Sınıf savaşının sıcak cephesi: Mülteciler – Cem Gök

kategori:

2015 yılında Aylan Kürdi isimli Suriyeli çocuğun cansız bedeninin Bodrum sahiline vurduğu görüntülerin ardından “vicdanları sızlayan kamuoyu” konuyu çoktan unuttu. Savaştan, ölümden ve sefaletten kurtulmaya çalışırken bindikleri teknelerin batması sonucu bir anda yüzlerce mültecinin hayatını kaybetmesi çoğu insanın bakıp geçtiği sıradan haberler haline geldi. Toplumsal bir karşı çıkışın olmadığı koşullarda, o dönem timsah gözyaşları döken Türkiyeli ve Avrupalı egemenler ise kendi çıkarlarına uygun politikalar izlemeye devam ediyorlar. Suriye savaşının patlak verdiği 2011 yılından bu yana artan biçimde, Avrupa’ya kara ve deniz yoluyla göçleri engellemek için önlemlere milyonlarca dolar harcanıyor. Türkiye ve AB arasında 2014 yılında imzalanan ve Haziran 2016 yılında uygulanmaya başlanan “Mülteci Geri Kabul Anlaşması” ile ise mülteci akını büyük oranda Türkiye topraklarına, Balkanlara ve Yunan adalarına hapsedilmiş durumda.

AB ve Türkiye arasındaki bu anlaşmaya göre Türkiye, Avrupa’ya özellikle Yunan adaları üzerinden gerçekleşen göçü durdurmayı ve çoğu Suriye, Irak ve Afganistanlı olan mültecileri topraklarında tutmayı vadetti. Ayrıca bu anlaşmayla Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaşmayı başaran mültecilerin Türkiye’ye iade edilmesi kabul edilmiş oldu. Bunun karşılığındaysa AB’nin Türkiye’deki mülteci projelerine 3 milyar euro aktarması ve Türkiye’ye vize muafiyeti uygulanması öngörülüyordu. Bugüne kadar aktarılan paranın bunun çok altında olduğu ifade ediliyor. Vize muafiyeti ise -AB-Türkiye ilişkilerinde gerginliğin giderek arttığı bu dönemde- artık gündemde bile değil. Ancak buna rağmen Türkiye anlaşmadan kaynaklanan sorumluluklarını tümüyle yerine getiriyor.

Bu anlaşmayla Türkiye göçmen geçişlerini ülkesinde tutmak için önlemleri arttırdı ve mülteciler Avrupa’ya geçmek için daha zor ve tehlikeli yolları tercih etmek zorunda kaldılar. Sonuç olarak öncesine göre daha az göçmen Avrupa’ya ulaşabildi ve daha çok göçmen hayatını kaybetti. Uluslararası Göç Örgütü’nün (IOM) verilerine göre 2015’te bir milyondan fazla insan Avrupa’ya ulaştı, yaklaşık 3 bin 800 kişi yolda hayatını kaybetti. 2016 yılında ise yaklaşık 359 bin göçmen deniz yoluyla Avrupa’ya ulaştı ve 5 binden fazla göçmen Ege ve Akdeniz’de hayatını kaybetti. 2017 yılının yalnızca ilk beş ayında ise 200 bin göçmen Avrupa’ya ulaşırken 2 bin 500 kişi hayatını kaybetti. Bu rakamlar özellikle özellikle Akdeniz üzerinden gelen Afrikalı göçmenleri de içeriyor. Öte yandan AB Göç, İçişleri ve Vatandaşlık Komiseri Dimitris Avramopoulos, anlaşmanın uygulanmaya başlanmasından bu yana Türkiye’den Yunanistan’a gelen sığınmacıların sayısında yüzde 97 oranında bir düşüş kaydedildiğini açıkladı. Ayrıca anlaşma sonrasında Avrupa’ya (çok büyük çoğunluğu Yunan adalarına) gitmeyi başaran 2 bin civarında mülteci Türkiye’ye iade edildi. Sonuç olarak, Türkiye –görünüşte anlaşmadan neredeyse hiçbir çıkarı olmamasına rağmen- anlaşmaya sadık kaldı ve gereklerini oldukça başarılı bir şekilde yerine getiriyor.

