, insanların yönetimini şeylerin yönetimiyle bir araya getirmektedir.

Bratton’un Google Gosplan’ın yapabileceğini öne sürdüğü gibi optimizasyon yapmak, sadece verili kaynakların potansiyel kullanımlarının hesaplanmasını ve sadece bu kaynakları (emek ve ara mallar) bir üretim hattından diğerine kaydırma gücünü gerektirmez. Aynı zamanda neyin optimize edilmek istendiğine dair bir karar verilmesini de gerektirir. Kâr mı? Yoksa katma değer mi? Ya da üretkenlik mi? Ya da insan refahının sentetik bir ölçüsü mü? Bu değişkenler ile elbette farklı ihtiyaç ve arzulara sahip olacak katılımcıların gerçek refahı arasındaki ilişki nedir? Sosyalist hesaplama literatüründeki cevaplar gerçekten de çok zayıftır ve çoğu bu tür sorulardan tamamen kaçınmaktadır. Sorun, sosyalist hesaplama tartışmasında söz konusu olan hesaplamanın bir dizi farklı işleme atıfta bulunmasıdır. Bazen tartışma, bir ekonomideki her metanın değerinin, çalışma saatleri ya da petrol varilleri gibi belirli bir standarda göre hesaplanıp hesaplanamayacağı etrafında dönmektedir. Eğer yirmi milyon farklı mal türü varsa, böyle bir hesaplama için yirmi milyon satıra yirmi milyon sütundan oluşan ve herhangi bir malın (örneğin benzin) bir birimini üretmek için gereken diğer malların birimlerini detaylandıran bir matrise ihtiyaç duyulacaktır. Buna girdi-çıktı matrisi denir. Şu anda Kaminska, Morozov ve Bratton’un tarif ettiği platformlar bu bilgileri toplamıyor. Amazon, stokladığı ürünleri üretmek için ne kadar zaman ya da elektrik harcadığına dair hiçbir bilgiye sahip değildir; Hayek’in de açıkça belirttiği gibi, bu tür bilgiler gereksizdir – Amazon’un kapitalist bir firma olarak bilmesi gereken tek şey maliyet fiyatıdır. Bu platformların uyarlanıp uyarlanamayacağına gelince, kendi kendine raporlama sorunlarından kaçınarak gerekli bilgilerin otomatik olarak kaydedilmesi ve bir araya getirilmesi için teknolojinin mevcut olup olmadığı belirsizdir. Son yıllarda şirketler çalışanlarını gözetim altında tutma ve çıktıya bireysel katkılarını ölçme becerilerini büyük ölçüde artırmıştır, ancak özellikle çıktının fiziksel terimlerle zayıf bir şekilde tanımlandığı hizmet sektörü ortamında ölçülmesi zor olan çok şey vardır. Belki de söylemeye bile gerek yok, biz antikapitalistler bu teknolojilerin büyümesini kendi tehlikemize atarak hızlandırıyoruz. Her halükarda, ölçüm ve gözetim için bu tür kapasiteler mevcut olsa bile, hala sadece saf bir hesaplama meselesinden bahsediyoruz, kontrolden değil, tüm kaynakları tek bir oran, meta başına emek açısından değerlendirmenin bir yolundan, emek faaliyetini koordine etmenin ve belirlemenin bir yolundan değil.

Bu orandan hareketle başka hesaplamalar yapılabilir, ancak bu doğrudan doğruya yapılamaz. Örneğin, benzin için belirli bir talep seviyesi verildiğinde, diğer her maldan ne kadar üretilmesi gerektiğini hesaplamak yeterince basit bir mesele olsa da, talep basitçe “verili” olmadığında nasıl kaydedilir? “Optimizasyon” söz konusu olduğunda, tamamen farklı bir hesaplama gerekir. Optimizasyon, farklı üretim teknolojilerine karşılık gelen farklı girdi-çıktı matrislerini, belirli bir değeri (kar, ücretler, çelik, CO2 emisyonları, vb.) maksimize veya minimize etmek amacıyla karşılaştırmak anlamına gelir. Hangi değerin seçileceği sorusunu bir kenara bırakırsak, tamamen mantıksız bir şekilde, üretim çıktıları artırıldıkça veya azaltıldıkça her matrisin katsayılarının aynı kalacağı varsayılmadıkça, bu teknolojileri karşılaştırmak basit bir mesele değildir. Gerçek dünyada, ne yazık ki, örneğin üretim arttıkça elektrik kullanımı azalmaktadır. Bugün bu katsayılar için rakamları girmek yeterince kolay olsa da, çok güçlü bilgisayar simülasyonları ile belki yaklaşılabilir olsa da, ya olsaydı diye sormak daha zordur. Yukarıdaki problemlerden bazılarının izlenebilirliği ve ilgili bilgilerin toplanıp toplanamayacağı konusunda tartışmalar devam etmektedir. Örneğin, metalar arasında ayrım yapmak için hangi ayrıntı düzeyine ihtiyaç vardır? Eğer sadece şu anda üretilen çok çeşitli meta markalarının ve türlerinin kataloglanması gerekiyorsa, bu muhtemelen günümüzün süper bilgisayarlarının menzili dahilindedir. Ancak farklı bir konumdaki bir meta esasen farklı bir meta ise, o zaman sorun aslında mevcut işlem gücünün oldukça ötesinde olabilir.

Ancak işlem gücü mevcut olsa bile, gerçek sınır bu değildir. Tüketici talebini optimize etmek veya bu talebe yanıt vermek saf ve basit bir ölçüm meselesi değil, daha ziyade potansiyel eylem yollarını değerlendirme ve ardından bunlara göre hareket etme meselesidir. Üretimi optimize etmek veya ayarlamak, insanları ve kaynakları yeniden tahsis etme kararlarını içerir; bu kararlar basitçe algoritma ile gerçekleştirilemez veya verilen verilerden türetilemez. Talep nasıl belirlenir? Soyut olarak daha fazla şey üretmenin, eğer bu “daha fazla” strafor paketlenmiş yer fıstığı ise, mutlaka iyi bir şey olmadığı göz önüne alındığında, neyin optimum sayılacağına kim karar verir? Hangi tercihlere ayrıcalık tanınacağı konusunda karar vermekten kaçınılamayacağı için, tercihlerin doğrudan kaydedilmesi yoluyla hem egemen kararı hem de piyasa mekanizmasını merkezi planlamadan elimine eden ciddi bir öneri henüz yoktur. Başka bir deyişle, bir noktada planlamacıların tercihleri de işlerlik kazanmalıdır.

Paul Cockshott ve Alan Cottrell, sibernetik sosyalizme yönelik ayrıntılı önerilerinde talep konusuna değinmezler ve tıpkı kapitalizmde olduğu gibi, talebi arza göre doğru bir şekilde ölçmek ve ayarlamak için fiyatların yükselmesi ve düşmesi gerektiğini savunurlar. Onlarınki, malların doğrudan üreticiler arasında dağıtıldığı, tamamen toplumsallaştırılmış, kamu mülkiyetli bir ekonomiye sahip, aşağı yukarı klasik sosyalist bir programdır. Takas sadece, işçilere saat olarak emek katkılarına eşdeğer bir emek jetonu kitlesinin verildiği tüketim mallarında gerçekleşir. Tipik olarak mallar, üretmek için harcadıkları ortalama emek saatine göre fiyatlandırılır. Ancak Cockshott ve Cottrell, talebin zayıf ya da aşırı olduğu durumlarda, talebi durdurmak ya da teşvik etmek ve buna bağlı olarak arzın ne kadar artırılması ya da azaltılması gerektiğini ölçmek için fiyatların planlamacılar tarafından yukarı ya da aşağı doğru ayarlanması gerektiğini savunmaktadır. Bu, sorunlu bir şekilde, bu mallara yönelik talebin “esnek” olacağını varsaymaktadır – başka bir deyişle, insanların fiyatlardaki artışlara daha az tüketerek, düşüşlere ise daha fazla tüketerek yanıt vereceğini varsaymaktadır (örneğin birçok mal için bu doğru değildir). Ayrıca, insülin ya da gözlük gibi özel ihtiyaçları olan insanlara haksız bir yük getirmektedir.

Piyasada oluşan fiyatlar, planlamacılara üretim seviyelerinin ne kadar artırılacağı ya da azaltılacağı konusunda bilgi sağlayacaktır, ancak uzun vadeli planlama kararlarının alınmasında sadece sınırlı bir faydası olacaktır. Bu, kapitalizmin başarısızlıklarının en açık olduğu alandır – kimsenin yaşayamayacağı bölgelerdeki boş konutlar, alet bolluğu ama hayat kurtaran ilaç kıtlığı, sadece bakkallar ve benzin istasyonları tarafından hizmet verilen şehirlerin tüm alanları. Sadece arz ve talebin peşine düşmek ve piyasa fiyatlarıyla kar güdüsünü taklit etmek daha iyi sonuçlar vermeyecektir. Bunun yerini ne alacak? Cottrell ve Cockshott’ın buna yanıtı “demokrasi”, ancak belirgin bir şekilde Atina varyantı. Sosyalist vatandaşlar, ekonominin ne kadarının eğitime, ne kadarının sağlık hizmetlerine ayrılacağı, okulların ve hastanelerin nereye inşa edileceği gibi toplamda üretimi belirleyen referandumlarda oy kullanırlar. Ayrıntılı denetim, yurttaşlar arasından rastgele -yani piyango yoluyla- seçilen jürilerin danışmanlık yaptığı uzmanlar tarafından üstlenilecektir.

Big Data’nın tüketici verilerini bir araya getirmesiyle ilgili tüm heyecana rağmen, bu muhtemelen yapılabileceklerin en fazlasıdır. Her mal ve her kişi için her potansiyel fiyat noktasında mevcut ve gelecekteki talebi hesaplamak ve dahası bunu yukarıda açıklanan optimizasyon hesaplamalarıyla entegre etmek, kesinlikle çağdaş bilgisayarların yeteneğinin ötesinde olacaktır. Ancak burada daha derin bir epistemolojik sorun vardır: tercihler sabit olmadığı gibi, insanlar için mevcut olan şeylerin türleri de sabit değildir. Sabit tercihlere göre düzenlenmiş sabit ve değişmez bir meta kümesi varsayımını geride bıraktığımızda, matematiksel hesaplama güçlü sınırlarla karşı karşıya kalır: Neyin mevcut olacağını bilmeden insanların gelecekte ne isteyebileceğini gerçekten bilemeyiz. Kısa dönemli hesaplama için çağdaş lojistik teknolojileri seferber edilebilir, envanterleri ve stokları izleyen algoritmik sistemler geliştirilebilir ve bu gözlemlerden ihtiyaç duyulan arz ve gelecekteki talep hakkında tahminler yapılabilir. Ancak bu, ne tesis ve altyapıya yapılacak uzun vadeli yatırımlar ne de bir palet tuvalet kağıdı gibi bir şantiyeden diğerine kolayca taşınamayacak olan işgücünün tahsisi ile ilgili kararları yönlendirmek için çok az işe yarayacaktır. Bir noktada, planlamacıların kendileri, sadece gelecekle ilgili spekülasyonlara dayanan uyumsuz gelişim yolları arasında seçim yapmak zorunda kalacaklardır. Her ne kadar referandumlar ve jüriler tarafından tavsiye edilseler de, bir grup insanın en başta böyle bir güce sahip olması gerekip gerekmediği sorgulanabilir.

Emek Diğer Metalar Gibi Değildir

Planlama tartışmalarının çoğunda, kapitalizm ve sosyalizmin devamlılığı az çok varsayılır. Kâr ve temettü olmasa da ücretler ve fiyatlar olacaktır. İş ve günün geri kalan saatlerinden ayrılmış bir iş günü olacaktır. Çalışabilecek durumda ve yaşta olanlar için çalışmak bir gereklilik olacaktır. Çalışma yoksa tüketim de yok. Ancak bunların hiçbiri hafife alınmamalı ve bu sosyalizm vizyonunun kapitalizmde tahammül edemediğimiz pek çok şeyi gereksiz yere yeniden üretip üretmediğini sormaktan kaçınmamalıyız. Planlama literatürünün en büyük zayıflığı, emeğin aşağı yukarı diğerleri gibi bir kaynak olduğunu, planın belirlemelerine bir pik demir yığınının bir kazıcının kucaklamasına açık olduğu kadar açık olduğunu varsaymasıdır. Periyodik demokratik istişare, nereye gidileceğinin, nasıl çalışılacağının ve bazı durumlarda neyin tüketileceğinin söylenmesinin baskıcı hissettirmeyeceğinin ve daha da önemlisi, planı istikrarsızlaştıran siyasi etkiler yaratarak direnilmeyeceğinin garantisi değildir. Cockshott ve Cottrell tarafından ifade edildiği şekliyle merkezi planlama, tüketiciler olarak insanlara özgürlük ve eşitlik sunarken, üretim alanında özgürlüksüzlüğü sürdürmektedir. Bu bakımdan, “özgürce bir araya gelen insanların bilinçli ve planlı kontrolleri altındaki üretim” sistemi olarak sayılmaz. İşçilerin yaşam koşulları üzerinde sergiledikleri kontrol -ki burada hala oldukça açık bir şekilde bir işçi toplumundan, komünizmden ziyade sosyalizmden bahsediyoruz- “bilinçli kontrol” olarak sayılamayacak kadar dolaylı ve aracılıdır. Kapitalizmin tahammül edilemezliğinin bir yönü, emeğin ve metaların değerinin belirlendiği toplumsal sürecin, ne öngörülebilir ne de uyarlanabilir bir seyir izleyerek, bireysel üreticilerin “arkasından” gerçekleşmesidir. Bireylerin kasıtlı eylemleri, istenmeyen ve uzlaşmaz büyük ölçekli etkiler üretmek üzere zincirleme olarak bir araya gelir. Bu bir okunabilirlik sorunu olduğu kadar aynı zamanda bir izlenebilirlik sorunudur da – kişi bu etkilere yol açan süreçleri ne görebilir ne de değiştirebilir.

Kapitalizmde bu süreç, devletin ve çok güçlü kapitalist aktörlerin müdahaleleriyle bir şekilde yönlendirilen para ve sermayenin otomatik dolayımları aracılığıyla gerçekleşir. Sibernetik sosyalistlerin hayallerinde de benzer bir durumla, ancak çok daha büyük bir eşitlikle, algoritma yoluyla öznelerinin arkasından hareket eden, ancak kendileri de daha büyük nüfus tarafından belli belirsiz yönlendirilen planlamacılar tarafından yönlendirilen otomatik bir sistemle karşılaşılacak gibi görünüyor. Böyle bir sistem tercihleri ve oyları bir araya getirse de, sonuç yine de pek çok kişinin ne tercih ettiği ne de arzuladığı bir şey olabilir ve insanları bunu değiştirmek için anlamlı bir başvurudan yoksun bırakabilir.

Marx’ın sermayeyi kişileştirme alışkanlığı, Marxistlerin devam ettirdiği bir retorik tercihidir. Ancak söz konusu olan sadece retorikten fazlasıdır, çünkü kolektif özne olarak sermaye, bireysel kapitalistlerin kâr peşinde koşan eylemlerinin toplam etkisini temsil etmeye başlar ve hem onların hem de emek sınıfının üzerinde ve karşısında durur. Sermaye yabancılaşmış bir kolektivitedir, birçok kişinin davranışıyla hayata geçirilen ancak onların arzularına aykırı bir şekilde hareket eden bir golemdir. Bu nedenle, kapitalizmde her birey toplumu bir engel olarak deneyimler; çoğunluğun iradesi tek kişinin özgürlüğünü engeller. Aslında sibernetik merkezi planlama, toplum ve birey arasındaki bu bölünmeyi yeniden üreterek, kimsenin seçmediği “planın” herkesin üzerinde ve karşısında durduğu, yaşam şanslarını belirleyen kaderci bir güç olduğu bir durum yaratır. Bu, gerçek kolektiviteden, yani bireylerin bir araya gelerek ortak hedeflere ulaşmak için dünyayı ve kendilerini kolektif olarak dönüştürdükleri durumdan tamamen farklı bir şeydir. Böyle bir kolektivitenin hem okunaklı hem de bireysel ihtiyaç ve arzulara duyarlı olması gerekir.

Marx’ın tercih ettiği kişileştirmeler gotiktir -sermaye canavar, şeytan ya da vampirdir. Kapital’deki oldukça yüksek bir pasajda Marx, sermayenin cisimleşmiş hali olan büyük ölçekli sanayi makinelerini “vücudu bütün fabrikaları dolduran ve şeytani gücü önce devasa üyelerinin yavaş ve ölçülü hareketleri tarafından gizlenen, sonunda sayısız çalışma organının hızlı ve ateşli girdabında ortaya çıkan mekanik bir canavar” olarak tanımlar. Bu durumda, “çalışma koşullarını istihdam eden işçi değildir, tersine çalışma koşulları işçileri istihdam eder.” Burada Marx’ın komünizm görüşüyle, yani “toplumsal yaşam sürecinin bizzat üreticilerin bilinçli ve planlı kontrolü altında olduğu” o ters durumla bir bağlantı görüyoruz.

Kapitalizmde işçiler, bu şeytani makine sistemi içindeki “bilinçli bağlantılar”dır ve bir otomatik sistem ile diğeri arasında aracılık ederler. Hem kapitalist hem de başka türlü planlamacılar bu bağlantıları tamamen bilinebilir ve kontrol edilebilir kılmak isterler, ancak bu imkansızdır. İnsanlar, özellikle bireyler arasındaki etkileşimler kolektif düzeyde kaotik etkiler yarattığında, eylemlerini planlamayı ve öngörmeyi zorlaştıran yaratıcı ve öngörülemez bir doğa sergilerler. Çalışanların eylemlerini kodlama ve kesin olarak belirleme girişimleri genellikle verimsizdir, çünkü her işyeri spontane problem çözmeye ve çalışanların sezgilerine bağlıdır. Bu durum, pasif-agresif kurala göre çalışma grevinde ya da yönetim literatürünün “kötü niyetli uyum” olarak adlandırdığı, işçilerin yalnızca kendilerine söyleneni yaptığı, işyeri kurallarına harfiyen uyduğu ve her bakımdan sermayenin olmalarını istediği otomatlar gibi davrandığı durumlarda son derece açıktır. Sonuç, üretkenlikte tam bir çöküştür ve bir yazar bunun temelde yüzde 30-50’lik bir düşüşe yol açabileceğini öne sürmektedir. İş yönetimi teorisi, yönetim sistemleri ya da süreçlerinden ziyade işçilerin kendiliğinden, yaratıcı eylemlerinden kaynaklanan işyeri üretkenliği kaynaklarına ilişkin kavrayışsızlığını örtbas etmek için sık sık şirket kültürü ya da moral teorilerine başvurur.

Buradaki sorun, ne kadar baskıcı, kodlanmış ve düzenlenmiş olursa olsun, çalışmanın her zaman insan özgürlüğüne dayandığı temel gerçeğidir. İnsanların yapacaklarını söyledikleri şeyi yapmaları nasıl sağlanır? İnsanların yapmaları gereken şeyi yapmaları nasıl sağlanır? Daha da önemlisi, çalışanların kimsenin yapmaları gerektiğini bilmedikleri şeyleri yapmaları, öngörülemeyen durumlara dikkatli ve akıllıca yanıt vermeleri nasıl sağlanır? Yöneticiler için kesin bir yol yoktur – mevcut araçların hepsi doğrudan kontrolden ziyade zorlama yoluyla çalışır. Yöneticiler özgür insan eylemini kısıtlamalı, motive etmeli ve şekillendirmelidir; programlanabilir robotlarda olduğu gibi birkaç tuşa basarak eylemi hemen belirleyemezler, en azından henüz değil. İnsanların makine olmadığı ve sorunları sezgisel ve yaratıcı bir şekilde çözebildiği gerçeği, onları en güçlü kurala bağlı algoritmik makinelerle bile gerçekten değiştirmeyi çok zor hale getirmektedir. Makinelerin emeğe yardımcı olduğu durumlar, makinelerin gerçekten onun yerini aldığı durumlardan çok daha yaygındır. Emeğin direnişi bu gerçekten, grevin en açık şekilde ortaya koyduğu işçinin devredilemez özgürlüğünden başlar. O halde, işçi hareketinin bu özgürlüğü göz ardı eden mükemmelleştirilmiş, uyumlu bir gelecek toplum vizyonuna yol açması tuhaf görünmektedir.

Kapitalizm, insanları yönetimin emirlerini kabul etmeye zorlamak için çok zayıf ama yine de etkili bir aygıta sahiptir; kendilerine söyleneni yapmazlarsa işten atılırlar. Bu, kâr için üretimin bir gereğidir – eğer bu tür işçiler kovulmazsa, yöneticiler kayıtsız kalırsa, o zaman firma iflas edecektir. Başka bir deyişle, işçiler bir bütün olarak piyasa tarafından belirlenen standartlara uygun performans göstermezlerse işlerini kaybedeceklerdir. Ancak insanların yapmaları gerekeni yapıp yapmadıklarını bilmek zordur ve kaytarmak ile çalışmak arasındaki farkı ayırt etmek, ofisler ve birçok yüz yüze hizmet gibi çıktının ölçülmesinin zor olduğu birçok alanda zor olabilir. Daha önce de belirtildiği gibi, Silikon Vadisi, çalışanları iş sahasında hareket ederken izleyen, tuvalet molalarını ve duraklamalarını ölçen gözetim teknolojileri -giyilebilir bileklikler ve boyunluklar- geliştirmek için çok çalışıyor. Ancak burada bile ölçüm ve kontrol arasındaki fark kendini gösteriyor. Gözetim otomatik olarak kontrol anlamına gelmez. Bazı durumlarda işçileri davranışlarını düzenlemeye, plana göre performans göstermeye teşvik edebilir, ancak diğerlerinde sadece yeni yıkım veya direniş biçimlerini teşvik edecektir. Yöneticiler insan eylemini nöromüsküler düzeyde doğrudan kontrol edene kadar -ki bu tüm özgürleştirici politikaları geçersiz kılar- bu her zaman mümkün olacaktır.

Dolayısıyla tüm planlar, özgür insan eylemi matrisi içinde var olur; bu özgürlük özgür değilmiş gibi görünecek kadar kısıtlanmış olsa bile. “Özgürlük özgür değildir” şeklindeki jingoist slogan, alt sınıflarına özgür olmayan bir özgürlük, korkunç bir seçenek ile diğeri arasında bir seçim sunan kapitalist toplumun gerçeğini ifade eder. Planlayıcılar için bunun sonucu, sürekli olarak özgürce kabul edilmediği sürece, planın her zaman yıkım olasılığını ima etmesidir. Pek çok durumda, bir planın varlığı, kişinin neyi nasıl yapması gerektiğini belirleyen bir toplumsal bütünlüğün varlığı, birey ile yabancılaşmış toplumsal bütünlük arasında bir karşıtlık yaratarak planı istikrarsızlaştıran davranışları beraberinde getirir.

Merkezi Olmayan Planlama

Cockshott ve Cottrell’in enformatik sosyalizminde, itaati sağlamak kapitalizmdekinden daha zordur, çünkü adına yakışır bir sosyalizm, işçileri kötü bir iş yaptıkları için bu tür mallara erişimden mahrum bırakamaz ya da onları ekonomide başka bir noktaya yeniden atamak yerine gerçekten işten çıkaramaz. Eğer alternatif teşvik ve yaptırım biçimleri kullanılırsa, belki de gözetime bağlanırsa, o zaman eşitlikçilik ve özgürleşme bir kenara bırakılır. Özetle, merkezi planlama, kendi varlık nedeni olan eşitlikçi ve özgürleştirici taahhütleri bir şekilde terk etmeden, kendisi için belirlediği şartlarda başarılı olamaz. Başarılı olabilecek şey, kimsenin arzu etmeyeceği bir şeydir: hem gözetim hem de otomatik zorlama gerektiren bir sistem, etkili olabilmek için kapitalizm hakkında tahammül edilemez bulduğumuz şeylerin çoğunu yeniden üreten bir sistem.

Neyse ki merkezi planlama, planlamanın anlamını tüketmez. Bir tarlayı ekmek de planlamadır, biraz daha uzağa baktığımızda ekinlerin rotasyonu da. Bir kabilenin altı ay içinde geri döneceği bir alana tohum serpmek de planlamadır. Avrupalı kaşiflerin Kuzey Amerika’da karşılaştıkları ormanlar, aslında, çalılıkları temizlemek için kontrollü ve planlı bir şekilde ateş kullanılarak büyük av hayvanlarının avlandığı parklar haline getirilmişti. Sulama kanalları ve viyadükler, Çin Seddi ve Machu Picchu: hepsi planlamadır. Yirmi birinci yüzyılda, karbona doymuş atmosfer bizi en az birkaç santigrat derece ısınmaya mahkum ederken, özgürleşmiş bir post-kapitalist toplumun enerjisinin çoğunu planlamaya odaklaması gerekecektir: Değişen iklim koşullarına ve değişen ekosistemlere yanıt verebilmek için gıda arzının yeniden yapılandırılması, en azından yapılı çevrenin tamamen yeniden yapılandırılmasını, gıda ve enerji sistemlerinin dönüştürülmesini, kasaba ve şehirlerin ve bunların kırsal kesimle ilişkilerinin yeniden şekillendirilmesini içerecek bir proje – elitlerin zenginleşmesine değil, yeni yaşanmaz bir dünyada insanların hayatta kalmasına ve gelişmesine adanmış bir planlama.

Aslında merkezi planlamanın bu tür kasıtlı gelecek odaklı düşünceyle neredeyse hiçbir ilgisi yoktur. Gördüğümüz gibi, emek fiyatlarının hesaplanmasının bize uzun vadeli planlama ve yatırım hakkında söyleyeceği çok az şey vardır, en fazla daha temel politik soruları yanıtlamak için gerekli kaynakların net bir ölçüsünü sağlar. Bunun yerine merkezi planlama, rekabetçi piyasaların, paranın, ücretlerin ve kârın yokluğunda insan emeğini yeniden dağıtmayı ve kontrol etmeyi amaçlayan bir aracılar sisteminin adıdır. Sibernetik varyantında öneri, emeğin imkansız derecede otomatik kontrolü, politikanın otomasyonu ve insanların nasıl ve nerede çalıştığına dair soruların tamamen teknik meselelere indirgenmesidir. Bu, Marx’ın hayal ettiği “özgürce birleşmiş insanlar” tarafından kaynakların “bilinçli ve planlı kontrolü”nden tamamen farklı bir şeydir.

Kapitalizmin canavarca, şeytani yönü, büyük ölçüde, en büyük kolektiviteler dışında herkesin müdahalesinden etkilenmeyen bir toplumsal bütünlükten oluşması, emekçiler ve kapitalistler de dahil olmak üzere öznelerinin niyetlerinden veya isteklerinden bağımsız olarak ilerlemesi nedeniyle ortaya çıkar. Bir şirketin CEO’su, son kertede, fabrikalarının bacaları karşısında işçiler kadar çaresizdir. Firmanın iflas etmemesi için CEO, mevcut teknolojiyi kullanarak firmanın belirli bir verimlilik standardında üretim yapmasını sağlamalıdır. Ancak gördüğümüz gibi, arz ve talebin piyasayı belirleyen fiyatlar aracılığıyla algoritmik olarak dengelenmesi, planlamacıların beceriksiz deneme-yanılma yöntemiyle gerçekleştirilse bile, tam da bu tür bir canavarlık üretir. Yukarıda tartışılan türden bir planlama, fiyat sinyalleri için devreleri ve sensörleri değiştirerek sermayeye özgü bu canavarlığı yeniden üretecek, ancak yine de mekanizmalarında bireylerin karşısında çaresiz olduğu bir toplumsal bütünlüğü somutlaştıracaktır. Bu karşıtlık ve halkın etkin yabancılaşması göz önüne alındığında, planlamacılar, kaynakları iyi ya da kötü amaçlara göre dağıtma girişimleri dirençle karşılaşacağından, kendileri de içinden çıkılmaz bir sorunla karşı karşıya kalacaklardır. Egemen karar alma gücüne sahip oldukları ölçüde, planlamacılar kendilerini toplumsal zenginliğe ayrıcalıklı erişim elde etmek isteyen gruplar ya da hizipler tarafından ele geçirilmek üzere hedef haline getireceklerdir.

Tek alternatif, gerçekten özgürleştirici bir devrimin önkoşulu, iktidarın toplum genelinde, insanların kendileri için önemli olan koşulları doğrudan kontrol edebilecekleri şekilde dağıtılmasıdır. Marx ve Engels planlamanın karşısına “üretim anarşisini” ve rekabete dayandığı için toplumun rasyonel bir şekilde örgütlenmesini imkansız kılan toplumsal işbölümünü koymuşlardır. Ancak insan eylemi de temel bir şekilde anarşiktir. Tamamen yasalara uygun hale getirilemez, çünkü insanlar Hannah Arendt’in “natalite” olarak adlandırdığı öngörülemez ve yeni eylem kapasitesine sahiptir, çünkü bu kapasite her insanın doğasında vardır. Kapitalist üretim anarşisine tek alternatif, bu tür bir anarşiyi kucaklayan bir planlamadır, isterseniz bir planarşi, insan eyleminin temelde kendi kendini yönlendiren, kendiliğinden ve yaratıcı karakterini kabul eden bir insan faaliyeti örgütlenmesidir. Bu gerçek komünist planlama altında, hesaplama ve kontrol arasındaki bağ kesin olarak kopacaktır. Her bireyin toplumsal depoya erişimini emek katkısına göre ölçmek yerine, üretim ve tüketim arasındaki bağ koparılacak, mallar bol olduğu yerlerde serbestçe ve talep üzerine dağıtılacak, olmadığı yerlerde ise ihtiyaca göre paylaştırılacaktır. Gördüğümüz gibi, planlamacıların bu kripto-ücret yapısında ısrar etmelerinin nedeni -işçilere daha sonra tüketim malları satın almak için kullandıkları jetonlarla ödeme yapılması- ölçüm ve hesaplama gerekliliğinden değil, planlamacıların emeği yönlendirebilecekleri bir kaldıraç gerekliliğinden kaynaklanmaktadır. Sonuç, paradoksal bir şekilde, tüm özgürleştirici hedeflere ihanet etmekten bahsetmeksizin, bir kontrol kaybıdır. Böyle bir durumda, kişi yine de hem fiziksel hem de sentetik her türlü birimi, bu tür bir hesaplamayı insanlar üzerinde bir kontrol aracı olarak kullanmadan ölçebilir ve değerlendirebilir. İnsanlar yine de kaynakları hesaba katacak, kapsamlı ve güncel envanterlere, güzergahlara, veri tabanlarına ve programlara ihtiyaç duyacaklardır. Buna ek olarak, gelecek hakkında kararlar almaları ve aylar, yıllar ve on yıllara yayılan, adım adım ilerleyen, yola bağlı projeler üstlenmeleri gerekecek ve bunların hepsi dikkatli bir koordinasyon ve planlama gerektirecektir. Belirli bir görevi yerine getirmenin ne kadar sürdüğünü bilmeye şüphesiz ihtiyaçları olacaktır, ancak tüketimde tek bir fiyat ölçüsü ihtiyacından vazgeçildiğinde, dolaylı işgücü maliyetlerini hesaplamak ya da işleri toplam işgücü içeriği açısından fiyatlandırmak için çok az neden olacaktır. Hesaplama tartışması daha sonra fırsat maliyetleri veya ortalama emek zamanı cinsinden gölge fiyatların hesaplanmasına odaklanmış olsa da, Avusturyalı komünist Otto Neurath’ın tartışmayı başlatan makaleleri aslında hesaplamanın “ayni” olarak, para birimleri yerine fiziksel birimler cinsinden ve temelde ölçülemeyen bir dizi değerin tatmini göz önünde bulundurularak yapılabileceğini ve yapılması gerektiğini savunuyordu. Emek-zamanının ölçümü her faaliyeti tek bir değere ve tek bir optimizasyon biçimine, minimum emek-zamanına indirgese de, aslında insanların artırmaya ya da azaltmaya çalışacağı pek çok başka “değer” vardır – ekolojik, sağlıklı, estetik. Kararlar tek bir sentetik ölçüye göre alınamaz, bunun yerine ağaçlar ve bahçeler, hastalık günleri ve ortalama yaşam süresi gibi çok sayıda birim ve bir dizi hedef dikkate alınmalıdır. Bu görüşe göre “iyi”, Björn Westergard’ın ustalıkla özetlediği gibi “skaler değil vektöreldir”, tek bir şey değil uzun bir listedir.

Bu amaçla, sensörler, devreler, algoritmalar ve işlemciler, verimli koordinasyon ve iletişime olanak tanıyarak ve daha da önemlisi insanların kaynakların yerini ölçmesine ve izlemesine izin vererek büyük bir nimet olabilir. Ancak bu tür teknolojiler kontrolü merkezileştirmek yerine dağıtacak ve merkezsizleştirecek, ortak hedefleri her ölçekteki grupların ve bireylerin temel veto gücü ve özerkliği ile uzlaştıracaktır. Süper bilgisayarların hesaplamalarını itaat aracı olarak kullanmak yerine, planlamayı birden fazla alana dağıtmak, kaynakların yerelleştirilmesine ve insanların hayatta kalmak ve gelişmek için ihtiyaç duydukları şeyler üzerinde mümkün olduğunca doğrudan kontrole sahip olmalarına izin vermek için kullanılabilirler. Belli bir sistematiklik eksikliğini ve aynı zamanda belli bir verimsizliği ve fazlalığı kabul etmek gerekecektir, ancak bu tüm fiyatların sonu, sınıflı toplumun sonu ve tarihin başlangıcı için ödenecek küçük bir bedel gibi görünmektedir.

Kaynak: Planning and Anarchy

Çeviri: Heimatloskultu / Artun


Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir