Türkiye devrimci hareketinin tarihi bu coğrafyanın mevcut ve süregelen gerçekleri ile her zaman sert bir hesaplaşma içinde olmuştur. Bu hesaplaşma geç ama vurgulu ve vurucudur. O denli vurucudur ki İbrahim Kaypakkaya’nın madde madde açıkladığı Atatürkçülükün faşizme ve kapitalizme denk düştüğü tezi tabanda geçerlilik bulmamıştır (ki bu açıklama tek başına ikna edici olmak ile beraber yeterli değildir).
Feodalizm ile hesaplaşma, hegemonik kurumların reddi / yeniden tartışılması ve daha nice detay çok denklemli olan bu coğrafyada biz devrimcilere çok düşmanlı bir pozisyon da yaratmıştır. Devlet 80 darbesi sonrası süreçte iktidar mekanizmasını mikro ölçekte yeniden düzenlemiş ve aslen makro iktidarın mikro iktidardan beslendiği bir model ortaya koymuştur. Şehirlerin MGK’ya bağlı valilik kurumları aynı darbeci devlet mekanizmasının ilkeleri ile farklı kararlar alabilen bir çok mikro otorite yaratmıştır. Şiddetin boyutundan, sosyal yaşamın kısıtlanmasına, insanların hangi türküleri dinleyeceğinden hangi filmi izlemeyeceğine kadar şehir şehir farklı kararlar alınmış ve farklı boyutlarda halk düşmanlığı gerçekleştirilmiştir. Bu açıklama ile beraber biraz daha örneklemek gerekir ise; Aşiretler, toprak ağaları, korucular, yerli işbirlikçi halk, bankerler (tefeciler), emniyet kurumları, asker, belediye reisleri, muhtarlar, okullar, memurlar, TRT ve daha niceleri… Her biri kendi içerisinde farklı çıkarlar güden ve bu çıkarları aynı ilkeye sadık görünerek ortak otorite için farklı doğrular ile uygulayan otoriteler haline gelmiştir. Halkın düşmanı çoğalmış, devrimcilerin daha fazla mevzide savaş vermesi gerekmiştir.
Bu denli fazla mevzi her düşmanı ayrı sıfatlandırarak kazanılamaz. Ortak ilkelere sahip olmaları onları tek bir düşman haline getirir. Evet! Bu düşünceye katılmak ile beraber geçmişin devrimci sürecinin bize kattığı olumlu-olumsuz bütün değerleri de yeniden tartışabilir bir pozisyona sahip olmamız GEREKLİDİR!
Faşizm kavramı bu tartışma alanlarından biri olmalıdır. Tarihi ve gelişimi itibari ile 19. yy’dan 20. yy’a uzanan süreçte mevcut dünya yapılanmasının iki kutbu olan Liberalizmde ve Sosyalizmde aradığını bulamayan, ‘Ulusal Birlik’ tabanlı bir doğuş hikayesi bulunan bu teoriyi iyi incelemek gerekiyor.
Dönemin taban ihtiyaçlarını Faşizmin kuramcıları tarafından karşılayamadığına inanılan bu iki kutba karşı içinde bulunduğu “ülkeyi” sosyal ve iktisadi yönden düzenlemek için yola koyulmuş ve aslen özü itibari ile de anti-emperyalist (fakat yalnızca kendi ülkesi-ırkı-halkı için) bir politik bakışa sahip olan bu ideoloji temelini İmparatorluk görkeminin sanrılı özleminden alıyor.
Görkemli ve yenilmez olma dürtüsü en küçükten en büyüğe İtalyan halkını ve işçilerini örgütlemiş ve bugün amerikanın girdiği her yere ‘barış’ götürmesine benzer bir söylemle yeni işgallere ve yeni iş gücüne alan açmıştır. Açtığı bu alan eğer işgallerinde başarılı olursa halkının refahını arttırmış ve artan refah ona yenilmezlik sanrısını sürekli yeniden üretir bir güncellik katmıştır. Bu söyleme iyi bir örnek olarak ‘Facetta Nera’ adlı propaganda parçasını dinlemenizi öneririm. Ülke içinde muhalefetin sıfırlanması ve tek başlılık, tek ulusluluk propagandası mevcut yapı için öngörülemez problemlere sebebiyet veriyor. Kapitalizm, uluslararası pazardaki, faşist hükümetten ve kendine yarattığı tebaalarından kazanacağı payını kaybedeceğini ve serbest piyasa teorisinin önemli bir oranda yani faşizm ideolojisinin başarılı olması oranında geçerliliğini yitireceğini anladığında bu ideoloji ile arasında uçurumlar oluşuyor ve Liberalleri kendine düşmanlaştırmış oluyor. Bir örnek olması gerekirse, faşistler gerek Arnavutluk üzerinde hak iddia ederek gerek ise Etiyopya işgali ile mevcut ticaret ağlarındaki kontrolünü arttırıyor ve pazara sadece rakip olarak değil denetleyici unsur olarak dahil oluyor.
Bu tespit Dimitrov’un Faşizmin kapitalizmin örgütlü hali olduğu tespitinin hem paralelinde hem karşısındadır. Kendi üretim ve tüketim modellerini yeniden düzenleyen Faşistler en bilinen tanımı ile Kapitalizmi yeniden kendileri için revize ederek yaratmıştır fakat teorik düzlemde liberal ekonomik modellerden beslense bile Kapitalizme bir o kadar karşı bir konum almıştır.
‘’Bu kısa tahlilden yola çıkarak Faşizme ve Kapitalizme düşman olan bizlerin ikisini ayırabilir ve bu ayrımla beraber birleştirip ortaklaştırarak tekrar düşman pozisyonuna sokabilir halde olduğumuzu açıkça söylemek gerekir.’’
İklim Farklı, Senaryo Benzer!
Akp de politik gelişimi itibarı ile bu denkleme fazlası ile paralel bir süreç işletmiştir fakat Akp manevra partisidir, rüzgarı yönlendirecek güce sahip değildir. Bu yüzden ittifaklar arar ve geçerlilik sağlar bu yolda da şiddet politikasına başvurur.
İlk evrelerinde her ne kadar ‘özgürlükçü’ bir politika işletmiş olsa da kendi iç hesaplaşmaları ve paranoyalarının sonucunda vitesi ileri takarak Faşizmin oluşum sürecini kendince aynı özlem ve aynı dürtüler ile gerçekleştirmeye başlamıştır fakat aslen politik başarısızlıklar ile geçen bu hükümet ömründe ilk defa bu kadar tıkanma yaşayan Akp iktidarı Faşizmin inşa süreci gereği bulunduğu ülke halkına cevap olma çabası ile gerçekleşen bu inşa sürecinden farklı bir süreç işletmiştir. Akp mevcut korkuları ile kendi için bu inşa sürecini ihtiyaç görmüş ve sosyal-ekonomik-kültürel bağlamda İmparatorluk özlemi propagandasını güçlendirmiştir. Sol değerlerin başaramadığı bir iş başararak Atatürk kültünü yıkmayı başarmış ve kendi sosyal politik hegemonyasını gerilimler üzerinden inşa etmiştir. Falanjizmin, Nazizmin, Faşizmin gösterdiği refleksleri göstermiş ve muğlak bir düşman tanımı oluşturup gık diyenin terör ile suçlandığı bir sosyal baskı tabanı yaratmıştır bununla kalmayıp Ayasofya’yı ibadete açarak aslen dış ülkelere göz dağı vermek adına değil son süreçte kaybettiği kitleyi çoktan çürümüş bir vasiyetin gerçekleştirilmesi üzerinden kazanmak için gerçekleştirmiştir. Bu ve bunun gibi bir çok sosyal hamlenin gerçekleşiyor olması ‘Her ne olursa olsun biz bu devletin yanındayız!’ düşüncesini tabanda geçerli hale getirmiş ve biz devrimcilere suskun, korkulu bir alan bırakmıştır.
Ekonomik gerçeklikleri ile yüzleşmeyi ve kabul etmeyi değil ‘Dış güçler’ demeyi tercih etmiştir, ulusal düzlemde en çok izlenen yayınlara komplo teorisyenlerini çıkartıp olmayan, olmayacak, olmamış ve aksi kanıtlanamaz saçmalıkta hikayeler ve öneriler anlattırmıştır. Ağzından çıkan tek kelime karşı düşünce ile devletin potansiyel düşmanı haline gelen halk korku ile sandık mücadelesine daha fazla sarılmıştır. Uluslararası baskı adına en azından sandıktan çıkan sonuç ile bu zihniyetin gideceğine inanan kitleler korkularını bir gün verecekleri bir ‘oy’da atacaklarını düşünmektedir. 365 gün 6 saat fabrika gibi ideolojik hamleler geliştiren bu komplike yapıya karşı seçenek asla sandık olmamalıdır! Seçeneğimiz 365 gün 6 saat fabrika gibi işleyecek korkusuz bir karşı koyuş pratiği inşa etmektir!
Bugün sınıf siyaseti aynı probleme sıkışmış durumda. Sınıf kendini güçlü hissetmek için bir sanrıya, kendi özüne yabancı politikalara sarılıyor. Aslen üretimin bu denli zayıfladığı, parsel parsel coğrafyamızın özelleştiği ve mevcut ekonomik durumun hasır altı edilircesine zaten yapılması gereken işlerle güç sanrısı yaratıldığı bu denklemde bir slogan yeniden doğuyor : “Tek Devlet, Tek Millet, Tek Bayrak, Tek Din!”
Sınıfın bizlerle politik yakınlık kurmaması şaşılacak bir durum değildir. Devrimci açık alan faaliyetlerinin tıkanıklığı yeni kopuşlar ve yeni arayışlara sürüklese de temelde çok köklü bir problemin kıyısında bizler karanlıkta yürümekteyiz. Bu problem ‘Geçerlilik’ problemidir. Sınıfın yaşamsal taleplerine alternatif olamayan bizler halen geçersizleşmiş pratikler ve teorik yazınlar ile geçerli bir pozisyon yakalamaya çalışıyoruz.
Tabanın örtük desteğinden, diyalektik bir sürecin kendini var edeceğine dair sonuçlar çıkartarak aslında tarihin bilinmezliğinin arkasına sığınıyoruz. Çok sacayaklı bir kavrayışa sahipken geçmişin çürümekte olan söylem ve pratiklerine sırtımızı dayıyor ve alışkanlıklarımızdan vaz geçmiyoruz! Oysa devletin hegemonyasından daha kuvvetli bir öze sahip olan kültürel ve siyasal hegemonyamızı yeniden inşa etmeliyiz.
Bu günden tez vakit yoktur! Yaşamı örmenin ve yaşama özne olabilmenin koşullarını yaratmak adına gayet basit ve vurucu çözümler ile ilmek ilmek işleyeceğimiz bir sürece atılmalıyız.
Bugün çeşitli emek alanlarından bir çok emekçi kendi yaşamına bir kurtuluş programı çizemediği için, daha doğrusu böyle bir alan bulamadığı için bireysel bir eylemlilik sürecine girişmiştir. İntihar! Burada ön kabul olarak mevcut hükümetin fütursuzca geleceksizleştirdiği gençlerden çocuğunun ısınma problemini çözemeyen bir annenin eylemine, belediye önlerinde kendini yakan işçilerden borçlarını ödeyemediği için intihar eden kardeşlere kadar geniş bir düzlem bulunmaktadır. Çözümün örgütlenmek olduğuna dair çoktan kabul edilmiş bir öneri sunmaktan önce örgütlenmenin neden bu insanlara bir çözüm olmadığını irdelemiş olmak gerekiyor. Yukarıda bahsettiğimiz sosyalleşmiş korku politikası ve çaresizlik iklimi halkı kocaman bir fanusun içine tıkmış durumda. Mevcut siyaset anlayışının her türlüsüne kayıtsızlaşmış hatta bunu bilinçli tercih etmiş yığınlar bulunmakta. Ülkenin en hareketli politik anı seçim dönemleri verilen vaatlere sıkışmış durumda. Oysa ki daha dün bu coğrafyada iki çocuk işçi terör operasyonu bahanesi ile odunlukta öldürülmüş, daha dün bu coğrafyada göçmen bir çocuk işçi dur ihtarına uymadığı için vurulmuştur. Yani VİCDAN bizim için çıkış yoludur. Emekçi yığınlara, halklara korkusuzca artık vicdanını yitirdiğini ama bu vicdan yoksunu halinin ona da şiddetli dönüşlerinin olacağını anlatmalıyız.
Vatanı savunmak adına yeni ırkçılık inşası
Kendine uğruna savaşacak bir coğrafya ve taraf bulamayan Suriye halkı korkunç bir savaştan kaçarak bu coğrafyaya sığınmış ve bu coğrafyanın halkları açlık-tokluk düzleminde yeni tartışmalara gebe hale gelmiştir.
Ne olduğu belirsiz hiçbir kanıta dayanmayan suçlamaları mevcut göçmenlere yöneten mevcut iktidar ortakları açlığın, işsizliğin tek sorumlusunu göçmenler haline getirerek yeni bir ırkçı denklem yaratmış ve duruma dair olan sorumluluklarından sıyrılmayı amaçlamıştır fakat unutulmaması gereken birkaç doneyi hatırlatmakta fayda var. Bu coğrafya bu keşmekeş durumun gördüğü en acı tablolardan birine şahit olmuştur. Muğla/Bodrumda göçmen bir bebek cesedi kıyıya vurmuştur, gerginlikten beslenen mevcut iktidar sınır kapılarını açmış ve bir halkın kaderini Avrupa devletlerinin sınır koruyucu acımasızlığına terk etmiştir ve daha nicesi.. Bu coğrafyada ‘Suriyeli’ ırkçı ideolojinin propagandist bir kavramına dönüşmüş, bu mahluk devlet tarafından yaratılan iklim ışığında hırsızlıkla, tecavüzle ve daha nice suçla anılmaya başlamıştır.
Kendini solda tarifleyen kişi, kurum, kuruluşlar bile sorunun ana kaynağını bu korkunç durumdan tariflemiş ve sınıfın asıl düşmanı olan devlet ve yardakçısı burjuvayı ıskalamıştır. Kitleler bu muğlaklık ve açlık ile debelene dursun şirketlere, para babalarına sonsuz krediler sağlanmıştır. Her gün bir başka burjuva başka bir medyada ekonominin ilerleyişinden bahseder hale getirilmiş ve halkı zaten göremeyecek bu simsarlar bilir kişi haline getirilmiştir.
İşte bu karmaşa ve güvensizlik halinin güçlü sebeplerinden biri bizim geçersiz politikalarımız, ihtiyaç haline gelemememiz, güçlü ve üretken nitelikte kadrolar yetiştiremememizdir.
Son düzlük sanrısı!
On sekiz yıllık bu iktidar serüveninde defalarca savrulan Akp her seçim döneminde sıkışmışlıklar yaratıp bu sıkışmışlıkları özeleştiri niteliği taşımasa da öyle anlaşılan çözümler sunarak örtbas etmiştir. Temsili demokrasinin kaypaklık aracı olan seçimleri büyük bir beceri ile kullanmış kendine sürdürülebilir bir güç kaynağı yaratmıştır. Fakat artık bu yöntemi kullanarak iktidarı ellerinde tutamayacakları aşikar hale gelmiştir. En yakın halk ayaklanmasında yeniden bir odak haline gelecek olan devrimci klikleri susturmak onları bekleyen bu borana, kendilerininde steril bir şekilde girmek istediklerinin göstergesidir. “Uluslararası diplomasi yüksek oranlı bir kıyımda çeşitli baskılarla onları yıldırabilir mi?” korkusu ile dünyanın çok geç görebildiği bir kıyım odağı olan Kürdistan’da zaten başlamış olan bu kıyımı çeşitli şekillerde hızlandırmış fakat batıda bunu nasıl uygulayacağı konusundaki kafa karışıklığını kendi milis kuvvetlerini ideolojik bir birikim ile yoğunlaştırarak ve savunma ordusu haline getirerek sağlayabileceğini düşünmüştür. Bu düşünce temelde zaten kendini var eden sosyal baskının kurumsallaşması olarak anlatılabilir.
Bu kadar açık bir tabloda Sol’un kendini tasfiye edişi ise korkaklıklarından doğan ne yapacağını bilememe hali olarak açıklanabilir. Bu bilememe hali onlara halen daha bu denli bir baskının yoğun gerçekliğinde sosyal ve ekonomik reformlara sıkışmış bir teorik talepçi yürüyüş rotasından başka bir seçenek çıkartmıyor. Devrimcilikten kopuş, kendini reformcu bir sıkışmışlığa iten bu hareketler ve temsilcileri kendi ocağına düşmeyen ateşi bir başarı sayar hale geliyor ki halen daha halka Akp’nin burjuva demokrasisinin doğallaştırdığı seçim süreci ile gideceğini öğütlüyor. HAYIR!
Hepsine bir şekilde hatırlatmamız gereken çok önemli bir demeç bulunmakta: “Sömürücü ve sömürülen sınıflar arasındaki çelişkiyi düşünün. Köleci, feodal ya da kapitalist bir toplum olsun, iki çelişik sınıf, bir toplumda uzun süre bir arada bulunur ve birbirlerine karşı savaşım verirler; ama iki sınıf arasındaki çelişki, belirli bir aşamaya kadar gelişince, açık bir uzlaşmaz karşıtlık biçimini alır ve devrime dönüşür. Sınıflı bir toplumda, barışın savaşa dönüşmesi de böyledir.” (Mao, Z., Pratik ve Çelişki Üzerine)
Yani %26 zam mevcut gelişen uzlaşmaz karşılığı gölgelemek demektir, açlığa mevcudun reforme edilerek dönüşümünden çözümler üretmek demek sınıf savaşından kaçmak demektir. Devletle arasına sert bir set çeken devrimci siyasetin karşısına uzlaşmacı, kazanımcı bir siyaset koymak karşı devrimciliktir!
Devrimci siyasetin olgunlaşıp eski hegemonyasını kazanmasının yegane yolu bu kafası karışık kazanımcı, işe yaramaz güruhtan sıyrılıp kendi gündemlerini, adalet arayışındaki özgün ve özgür pratiklerini yeniden inşa etmesinde saklıdır.
Gittikçe kurumaz hale gelen bu bataklıkta çırpınmak bizi daha fazla dibe çekeceğinden Okaliptus ağacı* gibi davranmalıyız. Devrimciliğe içkin, bağımsız ve uzlaşmaz bir siyasetin iradeli inşacıları olmalı sınıf savaşını nihayete erdirecek zemini hazırlamalıyız.
*Okaliptus ağacı sağlam köklere sahiptir ve bünyesinde çokça su bulundurduğundan bataklık bölgelerini kurutmakta kullanılır. Tabi ki betimlememizin yerine oturması açısından şunu söylemek gerekir, tek bir Okaliptus ağacı hiçbir şekilde bu mevcut bataklığı kurutamaz!
Bir yanıt yazın