Mülteciler için ise durum her anlamda ağır bir trajedi. Avrupa’ya gidiş yolculuğu daha da tehlikeli hale geldi ve ulaşmaları halinde Türkiye’ye iade edilme olasılıkları çok yüksek. Bu durumun bir diğer sonucu ise binlerce mültecinin sığınma başvurularının değerlendirme süreçlerinde Yunan adalarında kapasitelerinin çok üzerinde sığınma kamplarında insanlık dışı koşullarda yaşamak zorunda kalması. Türkiye’de yaşayan 3,5 milyon civarında mültecinin ise çok büyük bir çoğunluğu kayıt dışı işlerde çalışmak ve insanlık dışı koşullarda yaşamak zorunda. Öte yandan giderek artan ırkçı histerinin mağdurları haline gelmiş durumdalar. Gün geçmiyor ki, Türkiye’nin bir yerinden Suriyeli veya Afgan mültecilerin önce kitlesel biçimde saldırıya uğradıkları, ardından polisin, valinin veya olayın boyutuna göre bir başka devlet görevlisinin araya girdiği ve yaşadıkları yerden kovuldukları haberleri gelmesin. Not etmek gerekir ki insanlar iyi giyimli, parası olan ve para harcayarak veya yatırım yaparak ülke ekonomisine katkı sağlayan göçmenlerden rahatsız olmuyor. Genelde saldırıya uğrayanlar bir gecekonduda 10-15 kişi yaşayan, kayıt dışı işlerde, asgari ücretin dahi çok altında çalışan veya sokakta dilenen mülteciler oluyor.

Bir diğer gerçek de şu ki, büyük bir çoğunluğunu 2011 yılından bu yana Türkiye’ye gelen Suriyelilerin oluşturduğu çok kötü koşullarda çalışmayı kabul etmek zorunda kalan yüz binlerce mültecinin varlığını patronlar, işçi sınıfını bölmenin ve sömürüyü arttırmanın aracı olarak kullanıyorlar. Ancak bunun sorumlusunun bu koşulları kabul etmek zorunda kalan göçmenler olmadığı, bu insanların buraya tarafı olmadıkları bir paylaşım savaşı yüzünden gelmek zorunda kaldıkları açık. Ayrıca burada kalmaya çok da meraklı değiller, çünkü burada onlar için insanca yaşam koşulları yok. Fakat Türkiyeli ve Avrupalı egemenler – ki kaçmak zorunda kaldıkları savaşın sorumluları da onlar- Türkiye’den çıkışlarına da izin vermiyor. Ancak bunları anlatan, yerli işçiler ve göçmenler arasında dayanışmanın nasıl örgütlenebileceğini dert edinen de hiç kimse yok.

AB-Türkiye anlaşması kimin çıkarına

Nihayetinde AB-Türkiye arasındaki mülteci geri kabul anlaşmasından, mecburen Türkiye’de kalan mültecilerin veya Türkiyeli emekçilerin herhangi bir çıkarı olmadığı açık. Bundan çıkar sağlayanların başında mülteci akınını büyük oranda Türkiye, Yunan adaları ve Balkanlar’da tutabilen Avrupalı egemenler geliyor. Öte yandan hem mali yardım alarak –vadedildiği gibi 3 milyar Euro olmasa da- hem de anlaşmayı sürdürerek politik koz elde eden AKP’nin bu meseleden çıkarı olduğu tartışmasız. Yürürlüğe girdiği 2016 Haziranında “vize muafiyeti” karşılığında bu anlaşmanın geçerli olacağı söylenirken, Türkiye’ye yaptırım uygulanacağının dillendirildiği bugün, iki taraftan da anlaşmanın iptal edilmesi gibi bir gündemi yok. Bu da kamuoyu önündeki tüm olumsuz açıklamalara rağmen karşılıklı gizli çıkarların olduğunu gösteriyor. Anlaşılan her iki taraf için de bu anlaşma bir sigorta işlevi görüyor.

Yani Avrupa’nın Türkiyeyi “demokratikleştirmesini” –o her ne demekse- bekleyen varsa daha çok bekleyecek. Devletler arası ilişkileri belirleyen karşılıklı çıkarlardan başka bir şey değil. Her ne kadar ara sıra taraflar birbirine seslerini yükseltiyor gibi gözükse de son olarak Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un söylediği gibi “Türkiye, Avrupalı egemenlerin karşı karşıya olduğu pek çok krizde önemli bir partner.”

Mülteci meselesinde devrimci, enternasyonalist siyaset

Tüm bu gerçekler, meseleyi enternasyonalist ve devrimci bir bakış açısıyla yaklaşarak sahiplenecek politik yapının olmadığı koşullarda ırkçılığın giderek artmasına neden oluyor. Düzen alışılageldiği gibi sürdürülemiyor, toplum olağan yöntemlerle yönetilemiyor ve kapitalizmin yapısal krizi tüm dünyada giderek derinleşiyor, boyutlanıyor.

Her gün Türkiye’nin bir yerinden mültecilere saldırı haberleri geliyor. Bunun devam eden süreçte –örneğin ekonominin daha kötüye gitmesi halinde- çok daha büyük çatışmalara yol açması kaçınılmaz görünüyor. Ancak politik, iktisadi ve sosyal etkilerine rağmen Türkiye solu meseleyle neredeyse hiç ilgilenmiyor. Bu soruna dair pratik önermeler bir kenara, herhangi bir teorik politik tartışma dahi yok. Mesele AKP’ye ve soruna “proje” olarak bakan STK’lara terk edilmiş durumda. Haber niteliği taşıyan olaylarda da sol yayınların çok önemli bir bölümünde yabancı düşmanlığını besleyen bir dil hakim. Her zaman yüksek sesle dillendirilmese de; “AKP Suriyelileri ülkeye aldı, bunlara vatandaşlık vererek oy devşirmek istiyor, zaten bunların büyük bir çoğunluğu AKP’nin desteklediği cihatçılar…” biçiminde ilerleyen sığ ve meseleyi her şeyde olduğu gibi AKP karşıtlığına indirgeyen bir bakış açısı solun ana gövdesine hakim olan devletçiliğin ve milliyetçiliğin yansımaları.

Ancak Türkiye başta olmak üzere dünyanın pek çok ülkesinde mülteci meselesi politik eğilimleri, ekonomiyi ve sosyal yaşamı belirleyen temel konuların başında geliyor. Bu sorun bir yandan, örneğin ABD’de Trump’ın yükselmesine, ırkçılığın ve sağ radikalizminin giderek güç kazanmasına neden olurken, buna karşı anti faşist bir hareket ortaya çıkıyor. Örneğin, ABD’nin Charlottesville’de yaşanan çatışmalardan sonra anti faşistler ABD’de ırkçı gruplara göz açtırmıyorlar. Yine 17 Ağustos’ta IŞİD’in Barselona’da gerçekleştirdiği saldırıdan sonra bir grup faşistin gerçekleştirmek istediği eylem anti faşistler tarafından engellendi, faşistler alandan polis tarafından kaçırıldı. İspanya’da sınır dışı edilmek istenen bir mülteci için onlarca kişi uçak içerisinde eylem yaptı. AB-Türkiye arasındaki geri kabul anlaşmasının iptali için eylemler yapılıyor ya da Midilli’de mültecilerin koşullarının düzeltilmesi ve sığınma taleplerinin kabulü için verdikleri mücadele Atina’daki anti faşistler tarafından aktif biçimde destekleniyor. Örnekler çoğaltılabilir ama özetle sistemin tüm krizleri gibi mülteci krizi de bir yandan tehlikeler barındırıyor, diğer yandan devrimci olanaklara imkan sağlıyor.

Kuşkusuz Avrupa solunun göçmen meselesi ile ilgili her zaman gereğini yaptığını söyleyemeyiz. Örneğin 2008 yılında Paris banliyölerindeki göçmen ayaklanmasının Fransa solu tarafından büyük oranda göz ardı edilmesinin sonuçlarını bugün tüm dünya yaşıyor. Ayrıca faşizme karşı ortaya çıkan reaksiyonel hareketin sınırlarının olduğunun da farkında olmalıyız. Ancak tüm sınırlarına ve eksiklerine rağmen bu faşist dalga karşısında özgürlükçü, enternasyonalist bir arayış olduğu da anlaşılıyor.

Giderek yoksullaşan ve aşağılandığını hisseden emekçi kitleler, önlerinde devrimci bir alternatifin olmadığı koşullarda kolaylıkla radikal sağa kayabiliyor. Ancak bu alternatif –her ülkenin kendi koşullarına uygun olarak- bir şekilde ortaya konulduğunda da bunun karşılık bulabileceği görülüyor. Her halükarda sınıflar mücadelesinin en sıcak cephelerinden birinin göçmen meselesi olduğu anarşistler başta olmak üzere enternasyonalist devrimciler tarafından görüldüğü ve buna uygun bir pratik ortaya konulduğunda, bu geniş bir kesimde karşılık bulabiliyor. Bu yüzden anarşistlerin ve diğer enternasyonalist devrimcilerin bugün ne yapacağının çok büyük bir önemi var.

Türkiye’de de asıl sorun ırkçılığın giderek artıyor olması ve sağın giderek büyüyor olması değil, başka pek çok konuda olduğu gibi mülteci meselesinde de politik bir karşı çıkışın örgütlenemiyor olması. Hangi pratik adımların atılabileceği konusu bir yana, meselenin gündeme dahi alınmıyor olması, solun statükocu, devletçi, milliyetçi yapısı ve bunun da etkisiyle kurucu siyaset üretilemiyor olmasıyla açıklanabilir. Mülteci meselesi ile ilgili tutum Türkiye solunun siyaseten iflas ettiğinin göstergelerinden. Dolayısıyla bu konu daha geniş ve bütünlüklü bir politik bir hat, özgürlükçü, enternasyonalist devrimci alternatif oluşturulması yönünde tartışmaların temel başlıklarından. Mevcut sol geleneğin yerine özgürlükçü, enternasyonalsit ve devrimci geleneği kurma iddiası olanların, bu yönde atacakları adımların merkezinde, bu düzenin insani bir yanının kalmadığının, sürdürülemez olduğunun en açık göstergelerinden biri olan mülteci meselesi olmak zorunda.


Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir