Kara Kızıl Notlar dergisinin Ekim 2006 tarihli 7. sayısında yayınlanmıştır.
Konuya girmeden önce bir noktaya dikkat çekmek zorundayız. Devlet meselesinin değerlendiren yazılarda genel olarak “Marks’a Karşı Bakunin” tarzını hâkim kılan bir eğilim olagelmiştir (Bu anarşist yazından çok Marksist yazın için geçerlidir). Oysa şu noktayı vurgulamakta yarar var: Bizim kendimizi anarşist komünistler olarak adlandırmamızın bir gerekçesi bu geleneğin ideolojik ve pratik birikiminin bugün bize yeni ufuklar açabileceğine inanmaksa, diğer gerekçesi de bu geleneğin teorik üretim tarzının kişilerin düşünsel gelişimlerine gözü kapalı bir şekilde sahip çıkmak veya karşı çıkmaktan uzak olmasıdır. Ne tarihin üstünde gezen bir mutlak gerçeği taşıyan Cebrail’e, ne de bu Cebrail’in bazen seçilmiş kişilerin kulağına bu gerçeği fısıldadığına inanmamalıyız. Biz Marksist olmadığımız gibi Bakuninist de değiliz, ne de Kropotkinci veya Durrutici. Eğer anarşist komünizmi fikirler değil de kişiler üzerinden savunmaya başlarsak onu Marksizm’in uzun süredir çırpınmakta olduğu bataklığa atmış oluruz.
Bu yazının amacı komünist sol içersindeki devlet tartışmalarına ve bu tartışmaların evrimine tarihsel bir yöntemle incelemektir. Yöntemin tarihselci olması gerekmektedir, çünkü yazının kapsamını oluşturacak olan zaman döneminde (yaklaşık olarak 1840’lardan 1920’lere kadar) mekân ve zamandan bağımsız açık ve net argümanlarını ortaya koyan iki tutarlı taraftan çok her tartışmada olduğu gibi karşılıklı önyargıları, ortak terminolojinin yokluğunu, kişilerin fikirlerinin zamanla değişmesini, aynı argümanı savunanlar arasındaki farkları ve bu farkların zaman ve mekânın değişimiyle belirginleşmesini göreceğiz. Amaçlarla araçlar arasındaki uyum vazgeçilmez bir ilke olduğu için devlet tartışmasını devrimci örgütlenme meselesini dâhil etmeden yapmak imkânsızdı.
Sayfa kısıtlamasının bize elverdiği ölçüde Marks’ın ve Bakunin’in devlete ve devrime dair teorilerini yeniden kurmaya ve karşılaştırmaya çalışacağız. Tarihteki yolculuğumuz Engels’in Otorite Üzerine metni ve İkinci Enternasyonal üzerinden Lenin’e ve 1917 devrimlerine varıp sona erecek.
Marks-Bakunin Tartışması
Marks ve Bakunin arasındaki tartışmanın oturduğu tarihsel zemin 1. Enternasyonal olarak anılan Uluslararası İşçi Birliği’dir. Marks, Enternasyonal’e 1864’teki kuruluşundan kısa bir süre sonra katılmıştı. Reformist İngiliz sendikacılarının ve Alman devletçi sosyalistlerinin desteğine sahip olan Marks Prouhoncu anarşizme karşı yirmi yıl önce başlattığı mücadeleye burada devam etti. Proudhoncular tartışmayı kaybederken 1868’de Bakunin Enternasyonal’e üye oldu ve Brüksel Kongresi’ne delege olarak katıldı. Marks-Bakunin tartışmasını incelemeye başlamadan bu fikir kavgasının dikkat çeken bir özelliğini not etmekte fayda var: İki tarafın geliştirdiği argümanlar da tam olarak doğru hedefe yönelmemeleri açısından kısmen isabetsizdir.
Bakunin’in ana hedefi Marks’la bir gördüğü Alman devletçi sosyalistleriydi. Oysa Marks’ın devleti ıslah etmeye dayalı bu görüşlerle alakası yoktu. Marks’ın devlete dair ilk önemli makalesi olan Yahudi Sorunu Üstüneden son yazılarından olan Gotha Programı’nın Eleştirisine kadar en tutarlı savı devletin toplumun sınıfsal bölünmüşlüğünü gideremeyeceği, çünkü onun maddi temelinin bizzat bu bölünmüşlüğünün kendisi olduğuydu. Yine de Marks politik eylemi, yani burjuva seçimler veya devrim yoluyla devlet iktidarının ele geçirilmesini savunuyor, hatta sosyalizme barışçıl bir geçiş yolu olabileceğine inanıyordu. Devlet aygıtının proletaryanın sorunsuz bir şekilde kullanabileceği bir aygıt olduğuna en azından 1871 Paris Komünü’ne kadar inanıyordu.
Diğer yandan Marks’ın Bakunin’e karşı kullandığı cephanelik aslında Proudhonculuğa karşı hazırlanmıştı, oysa Bakunin ve Proudhon’un anarşizmleri oldukça farklıydı. Düşman olarak kolektivizmi gören ‘toplumsal bireyci’ Proudhoncuların aksine Bakunin ve yandaşları “azimli kolektivistlerdi ve […] yalnızca siyasal otoriteye değil, aynı zamanda gayri meşru otorite ilişkilerinin ana dayanaklarından biri olarak gördükleri burjuva ilkesine, yani bireyciliğe karşı çıkıyorlardı” (Thomas, 2000, s. 301). Dahası “şiddetten, devrimlerden, hatta grevlerden uzak” duran Proudhoncuların aksine Bakunin “ateşli bir devrimciydi” (age.).
1. Enternasyonal, Marks’ın Bakunin’i ve bazı yandaşlarını gizli bir hizip kurmaktan dolayı tasfiye ettiği, örgütsel merkeziyetçilik ilkesiyle politik eylem ilkesini Enternasyonal’in tüzüğüne ve programına yazdırdığı ve Genel Konsey’in taraftarlarınca kontrol edilebilmesini kolaylaştırmak için ABD’ye naklettiği 1872 Lahey Kongresi ile krize girdi. (Kanıtlar – ve kanıtların eksikliği – gizli örgüt suçlamasının yanlışlığını gösterse de Bakunin’in bu doğrultuda Enternasyonal içinde siyasal bir hizip kurup kurmadığı hala şüphelidir.) Bu kararlar sonraki altı ay içersinde sekiz Enternasyonal seksiyonunun yedisi tarafından tekzip edilecek ve daha sonra Enternasyonal’in çoğunluğu Genel Konsey’i lağvederek federal bir yapılanmayı benimseyerek yoluna devam edecekti (Çoğunluk kendisini Bakunin taraftarı olmaktansa devrimci/anarşist sendikalist olarak adlandırıyordu). Marks taraftarı azınlık ise kısa süre içinde kendisini tasfiye ederek ömrüne son verecekti.
Devlet
Devletin kökenine dair ilk detaylı Marksist çalışma Engels’in Marks’ın Amerikalı antropolog Morgan notlarından derlediği Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökenidir. Engels, devletin kökeninde sınıflı toplumların ortaya çıkışı olduğunu söyler. Özel mülkiyetin, dolayısıyla sınıf ayrımlarının ortaya çıkışı komünal demokrasiyi işlemez hale getirir. Bu mücadeleler sonucunda oluşan devlet aygıtının iki özelliği vardı: Birincisi – ve daha önemsiz olanı – “halkı […] akrabalık gruplarına göre değil, birlikte oturdukları yerlere göre, (bölmesidir)” (Engels, 1979, s. 341). İkincisi, “bizzat silahlı güç halinde örgütlenen halkla artık doğrudan doğruya aynı şey olmayan bir kamu gücünün (kuruluşudur). Bu özel kamu gücü zorunludur; çünkü sınıflara bölünmeden sonra, halkın özerk bir silahlı örgütlenmesi olanaksız duruma gelmiştir” (Engels, 1979, s. 398).
Engels, bunu kanıtlamak için pek çok antik toplumun gelişimini inceler. Örneğin Yunan toplumundan bahsederken onun sürekli var olan bir kabile temsilcileri konseyiyle bu konseyin gerektiğinde toplantıya çağırdığı ve herkesin katılabildiği bir halk meclisi tarafından yönetildiğini söylüyor. Konsey, “aristokratik öğenin gelişme ve güçlenme olanağını (sağladıysa da) […] son duruşmada bu meclis egemendi, […] (çünkü) yapılması halkın işbirliğini gerektiren bir iş söz konusu olunca, Homeros bize, halkı bunu istemeden yapmaya zorlayabilecek hiçbir araç göstermiyor” (age., s.331-332). Bu toplum devletli değildi, çünkü “aşiret üyesi her ergin erkeğin savaşçı olduğu bu devirde, henüz halktan ayrı ve ona karşıt olabilecek bir kamu gücü var olamazdı” (age., s. 332).
Toplumun sınıflara bölünmesini sağlamlaştırmak için yeni bir kuruma ihtiyaç vardı: “[Y]alnızca özel kişiler tarafından az zamandan beri edinilmiş bulunan zenginlikleri, (eski) düzenin komünist geleneklerine karşı koruyan ve yalnızca eskiden o kadar hor görülen özel mülkiyeti kutsallaştıran ve bu kutsal şeyi bütün insan topluluğunun en yüce ereği olarak bildiren bir kurum değil, ayrıca mülkiyet edinmenin, başka bir deyişle, zenginliklerdeki durmadan daha hızlı bir büyümenin artarda gelişmiş yeni biçimleri üzerine, genel olarak toplum tarafından yasaya uygunluk mührünü de basan bir kurum; yalnızca toplumda başlamış bulunan sınıflar halindeki bölünmeyi değil, ayrıca mülk sahibi sınıfın hiçbir şeye sahip olmayan sınıfı sömürme hakkını ve onun ürerindeki egemenliğini de sürdürüp götüren bir kurum. Ve bu kurum çıkageldi. Devlet icat oldu.” (age., s. 334-335)
Bu yeni toplumsal örgütlenmede “kendini bizzat kendi koruyan gerçek ‘silahlı halk’ yerine, devlet otoriteleri hizmetinde, öyleyse halka karşı kullanılabilmesi olanaklı silahlı bir ‘kamu gücü’” geçer (age., s. 335). Eski toplumsal karar alma organları “yerlerini tamamen gerçek devlet otoritelerine (bırakır)” (age., s. 335) ve kabile temsilcileri konseyi senatoya dönüşür (age., s. 331).
Bu anlatımın dikkat çekici özelliği, devleti azınlık iktidarının kurulması ve sürdürülebilmesi için özel olarak inşa edilmiş hiyerarşik bir aygıt olarak gören (ve bu yüzden de reddeden) anarşist yaklaşımla uyumu ve devletin sadece bir sınıf egemenliği organı olarak gören (ve dolayısıyla her sınıfın bunu kullanabileceğini savunan) Marksist yaklaşımdan farkıdır. Diğer bir önemli nokta, silahlı güç kullanmanın devletin belirleyici özelliği olmadığına göre anarşistlerin devleti yok ederek devrimden sonraki gün silahlarını bırakmak istediklerine dair garip iddianın kendiliğinden savunulamaz hale gelmesidir. Belki Bakunin’in de devletin kökeninin toplumun sınıflara bölünmesi olduğuna inandığını burada vurgulamak gerekiyor. Örneğin fiziksel tasfiyenin – toplu idamların – sınıfların kaldırılmasında yararsız bir yöntem olduğunu savunurken şöyle der: “[İ]ktidar insanların kendilerinden ziyade, maddi nesnelerin örgütlenmesi tarafından, yani devlet kurumu ve onun doğal temeli olan bireysel mülkiyet tarafından ayrıcalıklı kişiler için yaratılmış olan koşullardan kaynaklanır” (Dolgoff, 1998, s. 155-156).
Tarihsel deneyim karşısında Marksistlerin devlet vurgusu öyle şekil değiştirmiştir ki devletle yakından uzaktan alakası olamayan (ve anarşistlerin tartışmanın başından beri savunduğu) toplumsal örgütlenme biçimlerini ‘işçi devleti’ ve proletarya diktatörlüğü olarak sunar hale gelmişlerdir. Örneğin Marksist Tutum, “[k]apitalizm yıkıldığında (işçilerin) kendi devletlerini (kuracaklarını)” ve “sovyet (konsey) tipi örgütlenmeler aracılığıyla” kurulacak bu devlette demokrasinin “temsili değil doğrudan” olacağını müjdeliyor. Halk “seçtiklerini istediği zaman görevden (alabilecek)”; “[d]aimi bir ordu ve bürokrasi olmayacak, tüm halk silahlanacaktır”. (Marksist Tutum, y.y.). Yavuz hırsız ev sahibini bastırırmış.
Devrim Teorisi: Devlet ve Devrimci Örgüt
Devlet kavramının içeriğini özetledikten sonra Marks ve Engels’in devrim teorisiyle Bakunin’inkini yeniden inşa etmeye girişebiliriz. 1840’ların ilk yarısında yazdığı iki makalede yukarıdan dayatılan devletçi yöntemleri şiddetle eleştirir, fakat her ikisinde de politik eylemi (ilkinde devlet iktidarının fethi (Marks, 2006), ikincisinde siyasal reformlar (Marks, 2005)) olumlu bir taktik olarak değerlendirir. Diğer yandan politik eylem ne kadar olumlu amaçlar için yapılırsa yapılsın (bir sınıfın diğerini devirip kendi iktidarını kurması veya bir azınlığa yasal eşitliğin tanınması) devlet aygıtını güçlendirir, çünkü insanları devlet katında eşitlerken aslında sivil toplum katındaki eşitsizliği onaylar.
Marks ve Engels’in devrim teorisini daha iyi kavrayabilmek için 1848-1850 devrimleri sırasında faaliyet gösteren Komünist Birlik örgütü döneminde yazılan iki metinden yararlanacağız: Komünist Parti Manifestosu ve Merkez Komitesinin Komünist Birliğe Çağrısı. Bu metinleri seçmemizin nedeni Marks ve Engels’in karşılaştıkları en büyük devrimci deneyiminin hemen sonrasında ondan çıkardıkları dersler ışığında yazılmış olmaları ve 1860’ların sonundaki tartışma öncesinde onların tartışmaya katıldıkları yeri görebileceğimiz devrimin pratik sorunlarına değinen sayılı metinlerden biri olmalarıdır.
Çağrı, işçi sınıfının maddi güçsüzlüğünden dolayı henüz iktidarı alamayacağı bir ortamda cumhuriyetçi bir devrimi sosyalist bir devrime dönüştürmenin yollarını arar. Burjuvazinin iktidarı ele geçirmesini takiben işçiler “[y]eni resmi hükümetler yanında, aynı anda, ister beledi komiteler ve beledi konseyler biçiminde olsun, ister işçi kulüpleri ya da işçi komiteleri biçiminde, kendi öz devrimci işçi hükümetlerini kurmalıdırlar”, bu sayede burjuvazi “tüm işçi yığınları tarafından desteklenen yetkililer tarafından denetlendiklerini ve tehdit edildiklerini daha baştan (görecektir)”. “Merkez Komitesi […] derhal bir kongre toplayacak” ve burada “işçi (kulüpleri) hareketin başına geçmiş bir önderlik altında (toplanacaktır)”.
Eğer mevcut hükümet devrilebilirse, proletarya yeni seçimlerde “yerel yetkililer ya da hükümet görevlileri tarafından hiç bir işçi grubuna hiç bir bahaneyle ya da herhangi türden bir oyunla engel (çıkarılmamasını)” sağlamalı ve “burjuva demokrat adaylar yanında, her yerde işçi adaylar da gösterilmelidir, bu adaylar olanaklar elverdiğince Birlik üyeleri arasından oluşmalı ve mümkün olan bütün yollar kullanılarak bunların seçilmeleri için çalışılmalıdır”. İşçiler, burjuvazinin olası federalist hamlelerine karşı “yalnızca tek ve bölünmez bir Alman cumhuriyeti için çalışmakla kalmamalı, bu cumhuriyet içinde iktidarın en kesin bir biçimde devlet yetkesinin ellerinde toplanması için de çalışmalıdırlar” ve “topluluklar için özgürlük, öz-yönetim, vb. gibi demokratik sözlerle yanlış yola saptırılmalarına fırsat (vermemelidir)”, çünkü “her köyün, her kentin ve her eyaletin, ancak merkezden gelen güçle tam yol ilerleyebilecek olan devrimci eylemin önüne yeni bir engel çıkartmasına hiç bir koşul altında izin verilmemelidir. Mevcut durumun yenilenmesi, Almanların tek ve aynı ilerleme için her kentte ve her eyalette ayrı ayrı savaşmaları hoş görülmemelidir. […] 1793’te Fransa’da olduğu gibi, bugün Almanya’da da en katı merkeziyetçiliği gerçekleştirmek gerçek devrimci partinin görevidir.” (Engels&Marks, 1850)
Dikkat çeken noktalar; tıpkı Manifestodaki gibi (Engels&Marks, 1999, s. 72) bir siyasal devrimi (komünist partinin devlet iktidarını ele geçirmesi) takip eden yukarıdan dayatılan ve desteklenen bir toplumsal devrim ve bu toplumsal devrim “ancak merkezden gelen güçle tam yol ilerleyebileceği” için katı bir merkeziyetçiliğin uygulanmasıdır. Yerellerde işçi hükümetleri bile fiili olarak veya seçim yoluyla kurulacak geçici belediye meclislerinden ve “tüm işçi yığınları tarafından desteklenen yetkililer”den öte şeyler değildir. Bu iki vurgu o kadar önemlidir ki şiddete dayalı bir devrimin gerekliliği bile ikincil kalır. Marks, 1872’de Amsterdam’da bir toplantıda “farklı ülkelerin kurum, gelenek ve adetlerinin göz önüne alınması gerektiğini” ve Amerika, İngiltere ve belki de Hollanda’da işçilerin amaçlarına barışçıl yollarla ulaşabileceğini söyler. Keza Engels 1886’da Kapital’in ilk İngilizce çevirisine yazdığı önsözde İngiltere’de devrimin belki de “tamamen yasal ve barışçıl araçlarla” gerçekleşebileceğini yazar (Conrad, 2002).
Yine de bu, tam olarak partinin sınıfı ikame etmesi şeklinde de anlaşılmamalıdır. Marks Blanquici darbeciliğin bir çıkmaz sokak olduğunun farkındaydı. Onun için parti açıkça sınıfın bir parçası, hatta belli anlarda onun tamamı, sınıfın çıkarlarının bütünsel bir ifadesidir. Leninist deneyimin ardından böylesine iddialar korkutucu gelse de Marks ve Engels’in işçi sınıfının proletaryanın tarihsel çıkarlarını yansıtmayan bir partide (en azından uzun vadede) kitlesel olarak bulunabileceklerine imkân vermez. Bu yüzden Manifestoda komünistlerin “öteki işçi sınıfı partilerine karşı ayrı bir parti (oluşturmayacaklarını)” ve “[p]roleter hareketi biçimlendirmek ve kalıba sokmak üzere kendilerine özgü hiç bir sekter ilke (getirmeyeceklerini)” söylerler (Engels&Marks, 1999, s. 62). Çağrıda Komünistler Birliği Merkez Komitesi’nin çağrıcılığını yapacağı ve tüm işçi sınıfını tek bir önderlik altında toplayacak kongre de proletaryanın çıkarı tek olduğuna göre onun tamamını – sadece söz olarak değil, onu içinde barındırmak açısından da – kapsayabilecek bir partinin imkânına duyulan güveni gösterir. Tabi yine aynı sınıf çıkarının tekliği argümanı emekçilerin örgütlendiği yapının biçime dair bir duyarsızlığı da beraberinde getirir. Belki bu yüzden aralarındaki fikirsel ayrımlara rağmen Alman sosyal demokrasisinden kopmayacaklar ve Bakunin’in anarşizmini tıpkı Proudhon’unki gibi küçük burjuva kökenli olmakla suçlayıp ona karşı amansız bir mücadele vereceklerdi. Marks ve Engels ne sendikal ne de parti bürokrasilerinin kendi ayrı çıkarlarına sahip olabildiklerini fark edemediği için devrimi yukarıdan ve aşağıdan beraber yürütme çabası fiiliyatta yukarıdan ‘devrim’in kural haline gelmesine yol açmıştır.
Bakunin’in Slav ulusalcılığından anarşizme tamamen geçişi Sibirya’dan kaçışının ardından İtalya’da geçirdiği 1864-67 dönemindedir. 1866’da kaleme aldığı Ulusal Bildirgede “eşzamanlı olarak hem politik hem de toplumsal olmayan hiçbir (devrimin) başarı (sağlayamayacağını)” vurgular; “[t]üm ülkelere hitap eden ortak bir program düşüncesi ve kimliğiyle örgütlenen, […] gizli bir örgüt tarafından koordine edilen […] (ve) başlangıçtan itibaren YEREL bir karakter (alacak)” olan bir devrimi savunur (Dolgoff, 1998, s. 101-102). Başkaldıran komünler, “evrensel oy hakkı aracılığıyla tüm idarecileri ve devrimci mahkemeleri, tüm görevlilerin doğrudan ve etkin bir şekilde halka karşı sorumlu kılınması ilkesi temelinde (seçecektir)” (age., s. 103). Paris Komünü’ne yol açacak olan Fransa-Prusya savaşının çıkmasından önce 1870’te yazdığı Albert Richard’a Mektupta “(devrimin) hiçbir düzeyde, tek bir yönetici merkeze bağlı kalmak zorunda (olmadığını) ve (olmaması)” gerektiğini söyler. “Merkez ana kaynak olmamalıdır, yalnızca bir yan ürün olmalıdır; devrimin amacı değil, yarattığı sonuçlardan biri olmalıdır (age., s. 188).” Kabul edebileceği tek diktatörlüğün “herhangi bir dalaveresi, resmi unvanı, resmi hakları olmayan ve her türlü iktidar tuzağından uzak durduğu için daha da güçlü olan bir diktatörlük […] (yani) tüm müttefiklerimizin kolektif diktatörlüğü” olduğunu söyler (age., s.188-189). Bu gibi ifadeler, Bakunin’in sayısız gerçekleşmemiş örgüt tasarısı gibi devrimci örgütü bir komplocular gurubuna indirgeme eğilimini yansıtıyordu. Bu örgüt, devlet aygıtını yıkacak ve hemen ardından emekçi yığınların bu baskıdan kurtularak gelecek toplumu kuracaklardı. Bu ‘naif’ bakış açısı onun emekçilerin özeylemine güvenini yansıtan yerelciliğiyle örtüştüğü gibi bir tür otoriterizme de yol açabilirdi. Fakat bu eğilimi dengelercesine aynı yıl Fransa’nın savaşı kaybettiği ortaya çıkınca yazdığı Bir Fransıza Mektuplarda otoriter devrimcileri şöyle eleştirir:
“Otoriter devrimciler, devrimci etkinliğin ilerlemesi konusunda dünya çapında çok az şey yaptılar, bunun başlıca nedeni, onların her zaman devrimi kendilerinin, bizzat kendi otoriteleri ve güçleriyle yapmak istemeleridir. Bu tavır devrimci faaliyetin alanını iyice daraltmaktan başka bir işe yaramadı, çünkü en enerjik ve girişimci otoriter devrimcinin bile devrimin getirdiği türlü türlü sorunu anlaması ve bu sorunlarla etkin bir şekilde baş etmesi imkânsızdır. Çünkü, ister bireyler tarafından ister göreceli olarak kolektif bir yapı tarafından uygulansın, her diktatörlük zorunlu olarak yoğun bir kuşatılmışlık içindedir ve oldukça basiretsizdir, bu yüzden sınırlı bir kavrayışa sahip olan diktatörlüğün, halk yaşamının karmaşık renkliliğini derinlemesine kucaklaması kesinlikle imkansızdır; tıpkı en devasa kabın bile bir okyanusun derinliklerini ve enginliğini içine sığdıramaması gibi…” (age., s. 205)
İşçileri ‘içgüdüsel olarak sosyalist’ diye adlanırsa da 1871’de Enternasyonal üzerine yazdığı İttifak’ın Programında “halkların kurtuluşu için eğer içgüdüler tek başına yeterli olsaydı, halklar çok uzun bir süre önce kurtulmuş olacaktı” diyerek emekçilerin kendiliğinden hareketinin sınırlarını vurgular (age., s. 269). Bu metnin önemli kısımlarından biri de Enternasyonal’in Cenevre’deki inşaat işçilerinin karar almayı seçilmiş komitelere bırakmalarına dair analizleridir. Komite üyeleri, “[k]işisel fedakârlık, inisiyatifleri ve yetenekleri sayesinde liderliği elde ettiler, ancak, bürolarda gereğinden fazla kalan herkesin kaçınılmaz bir şekilde düştüğü halüsinasyonlardan dolayı bulunmaz Hint kumaşı oldukları sonucuna vardılar. […] Komite üyelerinin çoğu, üç veya iki, hatta yalnızca bir meslektaşının elinde düşüncesiz bir oyuncağa dönüşmüştür.” Diğer yandaysa işçiler “[k]omitelerini seçtikten kısa bir süre sonra ise, artık herhangi bir düşünceye sahip değillerdi; adeta komitelerin üzerlerine istediklerini yazabilecekleri boş bir sayfaya dönüşmüşlerdi. Komiteler fazlaca para istemedikleri sürece, geçişmiş aidatları ödemeleri için işçilere yoğun baskı yapmadıkları sürece herhangi bir komite hesap verme korkusu duymaksızın nerdeyse istediği her şeyi yapabilirdi.” Genel üye toplantılarının komiteleri en çok korkutan olaylar haline geldiğini belirtir. Bakunin, karar almanın komitelere bırakılmasını “aptalca bir kişisel (tatmin) ve gülünç olduğu kadar da proletarya için zararlı olan bir güvenlik (anlayışı)” diye niteler. Diğer yanda Fabrika seksiyonlarının “Cenevre Merkez Komitesi’nin keyfi iktidarını etkili bir şekilde sınırlamayı” iki nedenden dolayı başardığını söyler: Birincisi “daha derin bir politik kavrayışa (sahip olmalarıdır)”. İkincisiyse fabrika seksiyonlarının Merkez Komitesi’ne “tüzüklerde öngörüldüğü şekilde, seksiyonların kendilerine verdikleri yükümlülükleri özenle yerine getiren, ortaya atılan öneriler ve bu önerilerden hangilerine oy verdikleri konusunda üyelere düzenli olarak bilgi veren, üyelerin yeni talimatlarını (ve tatminkar olmayan delegelerin acilen geri çağrılmasını) bekleyen (delegeleri)” seçmeleridir. (Dolgoff, 1998, s. 260-262)
Bakunin’in devrim teorisini daha iyi anlayabilmek için onun proletarya diktatörlüğü kavramına iki temel eleştirisini de hatırlamak gereklidir (Mckey, 2004). Birincisi İngiltere dışındaki hiçbir ülkede emekçilerin çoğunluğunu sanayi proletaryasının oluşturmadığından hareketle bu tür bir devrimin kır emekçileri, zanaatkârlar ve diğer emekçiler üzerinde kentli sanayi işçilerinden oluşan yeni bir aristokrasi yaratacağıdır. Lenin’in en ‘özgürlükçü’ eseri olan Devlet ve Devrimdeki şu ifadesi bu kaygıyı doğrular: “Proletaryanın, sömürücülerin direncini bastırmak için olduğu kadar, nüfusun büyük yığınını – köylülük, küçük-burjuvazi, yarı-proleterler – sosyalist ekonominin “kurulması” işinde yönetmek için de devlet iktidarına, merkezi bir güç örgütüne, bir zor örgütüne gereksinimi vardır” (Lenin, 1917, s. 38).
İkinci nokta bu yeni aristokrasinin bile tamamının toplumu yönetemeyeceği, yönetimin bir temsilciler katmanının eline düşeceğidir. Marks, Paris Komünü’nden sonra bile bir temsiliyet ve hiyerarşi eleştirisine sahip olamamıştır (Fransa’da İç Savaş kitabında yaptığı emekçilerin devlet aygıtını neden dönüştürmeye ihtiyaç duyduklarını açıklamaktan çok, olanı onaylamaktır). Bakunin’in 1873’te yazdığı Devlet ve Anarşi kitabına Marks’ın aldığı notlar bunun bir örneğidir. Marks, kırk milyon Alman’ın hep birlikte mi hükümet üyesi olacaklarına dair soruya şöyle cevap verir: “Kesinlikle! Her şeyin komünün öz-hükümetiyle başladığı için” (Marks, 1874). Bu cevap oldukça kafa karıştırıcıdır, çünkü en azından Paris Komünü’nden sonra Marks’ın devlet şeması Bakunin’in federal konsey iktidarı ile büyük bir benzerlik göstermekte gibidir. Marks için devletli ve devletsiz toplumun arasındaki farka dair bir tutarsızlığa işaret etse de bu tartışmanın en azından bir kısmının bir yanlış anlamanın sonucu olduğuna mı işarettir? Notların tamamı okunduğunda her şeyin komünün öz-hükümetiyle başlamasına rağmen farklı bir yerde bittiği hissedilir. Marks, tüm proletaryanın nasıl hükümette olacağı sorulduğunda sendikaları örnek gösterir ve sendikaların başındaki yürütücü komiteler tabandaki emekçileri nasıl idare ve temsil ediyorsa, yeni proletarya diktatörlüğünün de onları öyle yöneteceğini ima eder. Bakunin, hükümetin işçiler tarafından oluşturulsa bile bu işçilerin işçiliklerini kaybedip bürokratlaşacaklarını söyleyince Marks şöyle der: “Bir fabrika sahibi belediye meclisi üyesi olunca kapitalistliğini kaybetmesi kadar az miktarda” (Marks, 1874). Görünen odur ki Marks Paris Komünü’nün neden delegelerini geri çağrılabilir kıldığını ve tabana düzenli hesap vermek zorunda bıraktığını hiç anlamamıştır.
Bakunin’in kitleler üzerindeki her tür kurumsallaşmış ve hiyerarşik iktidara duyduğu güvensizliğin nedeni onun için devrimci taktiklerin ve programının sınıf çıkarlarıyla uyumunun önceden kesin şekilde bilinemez olmasıdır. Taktiklerin ve programın ‘bilimsel’ bir incelemenin ürünü oldukları için sınıfın eyleminden bağımsız olarak ‘doğru olanı’ ifade edebilecekleri bir şemanın aksine bu taktikler ve program her anda sınıfın eylemi tarafından onaylanmaya ihtiyaç duyar. Dolayısıyla devrimci örgütün rolü emekçileri bu ‘bilimsel’ programa göre yönetmek değil, emekçilerin kendiliğinden hareketini ile sağlıklı bir etkileşime girip tarihsel deneyimden çıkardığı dersler ışığında ona rehberlik etmek ve ondan öğrenmektir. Bu ‘bilimselci’ şema doğrudan Marks’ın eserlerinde bulunmaz, fakat Engels üzerinden özellikle İkinci Enternasyonal’de egemen kavrayış haline gelecektir.
Paris Komünü Deneyimi
Paris Komünü, Marks-Bakunin tartışmasını daha da karmaşık hale getirir. Marks, Paris Komünü’nü bir proletarya diktatörlüğünün bir örneği olarak sunar (Marks, 1997, s. 225), aynı anda devlet iktidarının kaldırıldığını söylerken Proudhoncu federalizmin bir emaresi olan belediyesel özerklikten övgüyle söz eder (age., s. 265). Fakat bu ifadeler Manifesto’daki tutumuyla çelişir. Öyle ki Engels 1888 yılında yazdığı önsözde bu metnin eskidiğini ve “Paris Komünü’nün ‘işçi sınıfının hazır devlet aygıtını öylece ele geçirip onu kendi amaçları için işletemeyeceğini’ kanıtlamış” bulunduğunu söyler (Engels&Marks, 1999, s. 34). Marks 1875’te yazdığı Gotha Programının Eleştirisinde devlet nitelikleri olmayan devletten söz etmeye başlar (Marks, 1875). Marks’ın orijinal devlet vurgusunun yerini artık bir tanımsızlık almış durumdadır. Bu noktadan yola çıkıp her şeyi savunmak, her tür yorumu yapmak olasıdır (ki Marks’ın devrim teorisinin konsey komünizminden Stalinizm’e uzanan sayısız yorumu bu muğlâklığı kanıtlar).
Anarşistler içinse Paris Komünü kendi teorilerinin doğrulanmasını temsil etse de pek çok eksik yan barındırır. Kropotkin şöyle der: “1871 Komünü, bir ilk denemeden öte bir şey olamazdı. Büyük bir savaşın sonunda, elbirliği edip halkı ezebilecek iki ordunun arasındayken durmaksızın ekonomik devrim yolunda ilerleyemedi. Ne kendisini açıkça sosyalist ilan etti, ne de sermayenin toplumsallaştırılmasına veya emeğin örgütlenmesine girişti. Hatta şehirdeki genel kaynakların bir dökümünü bile çıkarmadı.” (Kropotkin, 1895) Ekonomik ve siyasal devrimlerin birleştirilip toplumsal devrimin sürdürülmesi, yeni iktidarın karşı karşıya kaldığı politik/askeri sorunlar karşısında ekonomik devrimin ikinci plana atılmaması gerektiği çok önemli bir derstir. 1936 İspanyol Devrimi’nin yenilgisi belki de sadece bu ders ışığında açıklanabilir.
Diğer bir sorun Paris Komünü’nün, yani belediye meclisinin, Bakunin’in savunduğu (ve Rus devrimlerinde sovyetlerin örgütlendiği gibi) mahalle ve işyeri konseyleri delegelerinin bir eşgüdüm aygıtı olmaması; parlamentolara benzer şekilde genel oyla seçilen temsilcilerden oluşmasıydı. Bu haliyle tabanın tüm geri çağırma hakkı fiilen geçersiz oluyordu ve yerellerin doğrudan demokrasisiyle organik bağları sağlayacak konsey tipi sürekli ve kurumsallaşmış örgütlenmelerin de olmadığı koşullarda bir hükümete dönüşme eğilimi taşıyordu. Bu durum, tabanda Komün idaresine itaat, Komün idaresinde de tabandan bağımsızlaşıp daha da merkezileşme yönünde eğilimler yaratıyordu. Son tahlilde sorun iktidarda yatıyordu. Komün’ün yürütücü komitesi toplumdaki ana karar alma organı mıdır, yoksa iktidar üzerinde federal komünist topumun şekillendiği kitle konseylerine mi aittir? Eğer ilkiyse, birkaç liderin yönetiminden, onların kaçınılmaz bürokratlaşmalarından ve bildiğimiz manada bir devletten söz ediyoruz. Eğer ikincisiyse, eşit ve özgür bir toplumun ana yapısına ve toplum üstünde bir kamu iktidarının kurulmasını engelleyen yeni bir sosyal özyönetime sahibiz. Bu bir kelime oyunu değildir, toplumsal dönüşümün vazgeçilmez bir sorunudur.
Bu süreç tabii ki hemen oluşmuyordu. Bununla birlikte Paris Komünü ve Rus Devrimi dâhil tüm devrimlerde yönetenlerin halk denetiminden sıyrılıp ayrıcalıklı ve güçlü kurumlar yaratma eğilimi ortaya çıkmıştır. Paris Komünü, yani belediye meclisi, oluştuktan sonra genelde yok sayıldı. Ayaklanma, şehir işlerinin yönetimi ve Versaillese hükümetine karşı savaş esas olarak halk dernekleri, mahallelerdeki tedbir komiteleri ve Ulusal Muhafızların taburlarınca yürütüldü. Eğer Paris Komünü yenilmeseydi, bu gevşekçe bağlanmış konseyler ve milis bölükleriyle çatışmaktan kaçınıp kaçınamayacağı şüphelidir. Hatta Nisan sonunda, ayaklanmadan altı hafta sonra, belediye konseyinin çoğunluğu Enternasyonal üyesi azınlığın muhalefetine rağmen önemli yetkilerle donatılmış bir Kamu Güvenliği Halk Komitesi kurdu. Bu komitenin öncülü 1789 Fransız devriminde Terör dönemini başlatan Jakoben Kamu Güvenliği Komitesi ise ardılı da Rus devriminde kuruluşundan beri sovyetler tarafından denetlenmesi söz konusu bile olmayan Bolşevik Halk Komiserleri Konseyi’dir.
Komün deneyimine bu iki farklı yorumdan sonra üçüncü bir açıyla bakıp faklılıkları daha net görebiliriz. Troçki’nin 1921’de yazdığı Paris Komünü Dersleri üçüncü türden bir değerlendirmeye iyi bir örnektir. Şöyle der: “Komün bize emekçi kitlelerin kahramanlıklarını, tek bir blok olarak örgütlenmedeki becerilerini, gelecek adına kendilerini feda etmedeki hünerlerini gösteriyor. Ama aynı zamanda da Kitlelerin kendi yollarını seçmedeki yeteneksizliklerini, hareketin liderliğindeki kararsızlıklarını, ilk başarılardan sonra durmaya olan ölümcül düşkünlüklerini ve bu sayede de düşmanın nefeslenip konumunu geri kazanmasına izin vermelerini gösteriyor.” Herhalde kitlelerin kafasız bir fil olduklarını söylemenin en uzun yollarından biri budur. Böyle başlayan bir değerlendirme tahmin edilen bir şekilde sona erecektir: “Komün’ün bütün tarihini sayfa sayfa karıştırabiliriz ve onda tek bir ders görürüz: (devlet iktidarını almak için) güçlü bir parti liderliğinin gerekliliği.” Kitlelerin denetimi meselesi ise taktik bir soruna indirgenir: “Seçimler, demokratik yöntemler proletaryanın ve partisinin elindeki araçlardan sadece bir tanesidir. Seçimleri bir fetiş, her tür kötülüğün ilacı olarak görmek akıllıca değildir. Seçim yöntemleri atama yöntemleriyle birleştirilmelidir.” (Troçki, 1921)
1921’de yapılan bu değerlendirmeler şüphesiz Troçki’nin 1938’de “insanlığın krizinin devrimci liderlik krizine (indirgendiğine)” dair yorumuyla uyuşmaktadır (Troçki, 1938). Bu değerlendirme mantığı, sahip olmamız gerekenle taban tabana zıt bir yaklaşımdır. Şüphesiz bu tür devrimci durumlar üstüne hiçbir sağlıklı anarşist komünist analiz, devrimci siyasal örgütlenmelerin sınıf mücadelesi ileri taşıma yönünde etkilerini ve önemlerini yadsımaz; fakat bunları mücadelenin kendisinin bir parçası olarak görür ve mücadeleye dair daha genel bir perspektif üzerinden bunları değerlendirir. Bu daha geniş perspektif sınıf hareketinin mücadelesini yürüttüğü örgütlenme biçimleri ve önün koyduğu program, bunların bürokratlardan ve burjuvaziden özerkliği ne kadar sağlayabildiklerini ve devletsiz bir toplum yönünde bir temel hazırlayıp hazırlayamamalarını kapsar. Gökten “gerçekten” Marksist bir parti indirmek mümkün olsaydı bile kitleler büyük olasılıkla kendileri üzerinden iktidarı ele geçirmek isteyen onlarca diğer “gerçekten” Marksist bir partinin arasında onu fark edemezlerdi.
“Otorite Üzerine”
Devlet tartışmalarının ilk raundunu bitirip Leninizm’e doğru yol almadan önce Engels’in 1873 tarihli Otorite Üzerine adlı makalesini değerlendirmekte fayda var. Bu makale 1. Enternasyonal’deki tartışmaya pek çok yeni argüman eklemekte, fakat göstermeye çalışacağımız gibi bu argümanların sonuçları anarşistleri dize getirmek bir yana Marksizm’in iç çelişkilerini arttırarak kendisi için de zararlı sonuçlar doğurmaktadırlar.
Engels, “[b]azı (sosyalistlerin), son zamanlarda, otorite ilkesi diye adlandırdıkları şeye karşı düzenli bir haçlı seferine (giriştiklerinden)” yakınır. Otoriteyi şöyle tarif eder: “bir başkasının iradesinin bizimkine dayatılması; […] otorite, boyun eğmeyi öngörür.” Bir fabrika örneğinde otoritenin nasıl vazgeçilmez olduğunu gösterir: “[D]ağıtımına vb. ilişkin belirli sorunlar ortaya çıkar ki, eğer tüm üretimin bir anda durması istenilmiyorsa, bu sorunların anında çözülmeleri gerekir; bunlar ister her iş dalının başına yerleştirilmiş olan bir delegenin kararıyla çözümlensin, ya da ister, eğer olanağı varsa, çoğunluk oyuyla çözümlensin, tek bireyin iradesi buna her zaman boyun eğmek durumunda olacaktır ki bu da sorunların otoriter bir biçimde çözülmesi demektir.” (Engels, 1873)
Makalenin ilk sorunu daha başta açığa çıkar: Engels’in eleştirdiği fikirler hakkındaki bilgisizliği. 1871’de yazdığı Tanrı ve Devlette Bakunin her tür otoriteyi reddedip reddetmediği sorusuna şöyle cevap verir: “Hayır, hiç ilgisi yok” (Dolgoff, 1998, s. 241). Yönetme yetkisine sahip olmakla bir konu hakkında etraflı bilgi sahibi olmak arasındaki ayrımı vurgular: “Kendi aklım tarafından bana dayatıldığı için uzmanın otoritesi önünde eğilirim. […] En muhteşem zekâ bile, bütünü kavramak için yerli değildir ki, işbölümü ve işbirliği ihtiyacı da bundan kaynaklanmaktadır. […] [S]abit ve değişmez bir otorite yoktur, bunun yerine karşılıklı, geçici ve her şeyden önce gönüllü bir otorite ve ikincil konumun sonsuz değişkenliği vardır. […] İnsan özgürlüğüyle uyumlu ve rasyonel olduğu için meşru olan bu biricik otorite dışındaki tüm otoritelerin sahte, keyfi ve ölümcül olduğunu iddia ediyoruz” (age., s. 242-243). Bakunin ve yoldaşları bazen tüm otoritelere karşı olduklarını söylediklerinde otorite kelimesini otoriter kelimesinin eşanlamlısı olarak kullanmaktadırlar. Kastedilen hiyerarşik iktidar aygıtları, özellikle de devlettir.
Engels şöyle devam eder: “Birleşik eylem, birbirine bağlı olan süreçlerin karmaşıklaşması, her yerde, bireylerin bağımsız eylemlerinin yerini almaktadır. Ama birleşik eylemden söz eden, örgütlenmeden söz etmektedir; otoritesiz örgütlenme diye bir şey olabilir mi?” Anti-otoriterlerse bu soruları şöyle yanıtlamaktadırlar: “‘Evet, bu doğru, ama bu durumda bizim delegelerimize verdiğimiz şey otorite değil, yetki devridir!’ Bu baylar şeylerin adlarını değiştirdiklerinde şeylerin kendilerini değiştirdiklerini sanıyorlar.” (Engels, 1873)
Her birleşik eylem biçimi anlaşma ve itaat gerektirdiğine göre Engels için hayatın kendisi otoriterdir. Hayatımızı tam manasıyla yaşamak için işbirliği yapmak ve işbirliği için de çevremizdekilerle anlaşmalar yapmak zorundayız. Gönüllülük temelindeki anlaşmaların özgürlüğe bir engel olduğunu söylemek saçmadır, tersine onlar özgürlüğün bir ifadesidir. Eğer anlaşmaların zorunlu olarak özgürlüğe zarar verdiği savunuluyorsa, özgürlüğün kendisi baskıcı hale gelir, çünkü insanların en basit zevkleri tatmalarını bile engeller. Diğer insanlarla iş yapamamak bir yana buluşamazsınız bile, çünkü buluşmak buluşma yeri ve zamanına dair bir anlaşma gerektirir ve bu da özgürlüğe zarar verir.
Engels’in göremediği anarşistler için özgürlüğün sadece olumsuz (bir dış etkiden özgür olmak) değil, aynı zamanda olumlu (bir şey yapabilmeye özgür olmak) olduğudur. Yani özgürlük diğer insanlarla kuruduğumuz ilişkilerle sağlanır, tecritle değil. Dolayısıyla diğer bireylerle işbirliği bireysel özgürlüğün temelidir, onun yadsınması değil. Elbette ki bir işbirliği içersinde tam özerklik asla bulunamaz, eğer bulunabilseydi bu özerklik özgürlüğümüzü o kadar kısıtlardı ki hiç kimse onun peşinden koşmak istemezdi.
Hem işbirliği, hem de zorlama beraber çalışmayı getirir, fakat bu ikisi kesinlikle aynı şeyler değildir. Bakunin’in ikisi arasında yaptığı ayrım tamamlanmamış veya eksik görünse bile Engels işleri iyice karıştırmakta ve iki çok farklı kavramı otorite adı altında birleştirmeye çalışmaktadır. Böyle bir kavram kargaşasının açık sonucu bir işi gerçekleştirmek için otorite gerektiğine göre sosyalistler için hem zorlamanın hem de gönüllü anlaşmanın eşdeğer olduğudur ki bu iddia ancak baskıcı devlet iktidarlarını yeniden canlandırmaya yarar. Keza üretimin karmaşıklığının otoriteyi gerektirdiği ve bu yüzden de komünist bir toplumda bile devlet iktidarının sürmesi gerektiği TKP’nin Gelenek dergisinin 85. sayısındaki ‘Sosyalizm ve Devlet’ başlığı altındaki tartışmalarda yaygın olarak kullanılmıştır. Marksizm’in en temel ilkelerini çiğnemek için bu kadar rahatça kullanılabildiğine göre bu iddianın anarşizmi zayıflatmak bir yana Marks ve Engels’in eserlerinin temelini çürüttüğü söylenebilir.
Bunun sadece ‘şeylerin adlarını değiştirmek’ değil, nitel bir değişim olduğu emekçi özyönetimiyle kapitalist işletmelerin örgütlenmesi karşılaştırıldığında görülebilir. Her büyük kolektif çalışmada bir işbölümü ve teknik yönetim gereklidir. Fakat otoriterlerin yaptığı çalışmanın örgütlenmesi gibi bir gereklilikten devlet iktidarı için bir neden çıkarmaktır. Hükümet, kanunlar koyma ve insanlara boyun eğdirme hakkına ve araçlarına sahip olan kişiler demektir; bir işi yapma sorumluluğunu almak için seçilmiş kişiler değildir. Hükümet, iktidarın devri, yani inisiyatif ve egemenliğin herkesin elinden alınıp bir azınlığın ellerine verilmesi, demektir. Bu ise çalışmanın devrine, yani verilen ve alınan görevlere, gönüllü anlaşma temelinde hizmet değişimine, zıttır. Anarşistler her zaman ekonominin ve işletmelerin nasıl yönetileceği konusunda net olmuşlardır: patronların egemenliğinin yerine eşitler arasındaki anlaşmalar konacaktır.
Engels bireysel özerkliğin büyük sanayiye karşı olduğunu iddia ederek ilerlemektedir: “İnsan, iş saatleri konusunda bu fabrikalarının üzerine hiç değilse şunları yazabilir: Lasciate ogni autonomia, voi che entrate! [“Ey buradan içeri giren, her türlü özerkliği ardında bırak!”] İnsan, bilgisinin ve yaratıcı dehasının yardımıyla doğa güçlerine nasıl boyun eğdirdiyse, beriki de insanı, kendisini kullanması ölçüsünde, her türlü toplumsal örgütlenmeden bağımsız gerçek bir despotizm altına sokarak ondan intikam almaktadır. Büyük sanayideki otoriteyi ortadan kaldırmayı istemek, sanayinin kendisini ortadan kaldırmayı, gerisin geriye çıkrığa dönmek üzere buharlı çıkrığı yok etmeyi istemekle aynı şeydir.” (Engels, 1873)
Bireysel inisiyatifin büyük sanayiye ne kadar gerekli olduğu gösteren en iyi örnekler sınıf mücadelesi tarafından verilmiştir. Örneğin sendikalistler tarafından uzun zamandır kullanılan ‘kurala uygun çalışma’ oldukça etkili bir taktiktir. Bu taktik, verimlilik ve üretimde neden olacağı sonuçlara bakmaksızın patronun dediğini tam olarak yapmayı gerektirir. Emekçilerin özerklikten vazgeçmesi sınıf mücadelesinin etkin bir silahına dönüşür. Örneğin IWW’nin Patronu Nasıl İşten Atarsınız – İşçiler için bir Doğrudan Eylem Rehberi şöyle demektedir: “İşçiler sıklıkla emirlere karşı gelirler, işleri yapmak için kendi yöntemlerini kullanırlar ve şirketin amaçlarına erişmesi için otorite ilişkilerini yok sayarlar. Genelde işleri kuralları uygulatmak olan yöneticiler tarafından bile üretim kotalarını zamanında doldurmak için bu kısa yolların kullanılmasına dair sözle ifade edilmemiş bir anlaşma vardır. […] [E]ğer bu kural ve düzenlemelerin her biri harfi harfine uygulansa […] kargaşa ortaya çıkar – üretim ve moral dibe çöker. Ve en iyisi de bu taktiği kullanan işçilerin başlarının belaya girmemesidir, çünkü onlar sadece kurallara uygun çalışmaktadırlar.” (I.W.W., 2005) Özellikle de büyük bürokrasilerin verimli şekilde işleyebilmesi için tabandan sistematik bir itaatsizlik faaliyeti gereklidir.
Diğer bir direniş taktiği ‘isteksiz çalışma’dır. Bu taktik üretimi yavaşlatarak yönetimi dize getirmeyi amaçlar. En basit tekrarlamalı iş bile asgari düzeyde bir inisiyatif gerektirir ve işçi bu inisiyatifi göstermediğinde üretim ve her şeyden önemlisi kalite düşer. İşçi her operasyonu asgari düzeyde yapar; eğer bir aksama olursa tüm sorumluluğu bırakıp hiyerarşide kendisinin bir üstüne devreder. Mekanik bir şekilde bitmiş nesneyi kontrol etmeden, makinesini düzenleme zahmetine katlanmadan çalışır. Yapabileceği işi olabildiğince azaltmasına rağmen aslında yasadışı hiçbir şey yapmamıştır.
‘Kurala uygun çalışma’ ve ‘isteksiz çalışma’ pratikleri, emekçilerin çalışma sırasında özerk olmaktan vazgeçtiklerinde işyerinin düzgün işlemek bir yana bir sürü sorunla boğuşmak zorunda kalacağını gösterir. İşlerin düzgün işlemesini sağlayan otoritenin iktidarının sağlamlığı değil, iş zamanında ortaya çıkan sayısız problem karşısında emekçilerin kendi özerk fikir yürütme ve eyleme güçlerini kullanmalarıdır.
İronik şekilde Bolşevik egemenliğindeki Rusya bu gerçeğin kanıtlarını içerir. Demiryolu işletmelerinin yönetiminin merkezileştirilmesi uzaklıktan kaynaklanan bilgisizliğe ve yerel koşullara ayak uydurulamamasına yol açmıştı. Parti yetkilileri tüm emirlerinin katıca uygulanmasını talep ederken en etkili savunma ‘bana bir emir verilmedi’ sözü olmuştu. Çeka’nın zalimliği korku yaratsa da sadece günlük işlerin için gerekenden az inisiyatif göstermesine yol açtı. Troçki’nin Eylül 1920’de demiryolu işçilerini ‘emeğin askerileştirilmesi’ hedefine uygun olarak yapılandırmasından birkaç ay sonra demiryolu ağında korkunç bir çöküş yaşandı.
Görünen, özerkliğin değil, onun yok edilmesinin büyük çaplı sanayilerin çöküşünü sağlayacağıdır. Anarşistler için yeni bir toplumda işyerlerinin örgütlenmesinin özü bu gerekli özerkliğe saygı gösterilmesi temelinde emekçilerin el birliği etmeleridir. Bu da ancak hiyerarşik otoritenin kolektif öz-disiplinle yer değiştirmesiyle sağlanabilir.
Bu pasajda cevaplanması gereken son bir iddia doğanın “insanı, kendisini kullanması ölçüsünde, her türlü toplumsal örgütlenmeden bağımsız gerçek bir despotizm altına (soktuğudur)” (Engels, 1873). Oysa modern sanayi ne tarafsız ne de doğal olarak ortaya çıkmıştır. Tersine sınıf mücadelesince şekillendirilmiş ve teknoloji de bu mücadelede bir araç olmuştur. İşyeri yönetimi üretimi kendisi için azami verimlilik sağlayacak şekilde örgütler. Ama bu tür bir örgütlenmenin ilk amacı emekçilerin ücretli köleliğe karşı isyanlarıyla başa çıkmaktır. Bunun için yönetim gittikçe daha ayrıntılı bir iş ve görev bölümü kurar. Makineler şu kıstasa göre keşfedilir veya seçilir: Bu makineler yönetimin emekçilere karşı mücadelesine yardımcı olabiliyor mu, emekçilerin özerklik alanlarını kısıtlayabiliyor mu, hatta sonunda emekçilerin yerini tamamen almayı başarabiliyor mu? Bu manada bugün üretimin örgütlenmesi sınıfsal bir örgütlenmedir ve burada kullanılan teknoloji de sınıfsal bir teknolojidir. Böyle bir makine üretimi arttırsa bile hiçbir yönetici işyerinde bir ya da bir gurup işçinin özerkliğini arttırarak işletmeyi kendilerinin işletmesini sağlayacak bir makine getirmez.
Örneğin bir masayı yerinden oynatmak için dört kişi gerekse bu dört kişi yerçekiminin ‘despotizmi’ altında olacaklardı. Peki, bu ‘despotizm’ altında bu dört kişinin masayı oynatmalarını isteyen bir efendinin köleleri mi, yoksa masayı oynatmak isteyen ve bunun için en iyi yolu bulmaya çalışan dört kişi mi oldukları fark etmez miydi? Her iki örnekte de masayı hareket ettirenler yerçekiminin ‘despotizmi’ altında olsalar da ilkinin aksine ikinciler diğer insanların despotizmi altında değildirler.
Engels, “üretimin ve dolaşımın maddi (koşullarının), büyük sanayi ve büyük tarım ile kazınılmaz olarak (gelişmekte olduğunu) ve (bunların da) bu otoritenin alanını gittikçe genişletme (eğiliminde olduğunu)” söyler. “Eğer özerklikçiler, gelecekteki toplumsal örgütlenmenin, otoriteyi, olsa olsa üretim koşullarının onu kaçınılmaz kılacağı sınırlar içersine hapsedeceğini söylemekle yetinselerdi”, Engels onlarla anlaşabilirdi (Engels, 1873). Otoritenin alanın genişleme eğilimine dair yargıyı daha önce eleştirdik. Buradaki mesele Engels’in komünist bir gelecek perspektifini tahrip etmesidir. Engels’in bakış açsına göre insanın özgürleşmesi ancak yaşamda üretimin alanını, yani işgününü, azaltarak sağlanabilir. Bunun nedeni de otoritenin üretimin maddi koşullarının gelişimiyle artacağı ve üretim alanı otoriter bir alana dönüşürken ancak yaşamın geri kalanının özerkliği barındırır hale geleceğidir. Dolayısıyla çalışmanın insanı geliştirici ve özgürleştirici bir faaliyete dönüşmesi amacı Engels’in argümanı tarafından otomatik olarak yıkılır.
Engels’in makalesinin son argümanı şudur: “Bu baylar hiç bir devrim görmüşler midir? Devrim, elbette ki, en otoriter olan şeydir; bu, nüfusun bir bölümünün kendi iradesini, nüfusun öteki bölümüne tüfeklerle, süngülerle ve toplarla – akla gelebilecek bütün otoriter araçlarla – dayattığı bir eylemdir; ve eğer muzaffer olan taraf yok yere yenik düşmek istemiyorsa, bu egemenliğini, silahlarının gericiler üzerinde yarattığı terör ile sürdürmelidir.” (Engels, 1873)
Bu analizin temel sorunu yazarı ve okuru yanıltacak şekilde sınıf analizi içermemesidir. Engels devrimin “nüfusun bir bölümünün kendi iradesini, nüfusun öteki bölümüne” dayatması olarak adlandırmakta haklıdır, fakat Engels sınıflı toplumun ve dolayısıyla da toplumsal devrimin doğasını unutmaktadır. Sınıflı bir toplumda “nüfusun bir bölümünün kendi iradesini, nüfusun öteki bölümüne” dayatması her gün devam eden bir olgudur. Egemen sınıflar emekçi sınıf üstündeki hâkimiyetini her gün işyerindeki hiyerarşik yapılanma ve toplumda devlet sayesinde sürdürür. Toplumsal bir devrimde devrim eylemi, ezen ve sömüren sınıfların iktidar ve otoritesinin alaşağı edilmesidir. Yani bir azınlığın çoğunluk üzerindeki hiyerarşik iktidarının yok edildiği ve çoğunluğun kendi hayatlarının denetimini kazandığı bir özgürleşme anıdır. Otoriteyi yok etmek otoriter olmasa gerek.
Engels’in argümanlarının yarattığı bulanıklık açıktır. Üretimin özyönetimle mi otoriter yapılarla mı sürdürüldüğünü önemsiz kılmak, üretim teknolojilerinin emekçilerin özerkliğine karşıtlığını doğallaştırmak ve çalışmayı her zaman için özgür bir hayatın dışına mahkûm etmek tüm komünist hareket için en tehlikeli kafa karışıklıklarıdır. Bu kafa karışıklıklarının daha önce eleştirdiğimiz noktalar gibi Marksizm içersindeki devletçi kanadın hâkim yorum olmasına yol açar.
Leninist Parti Teorisi
İkinci Enternasyonal’de ‘Marksizm’in Papası’ unvanıyla anılan Kautsky, sonralar Lenin tarafından daha az hoş bir tabirle – ‘Dönek Kautsky’ – anılacak olsa da garip şekilde Leninist parti modelinin temel argümanlarını sağlamıştır. Lenin Ne Yapmalıda Kautsky’den şu pasajı alıntılar: “[S]osyalizmin kökleri, tıpkı proletaryanın sınıf mücadelesi gibi, modern ekonomik ilişkilerde bulunmaktadır ve sosyalizm, ikincisi gibi kapitalizmin yığınlarda yarattığı yoksulluk ve sefalete karşı mücadeleden ortaya çıkar. Ama sosyalizm ve sınıf mücadelesi, yan yana doğar, birbirinden değil […]. Modern sosyalist bilinç, yalnızca derin bilimsel bilgi temeli üzerinde yükselebilir. Gerçekten de, modern iktisat bilimi, diyelim modern teknoloji kadar, sosyalist üretim için bir koşuldur, ve proletarya, ne denli isterse istesin, ne birini ne de ötekini yaratabilir; her ikisi de modern toplumsal süreçten ortaya çıkar. Bilimin taşıyıcısı proletarya değil, burjuva aydın tabakadır. [S]osyalist bilinç sınıf mücadelesine dışardan verilen bir şeydir, onun içinden kendiliğinden çıkan bir şey değildir.” (Lenin, 1902)
Leninist parti teorisini eleştirmeden önce üç noktaya parmak basmakta fayda var. İlki anarşist komünistlerin emekçiler arasında siyasal bilincin eşitsiz olduğunun farkında olmalarıdır. İkincisi hem fikirlerimizi yaymak hem de mücadelenin parçası olmak, onu etkilemek ve ondan öğrenmek için örgütlenmenin gerekliliğine ve özellikle de bir devrimciler örgütünün gerekliliğine inanmamızdır. Üçüncüsü anarşist komünistlerin devrimci azınlıkların sınıf mücadelesindeki rollerinin öneminin farkında olmalarıdır. Bizim derdimiz devrimcilerin diğer emekçilere mücadele yolunu gösterip o yolda yürümesi değil, kurumsallaşmış bir liderliğin oluşumu ve Leninist teorideki gibi bir yöneten/yönetilen hiyerarşisinin oluşumudur. Leninist teoriyi bu üç nedenden dolayı eleştirmiyoruz.
Öncelikle anarşistler öncücülüğün temel varsayımını, yani sosyalist bilincin emekçilere dışarıdan getirilmesi gerektiğini reddederler. Bu iddia sadece ampirik olarak yanlış değildir, aynı zamanda anti-komünist bir doğaya sahiptir; çünkü emekçilerin özgürleşmesinin emekçilerin kendi görevi olduğunu yadsır. Ayrıca bir seçkinler iktidarına zemin hazırlar.
Bu iddianın açık sonu emekçilerin kendilerini kendi çabalarıyla kurtaramayacağıdır. Eğer emekçiler kendi çabalarıyla kendi siyasal teorilerini oluşturamıyorlarsa, toplumu dönüştürmenin gerekliliğinin farkına varamazlar ve en fazla kapitalizm içersinde reformlar yoluyla kendi konumlarını iyileştirmeye çalışırlar. Radikal burjuvalar emekçilere sosyalist fikirler sağlamadıkça bir sosyalist hareket imkânsızdır. Kendi çabalarıyla kendisini kurtaramayan bir sınıf, zorunlu olarak kendi hareketini oluşturmak ve ona şekil vermek için başkalarına muhtaç olur.
Oysa emek hareketi tarihi reformlar için çabalamanın ötesine geçip bu deneyimlerden devrimci teoriler çıkaran pek çok isyan ve mücadeleye sahiptir. ‘Ekonomik mücadele’ kategorisinin toplumsal gerçeklikle pek alakası yoktur. Her ‘ekonomik’ mücadele, bir açıdan siyasaldır ve mücadele edenler ondan siyasal dersler çıkarabilirler ve çıkarmışlardır.
Lenin de bunun farkındadır, fakat bir kelime oyunuyla bunun üstesinden gelmeye çalışmaktadır. Dipnotlara sıkıştırılmış bir yorumda şöyle der: “Elbette bu demek değildir ki, böyle bir ideolojinin yaratılmasında işçilerin payı yoktur. Ama bunlar, işçi olarak değil, sosyalist teorisyenler olarak, Proudhon’lar ve Weitling’ler olarak katıldılar; bir başka deyişle, bunlar, yapabildikleri zaman, yaşadıkları çağların bilgisini şöyle böyle kazanabildikleri ve bu bilgiyi şöyle böyle geliştirebildikleri ölçüde, katıldılar.” (Lenin, 1902) Lenin kanıtlaması gereken iddiayı – işçilerin ve ‘sosyalist teorisyenler’in birbirini dışlayan iki kategori olduğunu – ancak bu iddiayı bir varsayım olarak kabul ederek savunabilmektedir. Gerçekte Proudhon’ların ve Weitling’lerin ‘sosyalist teorisyenler’ olmalarının onların sınıf konumlarını değiştirmesinin bir nedeni yoktur.
1917 Rus devrimlerinin deneyimi, Lenin’in burjuva ideolojisinin etkileri yüzünden işçilerin sosyalist bilince ulaşamayacakları savını da çürütmektedir. Teorik olarak eğer emekçiler burjuva ideolojisinin etkisi altındaysalar, ‘profesyonel’ devrimciler de bu etki altındadır. Hatta ‘profesyoneller’ üzerindeki etkinin daha fazla olması gerekir, çünkü emekçi sınıfın yaşamına dâhil değildirler. Kişinin, toplumsal varoluşu onun bilincini belirliyorsa, bir devrimci işçi sınıfının bir parçası olamayınca sosyalist teorinin yaratıldığı koşullarla da bağını yitirir.
‘Profesyonel’ devrimcilerin ve aydınların burjuva etkilere kapılması Bolşevik parti tarihi boyunca sürekli olarak karşımıza çıkar. Troçki’nin kendisi Stalin kitabında bunu belirtmektedir:
“Unutulmamalıdır ki Bolşevik Parti’nin siyasal makinesi köken ve hayat koşulları olarak küçük burjuva ve fikirler ve proletaryayla ilişkisi açısındansa Marksistti. Profesyonel devrimci olan işçiler bu guruba büyük bir istekle katıldılar ve onun içinde kendi kimliklerini kaybettiler. Parti makinesinin kendine özgü toplumsal yapısı ve proletarya üstündeki otoritesi (ikisi de kaza eseri değildi ve katı tarihsel gerekliliklerden kaynaklanıyordu) birden fazla sefer partinin bocalamasının ve en sonunda onun yozlaşmasının kaynağı oldu […] Çoğu durumda emekçi kitlelerle bağımsız günlük bağlantıya ve aynı zamanda tarihsel sürecin kapsamlı bir kavrayışına sahip değildiler. Böylece yabancı sınıfların etkilerine maruz kaldılar.” (Aktaran IAFC, 2006a)
Örneğin Birinci Dünya Savaşı’nda “Bolşevik parti bile savaşın labirentinde yolunu bulamadı. Genel bir kural olarak kafa karışıklığı partinin burjuva kamuoyuyla doğrudan ilişkide olan üst kademelerinde en yaygın ve en uzun erimliydi.” Böylece profesyonel devrimciler “burjuva çevrelerden gelen uzlaşmacı eğilimlerden geniş ölçüde etkilenirken tabandaki Bolşevik emekçiler ülkeyi saran yurtsever histeriye direnmekte çok daha fazla kararlılık sergilediler.” (age.)
Lenin 1904’te yazdığı Bir Adım İleri, İki Adım Geri kitabında bunun farkına varır ve “(partideki) proleter eğilimle radikal aydın eğilimi arasındaki uzlaşmaz (karşıtlığı)” vurgulayarak şöyle der: “[H]erkes biliyor ki, hareketin içindeki proleter eğilimi ortodoks sosyal-demokrasi, demokratik aydın tabakasının eğilimini ise oportünist sosyal-demokrasi temsil etmektedir” (Lenin, 1904). Lenin’in yeni teorisine göre proletaryanın o zaman kadar partide yönetici kademelerde bulunan ve emekçilere siyasal bilinç aşılaması beklenen aydınlara siyasal disiplin konusunda eğitim vermesi için “fabrika ‘okulunda okumuş olması’” gerekir: “[B]azı kişilere bir gulyabani gibi gelen fabrika, proletaryayı birleştiren ve disiplinli hale getiren, ona örgütlenmeyi öğreten ve onu emekçi ve sömürülen nüfusun bütün öteki kesimlerinin önüne geçiren kapitalist elbirliğinin en yüksek biçimini temsil eder. Kapitalizmin kürsüsünde eğitim gören proletarya ideolojisi, Marksizm, istikrarsız aydınlara, sömürü aracı olarak fabrikayla (açlık korkusuna dayalı disiplinle) örgütlenme aracı olarak fabrika (teknik bakımdan üst düzeyde gelişmiş üretim biçiminin koşulları çerçevesinde birleştirilmiş ortak çalışmaya dayalı disiplin) arasında ayrım yapmalarını öğretmiştir ve öğretmektedir. Burjuva aydına çok güç gelen disiplin ve örgütü, proletarya, bu fabrika “okulunda okumuş olması” nedeniyle, çok kolay kazanır.” (Lenin, 1904)
Lenin’in benzetmesi hatalıdır, çünkü fabrikanın bir “sömürü aracı” olmasının nedeni “örgütlenme aracı” olarak yukarıdan aşağıya ve hiyerarşik olmasıdır. Emekçilerin “ortak çalışması” özgür bireylerin değil, kışlaların disiplinine dayanır. Gerçekte devrimcilerin okuması gereken okul fabrika değil, sınıf mücadelesidir. Sağlıklı ve olumlu bir disiplin anlayışı, işyerinin kapitalizm altındaki örgütlenmesine karşı verilen mücadele ile elde edilir. Yani fabrika disiplini, toplumsal bir mücadele veya devrim için gereken disiplinden tamamen farklıdır. Dolayısıyla emekçiler işyerinin hiyerarşik disiplinini terk edip bu disipline karşı savaşta öz-disiplinlerini geliştirdikçe devrimci olabilirler.
Anarşist komünizmin temel bir görevi bu tür bir disipline karşı mücadeleyi sağlayabilmektir. Lenin’in övdüğü disiplinde, insanların düşünme ve birliğinin yerini emirleri takip etmek ve hiyerarşi almaktadır. Anarşizm, kapitalizmin dayatılmış disiplinini değil, mücadele topluluğu ve bunun yarattığı siyasal bilinç ve devrimci istek temelinde dayanışmanın yarattığı disiplini hedefler. Dolayısıyla kapitalist fabrikaların örgütlenmesi asla bizim için bir devrimci örgüt modeli olamaz.
Dahası bu teori zorunlu olarak tek parti iktidarını doğuracaktır. Eğer burjuva ideolojisinin etkisinin devam ettiği koşullar altında emekçilerin siyasal bilince sahip olmaları için Leninist bir parti gerekiyorsa Troçkistler için proletarya diktatörlüğü, Stalinistler için sosyalizm dönemi bitene kadar, yani dünya çapında devrim tamamlanana kadar bu etki sona ermeyecek demektir. Bu koşullar altında Leninist bir parti ne yapmayı seçecektir? Tarihsel deneyimin gösterdiği gibi Leninizm’in farklı kolları partinin iktidarını sağlaması ve sürdürmesi gerektiği konusunda uzlaşmaktadırlar. Ne de olsa partinin çıkarları proletaryanın çıkarlarından ayırt edilemeyeceğine göre partinin iktidarı da proletaryanınkinden ayırt edilemez. Kapitalizm altında emekçilerin kitle örgütlerinin yönetimlerini ele geçirmede ve bu olmayınca da kendi ufak ‘kitle örgütlerini’ kurmada uzmanlaşmış bir örgüt için bu hiç de zor bir seçim olmayacaktır.
Daha önce de belirttiğimiz gibi anarşist komünistler emekçi sınıf içersinde siyasal gelişimin eşitsiz olduğunun bilincindedirler. Leninizm’le farkımız sosyalist fikirlerin nasıl geliştiği üzerinedir. Her sınıf mücadelesi içersinde mücadeleyi sırtlanan bir devrimci azınlık vardır ve bu azınlığın pek çoğu kendi deneyimlerinden devrimci sonuçlar çıkarır. Bu şekilde emekçiler kendi devrimci teorilerini inşa ederler ve burjuva aydınların aşılarına ihtiyaç duymazlar.
Bu azınlığın, elbette başka sınıflardan gelmesine rağmen geçmişiyle kopup komünist olmayı seçmiş diğerlerini dışlamadan, örgütlenmesi ve çalışmasını sürdürmesi önemlidir. Devrimci örgütün rolü; devrimci faaliyeti koordine etmek, fikirleri tartışmak ve gözden geçirmek; kendilerinin ve başkaların deneyimlerinden çıkardıkları sonuçları diğer emekçilerin de kabul etmesini sağlamaktır. Böyle bir gurubun amacı, söz ve eylemle emekçilere mücadelelerinde yardımcı olmak ve mücadelenin komünist sonuçlarını ortaya çıkarıp netleştirmektir. Sınıflı toplumların getirdiği yöneten-yönetilen ayrını aşarak emekçilerin çoğunluğunu mücadeleye ve devrimci siyasete çekmeyi ve mücadelenin onlar tarafından yönetilmesini hedefler. Devrimci fikirlerin yayılmasını sağlayacak olan bu katılım ve siyasal tartışmadır.
Yani bizim için mümkün olan en tam demokrasi ve özgürlüğün gerekli olmasının nedeni emekçiler arasındaki siyasal çeşitliliğin ve siyasal bilincin eşitsiz gelişiminin kendisidir. Sadece tartışma ve öz-eylemle mücadeledekilerin siyasal fikirleri gelişebilir ve değişebilir. Bolşevizm’in parti iktidarını savunusunun en güçlü argümanı aslında parti iktidarına karşı en güçlü argümandır.
Siyasetle ekonomi, devrimci örgütle proletarya, yönetenle yönetilen ayrımlarının nasıl da pratikte yozlaşmaya yol açtığını göstermeye çalıştık. Bu ayrımlar Bolşevik parti içersinde de yozlaşmalara ve uzlaşmacı eğilimlere yol açmış olsa da bunların hiçbiri Birinci Dünya Savaşı öncesi başta Almanya’da olmak üzere Bolşeviklerin de dâhil olduğu sosyal demokratik hareketin ihanetinden daha açık değildir.
Demokratik Merkeziyetçilik
Bir önceki kısımda Leninizm ve anarşist komünizm açısından devrimci örgütle işçi sınıfı arasındaki ilişki meselesini inceledik. Leninizm’in bir diğer önemli vurgusu devrimci örgütün iç yapılanmasına dairdir. Bu iç yapılanma demokratik merkeziyetçilik olarak tarif edilir. Anarşistler içinse bu yapı merkeziyetçi olsa da demokratik olmamıştır ve olamaz. Ayrıca devrimci ve komünist bir örgüt, karşısında mücadele ettiğini ileri sürdüğü sınıflı toplumları yansıtan bir yapılanmaya sahip olamaz.
Öncelikle demokratik merkeziyetçiliği tanımlamakta fayda var. Komünist Enternasyonal’in 1920’deki ikinci kongresinde tüm komünist partiler için bağlayıcı olarak kabul edilen tezlerde “her tür komünist hücrenin bir diğerinin mümkün olabildiğince kesin bir şekilde katı bir hiyerarşiyle emrine girmesi” gerektiği belirtilir (Zinoviev, 1920). Yani öncü parti merkeziyetçi ve yukarıdan aşağıya bir şekilde örgütlenir. Merkezileşmiş olmanın yanında parti aynı zamanda ‘demokratik’tir. “Demokratik merkeziyetçiliğin ana ilkesi üst parti hücrelerinin aşağıdakiler tarafından seçilmesi, üst yapıların alttakiler üzerinde koşulsuz ve vazgeçilmez bağlayıcı otoriteye sahip olmaları ve otoritesi bir parti konferansından diğerine genel olarak tüm önde gelen parti yoldaşlarınca tanınan güçlü bir parti merkezinin varlığıdır.” (age.) Komünist partinin biri yasal diğer illegal olmak üzere ikili bir yapısının olması bekleniyordu. Önerge “burjuvazinin […]halen iktidarda olduğu ülkelerde Komünist partilerin yasal ve illegal faaliyeti planlı bir şekilde birleştirmeleri gerektiğini” ve “yasal çalışmanın her zaman için illegal partinin gerçek denetimi altında olması”nı savunuyordu (age.). Açık olan illegal yapının partideki gerçek güç olduğu, yasal parti kadar demokratik olmasının beklenemeyeceği ve bu yüzden de yasal partinin daha da az demokratik olacağıdır.
Bu parti şemasının Lenin için sadece Rusya koşularının getirdiği bir zorunluluk olmadığı, tüm dünyada uygulanması gerektiği bunların yeni Enternasyonal’in temel ilkeleri haline gelmelerinden görülebileceği gibi 1902 yılındaki fikirlerinin Batıdaki örneklere dayanmasından da görülebilir. Lenin, Webb’lerin sendikalar hakkındaki kitabını “demokrasi hakkında edinilmiş olan bulanık (fikirleri)” temizlemek için kullanır. “İngiliz işçilerinin, sendikalarının ilk kurulduğu dönemde, bütün üyelerin sendika yönetiminin bütün ayrıntılarına katılmalarını demokrasinin zorunlu bir koşulu saydıklarını anlatıyorlar; bütün sorunlar, bütün üyelerin oyuyla karara bağlanmakla kalmıyor, bütün resmi görevler, sırasıyla bütün üyeler tarafından üstleniliyordu. İşçilerin, demokrasinin bu şekilde anlaşılmasının saçmalığını görmeleri için ve bir yandan temsili kurumların gereğini, öte yandan da bütün zamanını sendika yönetimine sarfedecek görevlilerin gereğini anlayabilmeleri için uzun bir tarihsel deneyim dönemi gerekti.” Devamında bu “ilkel” demokrasi anlayışının öğrenci ve işçi yığınları arasında yaygın olduğunu belirtmektedir. (Lenin, 1902)
Lenin’in iddialarının aksine parti içinde azınlıkların çoğunluk, tabanın liderlik karşısında eleştirel özerkliği sürdürebilmesi, kongrelerdeki çoğunluk görüşünü veya liderliğin emirlerini tüm üyelerin savunması gerektiği ölçüde imkânsızdır. Deneysel çalışmaların da gösterdiği gibi (Cialdini, 1993) kamu önünde belli bir iddiayı savunan insanlarda kendi özel tutumlarını da bu iddialarla uyumlu kılma yönünde bir eğilim vardır. Kısacası X görüşünü (bir nedenden dolayı) savunduğunu söyleyen insanların inanç sistemi X görüşüne sahip çıkacak şekilde değişim gösterir. Bu ilanlar ne kadar çok kişiye yapılırsa bu görüş o kadar çok benimsenir. Dolayısıyla eğer demokratik merkeziyetçilik adına parti üyeleri kamu önünde parti çizgisini savunurlarsa bu tutumlarından ayrı bir özel tutum sahibi olma imkânları yok olur. Deliller gösteriyor ki bir gurup insanın toplumda fikirsel olarak yekpare bir görünüm bırakma çabasıyla gurup içi tartışmalarda fikirsel farklılıkların korunabilmesi aynı anda mümkün değildir.
Merkeziyetçiliğe atfedilen pratik verimlilik iddialarını eleştirmeden önce bu verimlilik iddiasını savunanların her devrimde parti iktidarını taban demokrasisinin yerine koyma eğilimi taşıyacağını belirtmeliyiz. Partinin, kapitalizm koşulları altında faaliyet gösterdiği için ‘işçi devleti’nden farklı bir örgütlenmeye sahip olacağı iddia edilir. Oysa iki dönem arasındaki farkı net olarak koymak imkânsızdır. Hele de herkes kapitalizmin etkisinin sadece yerli karşıdevrimciler değil, tüm dünya kapitalist sistemi yenilmeden sona ermeyeceğinde hemfikirken. Örnek olarak Ekim Ayaklanmasından sonra Halk Komiserleri Konseyi 30 Ekim’de yasama gücünü tek taraflı olarak eline almak için bir genelge yayımladı. Bu partinin sovyetler ve onların yürütme organları karşısındaki önceliğini gösteriyordu. Bunu takip eden dönemde Bolşevikler yukarıdan artan miktarlarda tam yetkili komiserler atamaya başladılar ve egemen olamadıkları veya egemenliğini yitirdikleri sovyetleri bölerek veya yeniden kurarak siyasal muhaliflerinden temizlediler.
Troçki 1917 Eylül’ünde şöyle diyordu: “Bizim partimiz, diğer her siyasal parti gibi, kendisi için siyasal iktidar istemektedir. Bizim amacımız devrimci proletaryanın diktatörlüğüdür.” (Vurgular Troçki’ye ait) (Troçki, 1917). 1920’de kendilerini “soyetlerin diktatörlüğünü partimizin diktatörlüğüyle ikame etmekle (suçlayanlara) […] sovyetlerin diktatörlüğünün ancak parti diktatörlüğü aracılığıyla mümkün olacağını” söylüyordu. Parti sayesinde sovyetler “şekilsiz emek parlamentolarından emeğin üstünlüğünün aygıtları haline (gelmişti). […] Parti iktidarının proletaryanın iktidarını ‘ikame’ etmesi kaza eseri olmamıştır […].” (Troçki, 1920). Bu bir döneme ait bir yargı da değildi. 1927’de Rusya’dan kovulmanın eşiğinde Birleşik Muhalefetin Platformunda “hiçbir Bolşeviğin ihlal edemeyeceği Leninist (ilkeye)”, yani “proletaryanın diktatörlüğünün ancak partinin diktatörlüğüyle gerçekleşebileceği”, bağlı olduğunu belirtiyordu. 1937’de “kitlelerin yetersiz kültürel düzeyi ve heterojenliği” yüzünden “proletaryanın ancak öncüsü yoluyla iktidarı ele (geçirebileceğini)” ve sovyetlerin emekçilerin iktidarının yürütücü aygıtları değil, “öncü ve sınıf arasındaki yegâne örgütlenmiş bağ” olduklarını savunuyordu (Troçki, 1937).
Devrimci Örgüt ve Güvenlik
Demokratik merkeziyetçiliğe atfedilen en temel verimlilik iddiası olan merkezileşmiş bir önderliğin polis ajanlarının parti aygıtına girmesini engellediği iddiası Rusya örneğiyle çelişmektedir. Polis ajanları partinin en yüksek yapılarına ulaşabilmişti. 1910’da bir polis ajanı partinin Moskova bölge örgütünün başına geçti. 1912’deki kuruluşundan beri partinin gazetesinin editörleri arasında iki polis ajanı vardı. Bunlardan biri, Roman Malinovski, partinin güçsüz Rus Parlamentosu Duma’daki lideri oldu ve parti merkez komitesine seçildi. 1914’te Malinovski’nin bir istihbarat servisi ajanı olduğu dedikoduları yayılınca parti bir araştırma düzenledi ve siyasal dürüstlüğünün kuşku götürmez olduğu sonucuna vardı. Malinovski’nin gerçek kimliği ancak 1917’de Bolşevikler iktidarı ele geçirdikten sonra ortaya çıktı.
Özerk devrimci gurupların federal bir yapılanmasının daha zor girilebilir olmasa bile girildiğinde de daha az olumsuz sonuçlar doğuracağını iddia edebiliriz. Bolşeviklerde olduğu gibi parti gazetesinin destekçi ve abonelerinin tam listesi bir merkez komite üyesi tarafından polise verilebiliyorsa bu tip bir örgütlenme korkunç bir tehlike barındırıyor demektir. Eğer kitleler parti liderlerinin rehberliğine ihtiyaç duyuyorsa, eğer gizlilik nedeniyle bunları seçemiyorsa ve eğer alt parti organları bu liderlerin emirlerini takip ediyorsa; en üst düzey organlarda polis ajanları bulunmasının sonuçları neler olur? Açıkçası merkez ele geçirildi mi tüm örgüt ve bağlantıları polisin önüne seriliverir. Özellikle baskı zamanlarında böyle bir yapılanma tehlikelidir, çünkü liderliğin yakalanmasıyla parti felç geçirir, itaatkâr tabanın itaat edeceği hiç kimse kalmaz ve demoralizasyon hızla yayılır. Parti sadece baskıcı atmosfer yüzünden değil, aynı zamanda iç kaynakların ortadan kalkması yüzünden de parçalanır.
Devrimci örgütün ne olursa olsun yaşatılmasının zorunluluğuna dair vurgu esas olarak Leninizm’in devrim meselesini bir parti meselesi olarak görmesinden gelmiştir. Lenin 1917’de sınıfın özeyleminin en üst politik ifadesi olan sovyetlerin farkına vardığında ve bunlara karşı düşmanca ve onları bir rakip olarak gören tavrı aştığında bile bunları ancak üzerinden partinin iktidarı ele geçireceği yapılar olarak görebilmiştir. Oysa örgüt daha temel bir soruya verilen bir yanıttır: Biz, kendimize devrimci diyenler, nasıl devrimci olarak kalmayı başarıp kendimizi bu konuda yetkinleştireceğiz ve çevremizdekilerin devrimcileşmesine katkıda bulunacağız?
Varoluşu kesintisiz olan bir siyasal örgütün gerekliliği işte bu sorunun yanıtıdır. Devrimler tarihinin gösterdiği gibi her devrimin arka planını belli koşullar altında kurulmuş başka koşullar altında varlık nedenini yitiren, yeni koşullara uyum sağlayabilen veya devletin zor gücü ya da kendi sorunları yüzünden çöken sayısız örgüt oluşturur. Bunların hepsinin toplamı tüm parçalılığıyla devrimci süreci oluşturur. Burada “örgüt nasıl hayatta kalır” sorusu şu sorunun yanında ikincil kalmaktadır: Hangi biçimlerdeki ve içerikteki örgütler bireylerin devrimcileşmesini ve devrimci kalmasını sağlamıştır?
Devlet baskısı altında çökertilen bir örgüt başarısız addedilebilir. Oysa tutsak düşenler devrimcilikten vazgeçmemişse, ondan etkilenen insanlar yeni baştan yerellerinde devrimci örgütü kurmaya çabalayabiliyorlarsa, yani bu örgüt devrimci bireylerin oluşmasına katkıda bulunabilmişse süreci bir bütün olarak görenler için başarılıdır. Bunun tersi olarak her tür baskıya dayanacak şekilde merkezi yapısını koruyabilen bir örgüt düşünebiliriz. Bu örgüt, belli sayıda insanla sınırlı kalmışsa veya devrimcileşen bireyleri bünyesine alıp daha sonra onları devrimci niteliklerini kaybetmiş şekilde uzaklaştıran bir döngüyü sürdürüyorsa hiçbir başarıdan söz edemeyiz.
Merkeziyetçilik ve Toplumsal Mücadele
İşbirliği ihtiyacı duyulduğunda elzem olan görevlerin bölüşümü, demokratik merkeziyetçi yapılanma içersinde gerçek bir işbölümüne, emir veren emekle emirleri uygulayan arasında bir işbölümüne dönüşür. Yöneticilerle uygulayıcılar arasındaki bölünme kendiliğinden derinleşme eğilimindedir. Önderler rollerinde uzmanlaşıp vazgeçilmez olurken emirleri uygulayanlar somut işlerinde bağlı kalır. Bilgiden, duruma dair genel bir bakıştan ve örgütsel sorunların içeriklerinden mahrum kalan, parti hayatına katılım eksikliği yüzünden gelişimleri bir seviyede durmaya yüz tutan alt kademelerdeki militanlar zamanla yukarıdakileri daha da az denetleyebilir hale gelir.
Bu işbölümünün ‘demokrasi’ tarafından sınırlanacağı varsayılır. Fakat çoğunluğun yönetmesi demek olan demokrasi, burjuva parlamenter demokrasiden kopyalanan ve içeriği boşaltılmış haliyle çoğunluğun yöneticilerini seçmesine dönüşür. Bu da liderlerin sınırsız gücünü saklayan bir örtü görevi görür. Nasıl bir parlamenter cumhuriyetteki halk belli aralıklarla parlamentoya temsilciler seçmekle egemen hale gelmiyorsa, yılda bir merkez komiteye birini seçtiği için örgüt tabanı da egemen hale gelmez.
İdeal bir Leninist parti içersinde demokratik merkeziyetçiliğin nasıl işleyeceğini düşünelim. Bir merkez komitenin demokratik olarak seçilmiş bir kongre tarafından kurulması bir fark yaratmaz, çünkü seçildikten sonra parti yapısı üzerinde tam bir egemenlik sürer (ve istediği örgütleri feshedebilir, militanları atabilir vs.) ve gelecek kongrenin kompozisyonunu belirleyebilir. Genelde parti kongrelerindeki öneriler ya liderlikten gelir ya da onun konumunu destekleyecek şekilde olur. Eğer şube üyeleri liderliği eleştiren önergeler verirlerse onlara kuşkuyla bakılacak ve önergelerin geri çekilmesi için azami baskı yapılacaktır. Ayrıca kongre delegelerinin savunması gereken konumlar genelde şubeleri tarafından önceden belirlenmemiştir ve bu sayede tabandan fikirlerin tartışılmak bir yana ortaya bile çıkmaması sağlanır. Elbette merkez komite bu haklarını onurlu bir şekilde de kullanabilir, iktidarı sınırlanabilir, parti üyeleri hizip kurabilmek gibi siyasal haklara sahip olabilir vs.. Ama sorunun özü değiştirmez, çünkü merkez komite hala örgütün siyasal çizgisini tanımlayan ve onun yukarıdan aşağıya uygulanmasını kontrol eden, yani önderlik işinde sürekli bir tekeli olan, bir organ olarak kalır. Fikirlerin ifade edilmesi, gurubun işleyişi bu fikirlerin sağlam zemin üzerinde şekillenmesini engelledikçe, yani örgütün faaliyetlerine ve ortaya çıkan sorunların çözümüne sürekli bir katılım olmadan, çok az manalıdır. Eğer örgütlenme biçimi genel sorunların çözümünü sadece belli bir kategorideki militanların özgül görevi ve sürekli meşguliyeti yaparsa sadece onların fikirleri diğerleri tarafından sayılır.
Bu sayede kapitalist işyerindeki veya devletteki işbölümü yaratılmış olur. Biçimler insanlardan bağımsız olarak var olamaz ve bu yüzden onlar arsında belli toplumsal ilişki biçimleri oluşturur. Bu toplumsal ilişkilerse onlara maruz kalanları şekillendirir. Aynı otorite biçimlerinin sırf örgütün adı devrimci veya sosyalist diye daha farklı sonuçlar yaratmasını bekleyemeyiz.
Bu noktada üst kademedekilerin durumu alt kademelerden daha iyi analiz edeceği iddia edilebilir. Ne de olsa üst kademeler en yetenekli ve deneyimli üyelerden oluşmaktadır ve bulundukları yükseklikten belli bir konuyu daha geniş bir bağlamda görebilirler. Gerçekteyse merkez komite üyeleri tabandaki üyelere göre dış dünyadan daha izole olabilir. Pek çok merkez komite üyesi tam zamanlı parti çalışanı olduğu için hayatlarını sürdürmek gibi daha temel konulardan uzaktırlar. Aynı şekilde üst kademelerin durumu analiz etmesi için alttan bilgiye ihtiyacı vardır. Eğer alt kademeler kendi politikalarını biçimlendirmede yeteneksizse nasıl öncelikle doğru liderleri seçebilir ve ikincil olarak üst kademelere verilecek uygun bilgiyi sağlayabilir? Bolşevik parti tarihinde görülebileceği gibi partinin merkeziyetçi karakteri, bilginin parti aygıtı içersinde kaybolmasına ve üst kademedekilerin verdiği kararların yerellerdeki gerçek durumla alakasız olmasına, hatta devrimci hareketi baltalamasına (örneğin 1905’te sovyetlere karşı tutumları) yol açmıştır.
Liderliğin toplumsal sorunlar hakkında herkesin üstüde ve ötesinde bir kavrayışa sahip olduğu inancının doğruluğu kuşku götürmenin yanı sıra örgüt içi demokrasiyi olumsuz etkiler. Pek çok üye bu inançla partinin kongreler ve konferanslar arasındaki politikalarının belirlenmesini emanet ettiği parti liderliğinin analizleriyle çelişen fikirlerin, daha formüle edilmeden bile yanlış ve güvenilmez olduğuna inanır. Parti liderliğine sorgusuz bir güven ve itaat pek çok öncü parti tarihinde rastlanan bir olgudur.
Bununla bağlantılı bir diğer inanç parti liderliğinin ‘bilimsel sosyalizm’in, yani tüm toplumsal hayatı kapsayabilecek bir parti ideolojisinin, muhafızı olarak görülmesidir. Toplumsal gerçeklikle insan arasındaki ilişki, deneyim (Marks’ın ifadesiyle praksis) üzerinden şekillenen bir süreç değil de mutlak gerçeğin evrensel bir yöntemin bulunmasıyla (‘diyalektik’) fethi olarak görülür. Bu yöntem açgözlülükle sadece toplumsal olanın değil, doğanın da mutlak gerçeğini ortaya dökecektir. Bu eğilim, Marks’ta Matematik Elyazmaları gibi sınırlı ve önemsiz bir yer teşkil etmiş olsa da (bu yazılar zaten doğa üstüne değil, matematikte diyalektiğin kanıtlanması üzerinedir ve tahmin edileceği gibi oldukça hatalı yargılarla doludur.) Engels’in Doğanın Diyalektiği ve İkinci Enternasyonal Marksizmi ile birlikte egemen akım haline gelir. Lenin’in Materyalizm ve Ampriyo-Kritisizmi bu edebiyatın bir diğer örneğidir (Bu kitabın en iyi eleştirisi konsey komünisti Anton Pannekoek’un Lenin’in Felsefesidir. Türkçe çevirisi Metis Yayınlarından çıkmıştır). Son yıllarda Tarih Bilinci Yayınlarından çıkan Aklın İsyanı: Marksist Felsefe ve Modern Bilim de bu garip ‘bilimselliğin’ bir devamıdır (Doğa bilimcilerin ulaştığı sonuçları ‘diyalektikle’ uymamakla suçlayıp reddetmek ne kadar ‘bilimselse’). Partinin ideolojisinin her şeyi açıklayabildiği inancı yeni ve bağımsız düşünmeye duyulan ihtiyacı yok eder, eski pratiği eleştirel olarak incelemeyi ve hataları kabul etmeyi imkânsızlaştırır ve partinin ideolojik sığınağı dışında manalı bir entelektüel girdi arama ihtiyacını ortadan kaldırır.
‘Diyalektik yöntem’in aslında ciddiye alınabilir bir tanımının bulunmaması da bunu ‘bilimsel sosyalizmin muhafızları’nın, yani parti liderlerinin, elinde istedikleri gibi kullanabilecekleri bir araç haline getirir. Bu, özellikle de araçlarla amaçların uyumsuzluğunu meşrulaştırmak için kullanılır. Örneğin Troçkist Tony Cliff şöyle der: “Lenin, kendisinden önce Marks ve Engels gibi, araçların mükemmel şekilde amaçlara uyumlu olamayacağını biliyordu […]. Bununla birlikte araçların amaçlardan tüm farklılığına rağmen onları birleştiren bir merkez çekirdek olursa araçlar istenilen amaca yol açarlar.” (aktaran Brown, y.y.) Tek meselemiz araçların hangi kısmının amaçlarla uyumlu hangi kısmının uyumsuz olacağını bulmaktır. Bunu bulan kişiler parti liderleri olduğuna göre uyumlu kısım partinin şüphesiz devrimci ideolojisi, uyumsuz kısımsa insanların yapmak istedikleri ve liderlerin de onları aksine ikna etmek istedikleri şeyler olur.
Toplumsal mücadelelerin öncüsü olmaktansa Leninist partiler genelde önemli toplumsal hareketleri ve olayların ilk belirtilerini anlamak bir yana en geç fark edenlerdendir. Bu hareketler sokaklara çıktıklarında kendilerini öncü ilan edenlerin dikkatini çeker ve kendi liderliklerine ihtiyaç olduğuna karar verirler. Bu sürecin bir bölümü kendi siyasal programlarını başka taktikler ve örgütsel biçimlerle başarılı olmuş hareketlere yerleştirmeye çabalamalarıdır. Başkalarının deneyiminden öğrenmektense toplumsal hareketler emekçi sınıfın özerkliğini ve savaşkanlığını değil partiyi ilerletecek bir hammadde, yeni parti üyeleri sağlayacak bir kaynak olarak görülür.
Bu davranış kalıbının nedenlerini bulmak güç değildir. Bu nedenler, bu partilerin tercih ettikleri örgütsel yapılanma ve arkalarındaki zihniyette yatar. Anarşistlerin uzun zamandır belirttiği gibi merkeziyetçi, yukarıdan aşağı bir yapılanma mücadele içersindekilerin ihtiyaçlarına cevap veremez. Parti hiyerarşisinin yarattığı durgunluk, yeni gelişmelere yavaş cevap verilmesine ve merkezileşmiş yapısı tabanda olandan tecrit olmasına ve uygun yanıtlar üretememesine yol açar. Lenin’in işçi sınıfının kendiliğinden hareketinin reformizme yol açtığını savunması örneğindeki gibi öncü partinin liderleri daha önce kabul edilmiş olan proleter mücadele biçimlerine uymayan yeni gelişmelerden otomatik olarak kuşku duyar.
Parti büyüdükçe liderlikle taban arasındaki mesafe kaçınılmaz şekilde artar. Liderlik sadece kültleşmez, ayrıca yereldeki koşullardan da uzaklaşır. Kendi toplumsal gerçeklikleriyle iç içe olan yereldeki guruplar merkeze boyun eğer hale gelir. Kararların uygulanacağı yere ne kadar uzakta kararlar alınırsa, kararlar o kadar muhafazakârlaşır, süreç o kadar bürokratikleşir ve yaratıcılığın ve devrimci amaçlara çıkarsız bağlılığın yerini büyük örgüt saygınlığı ve itibar kaygıları alır.
Öncü partinin – daha doğrusu partilerin – verimliliğini sergileyen garip bir gerçek, pek çok Leninist’in bürokratik iç yapılanmaları nedeniyle mevcut partilere girmemesi, hayal kırıklığı içinde ayrılmaları veya bunları demokratikleştirmeye çalışırken atılmalarıdır. Eğer öncü partiler devrimci militanlar için bu kadar olumluysalar neden sürekli bir üye sorunu yaşıyorlar? Bu eski üye çokluğunun nedeni nedir? Neden pek çok parti eski üyesi Leninist, genel norm haline gelen bürokratik merkeziyetçilik yerine kendi kafalarındaki demokratik merkeziyetçiliğin bulunabileceği bir parti arıyor veya kurmaya çalışıyor?
Bolşeviklerin Başarısı
Bu sonuçlar kafamızda kurduğumuz bir hipotezler bütünü değil, geçen yüzyıldaki tüm kitlesel Marksist partilerin genel bir şemasıdır: İkinci Enternasyonal’in Sosyal Demokratları, Üçüncü Enternasyonal’in Komünistleri ve türünün en büyük örneği olan Sri Lanka Troçkist Partisi. Bu partilerin Marksist ilkeleri samimi olarak uygulamadıklarını iddia etmek bir diğer soruyu içinde saklar: Neden bu ilkeleri takip edemediler? Bu partilerin burjuva toplumu içinde massedilmesinin nedeni, onların burjuva toplumunun hatlarında inşa edilmiş olmalarıdır.
Bu partilere bir karşı örnek olarak Bolşeviklerin başarısı verilebilir. Fakat iktidarı almadan önceki Bolşevik Parti yüksek derecede merkezileşmiş bir öncü partiden çok parti içi hiyerarşi en azından biçimsel olarak esas güç olsa da yerellerde olabildiğince özerkliğin hüküm sürdüğü bir yapıydı (Price, 2006). Parti disiplini alt kademedekiler bir yana özellikle de Lenin tarafından parti bürokrasisini Rus emekçilerinin kendiliğinden devrimci eylemlerini ve fikirlerini yakalamasını sağlamak için – tabi kendisi bunu yakalayabildiği ölçüde – ihlal ediliyordu. Bolşevik önderlik oldukça muhafazakârdı (aslında merkez komitenin daha önce aldığı, fakat ya alındığı zaman da manasız olan ya da sınıfın eylemiyle manasızlaştırılmış olan kararlara bağlı olmaktan başka bir şey yapmıyordu). Lenin 1917 boyunca önce merkez komiteyi Geçici Hükümet’e karşı tavır almaya (Nisan Tezleri tartışması) daha sonra da Ekim’de ayaklanmaya ikna etmeye çabaladı. Her ikisinde de merkez komite üyelerini istifa etmek ve alt kademedeki parti üyelerini muhatap olarak almaya başlamakla tehdit etti. Bolşevikler ancak iktidara geldikten sonra partilerini emekçi sınıftan kopacak şekilde merkezileştirmeyi başardılar.
Örneğin Şubat 1917’de Bolşevik Parti, Çar’ı yıkacak eylemlere muhalefet etti. Fabrikalara polis saldırılarıyla haftalar süren grevlerden sonra en çok ezilen emekçi kesimi, kadın tekstil işçileri inisiyatifi ellerine aldılar. Ekmek taleplerini ve fırınlara saldırıları Dünya Kadınlar Günü’nde kadın işçilerin kitlesel gösterileri takip etti. Kadınlar, Bolşevik bölge örgütünün 1 Mayıs’a kadar bekleme emrini görmezden geldiler. “Ekmek!” sloganının yerini kısa sürede “Kahrolsun Otokrasi! Kahrolsun Savaş!” sloganları aldı. 24 Şubat’ta Petrograd’ın yarısı grevdeydi. İşçiler fabrikalara çalışmaya gitmiyor, toplantılar düzenliyor, kararlar alıyor, mitingler düzenliyordu. Bolşeviklerin Vyborg komitesi grevlere karşı çıktığında işçiler onları dinlemedi. Eğer dinleselerdi Şubat devrimi mümkün olmazdı.
1905’te işçiler siyasal partilerden bağımsız olarak geri çağrılabilir işçi delegelerinden oluşan konseyler (sovyetler) kurdular. Bolşevikler bu gelişmelerin öncüsü olmak bir yana onlara karşı olabildiğince düşmandı. Petrograd’daki Bolşevik merkez komite üyeleri partiyle aynı anda parti dışı kitle örgütlerinin varlığından rahatsız oluyordu. Sovyetleri bir emekçi özyönetimi ve öz-eylem örgütü, dolayısıyla temel bir faaliyet alanı, olarak görmek yerine partiye bir rakip olarak gördükleri için onlara karşı çıktılar. Petrograd Bolşevikleri sovyete karşı bir kampanya düzenlediler ve ona parti önderliği altına girmesi için bir ültimatom verdiler. 24 Ekim’de çeşitli fabrikalardaki toplantılarda aynı hatlarda bir önerge verdiler ve sovyetin sosyal demokratik program ve taktikleri kabul etmesini ve politik duruşunu tanımlamasını talep ettiler. Bolşevik merkez komitesi Rusya’daki tüm üyelerini bağlayan bir emir yayımlayarak sovyetlerin parti programını kabul etmelerini talep etti. 29 Ekim’de Nevski bölge komitesi sosyal demokratların sovyetler gibi işçi parlamentolarına girmesini kabul edilmez ilan etti.
Bolşevikler sovyetin siyasal bir örgüt olmasını kabullenemiyor, ondan ya bir sendika olarak faaliyet yürütmesini, ya partiye bağlanmasını ya da kendisini feshetmesini talep ediyordu.
Devlet tipi bir merkezileştirme, ancak toplumsal hayatta mümkün olan en büyük uyumluluk ve siyasal ve toplumsal dengenin korunması amaçlanırsa uygun bir örgütlenme biçimidir. Her uygun anda acele eyleme girişmesi gereken ve destekçilerinin bağımsız düşünce ve eylemine muhtaç olan bir hareket için merkeziyetçilik karar alma iktidarını zayıflatan ve her tür acil eylemi sistematik olarak ezen bir lanettir.
Yeni Bir Toplum
Şu ana kadar Leninizm’e yönelttiğimiz temel eleştiri devrimci örgütün iç yapılanması ve sınıf hareketiyle ilişkisi üzerineydi. Bu bölümde Leninist programa odaklanacağız. Daha önce Leninist parti kuramının nasıl da devletçilik yönünde eğilimler yarattığını göstermiştik. Şimdi kapitalizmden komünist bir topluma geçiş kuramını ve özellikle de özyönetim kavramının buradaki yerini inceleyeceğiz. Klasik ve bir o kadarda skolâstik ve manasız bir tartışma olan sosyalizmin komünizmin bir aşaması mı yoksa proletarya diktatörlüğü mü olduğu meselesine girmeyeceğiz. (Gelenek dergisinin devletçi çıkışlarına sol içerinde gördüğümüz kadarıyla tek cevap olan Devrimci Marksizm dergisinde çıkan Revizyondan Reddiyeye makalesi ne kadar olumlu olsa da kapsamının üçte birini bu skolâstik meseleye ayırıp ‘Devrimci Marksizm’in üstatları’ndan bilindik alıntılar yapmak dışında tartışmaya bir katkı sunamamasından dolayı o kadar da sıradandır. Bu tartışma tamamen bir Marksizm içi terminoloji meselesi etrafında döndüğü için bu tartışmaya doğrudan katılma gereği duymuyoruz. Genel eleştirimiz zaten konumumuzu net olarak ortaya koymaktadır.)
Bu incelemede Lenin’in Devlet ve Devrim adlı kitabına odaklanmakta fayda var (Lenin, 1917). Sadece 1917 yılında devlet ve yeni toplumun örgütlenmesi meselesinin yakıcılığı altında yazılmış olmasından dolayı değil, aynı zamanda Leninizm’in 1917 sonrası devletçiliği eleştirildiğinde bu kitabın gözümüze sokulmasından dolayı. Kitap gerçekten Lenin’in en ‘özgürlükçü’ eseri olarak istisnai bir yerde dursa da ve kitabın savunduğu devrim sonrası toplum yönünde Bolşevik Parti hiçbir şey yapmamış olsa da burada bir kopuştan çok bu kitapta özetlenen programla Bolşeviklerin 1917 sonrası icraatları arasındaki sürekliliklere dikkat çekmeyi istiyoruz.
Lenin şöyle der: “Devlet özel bir iktidar örgütüdür: belirli bir sınıfın sırtını yere getirmeye yönelik bir zor örgütü. […] [P]roletaryanın yenmek zorunda olduğu sınıf […] yalnızca sömürücüler sınıfı, yani (burjuvazidir). Emekçilerin yalnızca sömürücülerin direncini bastırmak için devlete gereksinimleri vardır: oysa, bu baskıyı yönetme […] işini, (burjuvaziye) karşı savaşımda bütün emekçileri ve bütün sömürülenleri birleştirmeye yetenekli tek sınıf olarak, yalnızca ve yalnızca proletarya yapabilir.” Sadece iki sayfa sonra ikinci bir iş için de devlet iktidarının kullanılması gerektiğini yazar:
“Proletaryanın, sömürücülerin direncini bastırmak için olduğu kadar, nüfusun büyük yığınını -köylülük, küçük-burjuvazi, yarı-proleterler- sosyalist ekonominin “kurulması” işinde yönetmek için de devlet iktidarına, merkezi bir güç örgütüne, bir zor örgütüne gereksinimi vardır.
Marksizm, işçi partisini eğiterek, iktidarı almaya ve bütün halkı sosyalizme götürmeye, yeni bir rejimi yönetip örgütlemeye, burjuvazi olmaksızın ve burjuvaziye karşı kendi toplumsal yaşamlarının düzenlenmesi için, bütün emekçi ve sömürülenlerin eğiticisi, yolgöstericisi ve önderi olmaya yetenekli bir proletarya öncüsünü eğitir.”
Engels’e dayanarak devletin sadece zor gücü ile tanımlanmadığını, hatta zor gücünün kullanımının devletin ayırt edici bir özelliği olmadığını, devletin zor gücünün hiyerarşik bir örgütlenmesiyle tanımlanabileceğini göstermiştik. Lenin’in bu pasajlardaki esas ilgi çekici vurgusu iktidar mevkiinin alanının önce emekçilerden sanayi işçilerine, daha sonra da onlardan partiye daraltılması ve ‘sosyalist’ ekonominin inşasının “merkezi bir güç örgütüne, bir zor örgütüne gereksinimi” olduğunu söylemesidir. Daha olumlu görünen ve buradaki yargılarla çelişir görünen bir bölümde şöyle yazar: “[K]apitalizmin gelişmesi de, kendi payına, “herkes”in devlet yönetimine gerçekten katılabilmesi için zorunlu öncülleri oluşturur. Bu öncüller içinde, ötekiler arasında, en ileri kapitalist ülkelerin birçoğu tarafından daha şimdiden gerçekleştirilmiş bulunan genel eğitim [doğru çeviri ‘okuryazarlık’ olacak], sonra sosyalize edilmiş engin ve karmaşık posta, demiryolları, büyük fabrikalar, büyük ticaret, bankalar vb. aygıtı tarafından, milyonlarca işçinin “disiplin bakımından eğitimi ve yetiştirilmesi” vardır.
Bu tür ekonomik öncüllerle, kapitalistler ve memurlar alaşağı edildikten sonra, üretim ve bölüşümün denetimi, emeğin ve ürünlerin kaydı için, bugünden yarına, pekâlâ silahlı işçiler, tüm silahlı halk onların yerine geçirilebilir.”
Buradaki önemli nokta Lenin’in insanların devlet yönetimine katılımı için koyduğu iki öncüldür: Okuryazarlık ve büyük gelişmiş işletmelerde eğitilmiş ve disipline edilmiş olmak. Büyük fabrikaların yarattığı disiplinin işçi sınıfı için önemi daha önce değindiğimiz Bir Adım İleri, İki Adım Geri eserinde de vurgulanmıştır ve büyük işletmelerle tekelci kapitalizmin sosyalizmin bir öncülü olarak görülmesi herhangi bir eserinde bulunabilir. Garip olan şudur ki emekçilerin kendi iktidar organlarını (sovyetler) kurduğu ve fabrika komitelerinin yayıldığı bir ortamda bu iki öncülün siyasete katılımı oldukça kısıtlayıcı olduğudur. Ne büyük sanayi Rusya’da o dönemde egemendi, ne de siyasete faal olarak katılan emekçi kitleler okuryazardı. Okuryazarlık oranı % 20-25 civarındaydı ki bu toplumun % 80’e yakınının siyasetten dışlanması anlamına geliyordu.
Üretimin yönetimi konusunda şöyle yazıyordu: “Biz ütopyacı değiliz. Tüm yönetim makinesinden, bütün devlet basamaklarından bir anda vazgeçmeyi “hayal” etmiyoruz; proletarya diktatorasına düşen görevlerin anlaşılmamasına dayanan bu anarşistçe düşler, marksizme adamakıllı yabancıdır; ve gerçekte, sosyalist devrimi insanların değişecekleri güne dek ertelemekten başka bir işe yaramaz. Bize gelince, biz, sosyalist devrimi, astın üste bağımlılığından, denetimden, ‘gözetimci ve muhasebecilerden’ vazgeçmeyecek olan bugünkü insanlarla yapmak istiyoruz.”
Toplumsal devrimin bunlardan vazgeçmek olması ve kısmen de olsa bunlardan vazgeçilmeye başlanmış olması bir yana astın üste bağımlılığının ve gözetimcilerin geçiş dönemi için vazgeçilmez görünmesi daha sonra da karşılaşılacak bir yargıdır. Bunlar temelinde bir işyeri demokrasisi kulağa garip gelse de o kadar da alışılmadık değildir. Örneğin Batı Avrupa ülkelerindeki ‘endüstriyel demokrasi’ misalleri bu hatlarda yapılanmaktadır.
1917’deki Bolşevikler İktidarı Koruyabilecekler Mi? adlı makalede bir bölüm işçi denetimine ayrılmıştır. Lenin, öncelikle işçi denetimi sloganını anarko-sendikalist olmakla suçlayanları eleştirir (Bu slogan sınıf mücadelesi anarşizminin klasik sloganlarından biri olduğu ve Bolşevikler tarafından sonradan sahiplenildiği için üzerlerinde garip kaçmaktadır.) ve proleter devlet altında işçi denetiminin “üretimin ve ürünlerin dağıtımının ulusal, genel, en dikkatli ve en titiz bir sayımı durumuna (gelebileceğini)” (vurgu Lenin’e ait) söyler (Lenin, 1998, s. 212).
Burada Lenin’in işçi denetimi kavramının ne kadar sınırlı, hatta muhafazakâr olduğunu görebiliriz. Asla işçi yönetiminden (emekçilerin işleri gerçekten kendileri yönetmeleri) yana değildi; gördüğümüz gibi bunu bu tarihsel aşamada ütopyacı olarak görmüştü. Önerdiği şey devleti yönetebilecek yeterli vasfa sahip olanların yaptıkları işlerin aşağıdan denetlenmesi ve rapor edilmesiydi. Bolşevikleri Rusya’da özyönetimi sağlayamamakla suçlamak hatalı olacaktır, çünkü zaten böyle bir amaçları yoktur. Lenin asla devlet yetkililerinin, gözetimcilerin ve teknisyenlerin gerekliliğinden şüphe etmemişti.
Mart 1918’de – yani bazılarınca Rus devrimindeki tüm yozlaşmanın anası olarak gösterilen İç Savaş’ın başlamasından önce – Sovyet Hükümetinin İvdevi Görevleri makalesinde halkı “doğru yolda, emek disiplini yolunda, iş koşulları hakkında kitle toplantılarında tartışma göreviyle ve iş sırasında sorgusuz sualsiz Sovyet liderinin, diktatörün, iradesine uyma görevini koordine etme yolunda” yönetilmesi gerektiğini savunacaktı (Lenin, 1918). Emekçilerin yöneticilerine iş saatlerinde sorgusuz sualsiz boyun eğmesi kapitalistlerin uzun yılardır gerçekleştirmek istedikleri bir düştür. Eğer Lenin bunu başarabilseydi kuşkusuz kapitalizm için takip edilmesi gereken bir örnek oluşturacaktı, komünistler için değil. Lenin’in anladığı ve savunduğu şekliyle işçi denetimi, eğer devlet tarafından atanmamışsa yöneticinin seçilmesi, denetlenmesi, yaptığı her şeyin rapor edilmesi ve bu sırada da onun iş saatlerinde mutlak iktidara sahip olmasıdır. Bu noktadan ufak bir adımla yöneticilerin iktidarı güçlenerek işçi denetimini bir kelime oyununa dönüştürebilir.
Bu programatik hedefler temelinde Bolşevik hükümet 14 Kasım 1917’de içeriğini oldukça törpüleyerek işçi denetimini kabul eder. Bu, yeni bir yapılanma getirmektense fabrika komitelerinin fiilen yaptıkları şeyi onaylamaktır. Bolşeviklerin işçi denetimini sabırla denemelerine rağmen yarattığı kargaşa ve verimsizlik yüzünden vazgeçmeleri bir efsanedir, çünkü sadece haftalar içersinde Lenin işçi denetimi aleyhine konuşmaya başlar. Ocak 1918’de fabrika komiteleri aleyhine Bolşeviklerin daha güçlü olduğu sendikaların yetkileri arttırılır ve sendika denetimine geçilir. Sendika denetimi de uzun sürmez ve 1918 yazında nerdeyse tüm Rus sanayisi tek adam yönetimi ve Taylorizm gibi burjuva yönetim biçimleriyle idare edilir hale gelir.
Merkeziyetçiliğin Sorunları
Devletçi merkeziyetçiliğin – merkezi eşgüdüm ile karıştırılmamalıdır – en bariz sorunu ‘ideal’ bir çözümü dayatmanın toplumsal devrimi durduracağı, hatta gerileteceğidir. Luxemburg’un deyişiyle biraz oynarsak, özgür insanların eylem ve kararları (başkalarının hata olarak kabul edebilecekleri dâhil) en iyi merkez komitenin karar ve genelgelerinden üretken ve yararlıdır. Merkeziyetçi bir sistem zorunlu olarak dayatılmış bir sistem olacaktır, çünkü insan kitlelerinin kendi kaderlerini belirlemek için katılımını dışlayacaktır. Emekçiler yine emir alanlar düzeyine düşecek; işyerlerinin kontrolü onların değil, devletin eline geçecektir. Gerçek toplumsallaştırma aşağıdan, katılanların gerçek gelişim ve arzularına göre olur.
Özyönetimin emekçilerin işyerlerini kendi mülkleri olarak görmelerine sebep olup diğer emekçi guruplarına karşı bunu kullanabilecekleri – ve diğerlerinin de buna izin verebilecekleri – iddiası kolayca tersine çevrilebilir. Merkezi bir yapıya tüm ekonomi üstünde yetkiler vermek daha geniş ve daha tehlikeli şekilde aynı bencilce davranışlara yol açabilir. Bolşevik devlet, daha başından itibaren birbiriyle rekabet eden bürokrasilerin savaş alanına dönmüştür. 15’ten az işçi çalıştıran ufak bir süt işletmesinin Yüksek Ulusal Ekonomi Konseyi, Kuzey Bölgesi Halk Komiserleri Konseyi, Vologda Halk Komiserleri Konseyi ve Petrograd Yiyecek Komiserliği dahil altı örgütün rekabet konusu olması az rastlanan bir durum değildi. Yani merkezi yapıların kaynakları kendi mülkleri gibi görmede aşağı kalır yanları yoktur. Tek bir işyeriyle karşılaştırıldığında devletin kendi bakış açısını dayatma olanağının daha fazladır ve merkezileşmiş bir sistemin daha zor denetlenebilir. Merkez için gereken bilgiyi toplamak ve işlemek için gerekenler çok fazladır; ortaya çıkan denetleme zorluğu devletteki gerçek güç olacak büyük bir bürokrasinin gelişimini tetikler. Bundan dolayı bir merkezileşmiş yapı kitle katılımını sınırlar ve iktidarın bir azınlığın eline geçmesi doğası gereği bürokratik yönetimi hazırlar. Lenin’in Rusyasında olan ve Stalinizm’in temelini hazırlayan budur. Bu bürokratik karmaşanın aynı zamanda verimsizliğe de yol açtığı açıktır.
Bu verimsizliğin bir diğer kaynağı da merkezin yereldeki koşullar hakkında az fikri ve ilgisi olduğu için kendi varsayımlarını ve ideolojik tercihlerini yerellere dayatmasıdır. Örneğin Bolşeviklerin sanayi yönetiminin takip ettiği büyük olanın otomatik olarak daha verimli olduğuna dair görüşü buna bir örnektir. Tarihçi Thomas F. Remington’a göre bu görüş sadece lüzumsuz kayıpların artışına yol açmıştır (aktaran IAFC, 2006a):
“[Devasa] Pulitov [tesisinde] kıt bulunan materyallerin kaybı kesinlikle ciddiydi, fakat buna sadece siyasal huzursuzluklar yol açmamıştı. Şehirdeki genel yakıt ve hammadde esikliği en fazla büyük işletmeleri vurdu. Bunların harcamaları küçük iletmelerinkine orantılı olarak daha fazlaydı. Belli bir zaman diliminde üreticiler için gerekli göreli sabit girdi oranlarıyla açıklanan bu durum çok sonra fark edilebildi. 1919’a kadar rejimin liderleri zamanın koşullarında küçük işletmelerin kaynak kullanımında daha verimli olabileceğini kabullenmeye hazır değildi ve ancak 1921’de birkaç Bolşevik teorisyen büyük birimlerin daha verimli olduğuna dair varsayımlarını ihlal eden bu durumun ardında yatan ekonomik nedenleri kavrayabildi. Bu zamana kadar sadece işçiler siyasal direnişle suçlanmadı, aynı zamanda rejim işçilerin kontrolünde olmayan koşulların yarattığı sonuçların suçunu da onlara attı.”
İç Savaş ve Ekonomik Çöküş
Bolşeviklerin devrimin sonuçları üstünde etkileri olmadığına ve bunun tamamen nesnel koşullar tarafından dayatıldığına dair Leninist sav ikna edici değildir. İnsanlar karşılaştıkları nesnel koşullardan ortaya çıkan seçimler yapmak zorundadırlar, fakat aldıkları kararlar otomatik olarak ortaya çıkmaz kafalarındaki fikirlerden etkilenir. Örneğin merkeziyetçiliği savunan ve devletleştirmeyi sosyalizmin belirleyici bir karakteristiği olarak gören birinin yaptığı seçimler, iktidarın merkezsizleşmesini tercih eden ve özyönetimi ana bir mesele olarak gören birininkinden farklı olacaktır. Ayrıca her ikisi de kendisinin sosyalizm ve verimlilik kavrayışına göre farklı toplumsal örgütlenme biçimleri yaratacaktır.
Benzer şekilde tercih edilen toplumsal örgütlenme biçimleri bir devrimin nasıl geliştiğini ve siyasal kararların nasıl alındığını belirleyecektir. Örneğin merkeziyetçi ve hiyerarşik bir örgütlenme perspektifiniz varsa iktidar mevkilerine yerleştirdiğiniz kişilerde belli yollarda hareket eder, belli bir dünya görüşüne sahiptir ve örneğin eşitlikçi toplumsal ilişkileri önemseyen bir diğerini yabancılaştırabilir.
Eğer Bolşevik politikalar emekçileri ve küçük köylüleri rejimden uzaklaştırmışsa ve bu rejime karşı direnişe yol açmışsa, demektir ki Lenin’in rejiminin karşı karşıya kaldığı nesnel etkenlerin bazıları kendileri tarafından yaratılmıştır. Bolşeviklerin merkezsizleştirmeye, federalizme, ‘küçük burjuva’ köylülere, ‘sınıfsızlaşmış’ işçilere veya ‘anarko-sendikalist’ eğilimlere karşı önyargıları iktidar partisi olarak verdikleri kararların ideolojik bir belirleyicisine dönüşür. Toplumsal koşullar Bolşeviklerin seçeneklerini sınırlamışsa da bunlar aynı zamanda Bolşevik ideolojinin ve pratiğin sonuçlarınca şekillendirilmiş ve bu sorunlara çözümler gene bu ideoloji tarafından engellenmiştir.
Nesnel koşullar argümanındaki ilk sorun gerçeklere dayanmamasıdır. Bolşevik otoriterizm iç savaştan ve büyük ekonomik çöküşten önce başlamıştır. İster sovyet demokrasisi, emekçilerin ekonomik özyönetimi, silahlı kuvvetlerde demokrasi, isterse de genel olarak işçi sınıfı iktidarı ve özgürlüğü olsun, gerçekte Bolşevikler daha baştan bunlara saldırmaya başlamışlardır. Muhalefet gurupları ve partilerinin yanında işçi sınıfının protestolarını da bastırmışlar. Daha başlamamış bir şeyi Bolşevik politikalara neden olmakla suçlamak zor olsa gerek.
Bolşevikler, iktidarı ‘Tüm İktidar Sovyetlere!’ sloganıyla ele geçirmiş olsalar da Halk Komiserleri Konseyi sadece dört gün sonra bir genelge yayımlayıp kendilerine yasama gücü vermişlerdir. En yüksek sovyet organı olan Merkezi Yürütme Komitesi (VTsIK) bu sayede işe yaramaz hale geldi ve prezidyumuna egemen olan Bolşevik çoğunluk bu yapıyı kontrol edip Bolşevik egemenliğini güçlendirmeye girişti. Bunu gerçekleştirmenin yollarından bazıları, genel toplantıları kısa kesmek ve Bolşevikleri destekleyen gurup ve fraksiyonlara temsil hakkı tanımaktı. Tabanda da benzer bir süreç işliyordu ve iktidar Bolşeviklerin egemen olduğu sovyet yürütme komitelerine geçtikçe bunlar Bolşevik çoğunluğu mümkün olan her aracı kullanarak korumaya çalıştılar. Bunun bir yöntemi sovyet seçimlerini ertelemek, diğeriyse çoğunluklarını sağlamak için seçime hile karıştırmaktı. Petrograd’da işyeri sovyetlerinin seçimleri yapılarken sonuçlar önemsizdi, çünkü 700’den faza delegenin yarıdan fazlası Bolşeviklerin egemenliği altındaki örgütlerce gönderilmişti. Bolşevikler daha seçimler başlamadan kendilerine sağlam bir çoğunluk sağlamışlardı. Erteleme ve hile işe yaramadığında devletin zor gücünü kullandılar. İlk saldırı, Nisan 1918’de anarşist harekete yönelikti ve anarko-sendikaizmin Rusya’da bastırılmasıyla tek örgütlü anarşist güç olarak Ukrayna’daki Mahnovist anarşist komünistler kaldı. 1918 baharında ve yazındaki seçimlerin verileri bilinenlerin tamamında Bolşevik silahlı gücü seçim sonuçlarını iptal etti, bu tür eylemlere karşı emekçilerin tepkisini ezdi ve yazın sonuna kadar sovyetlerdeki tüm sosyalist muhalefet partileri bertaraf edilmiş ve yasaklanmıştı (Brovkin, 1983).
Temmuz’daki Tüm-Rusya Sovyetler Kongresi’nde Menşeviklerin ve Sağ Sosyalist Devrimcilerin sovyetlerden atılmasıyla kitlelerin huzursuzluğu Bolşeviklerin eski hükümet ortağı olan Sol Sosyalist Devrimciler’e (Sol SR’lar) kanalize oldu. Fakat sadece Bolşevikler tarafından desteklenen Yoksul Köylü Komitelerine temsiliyet verilmesiyle Sol SR’lar çoğunluklarını kaybettiler ve terör eylemlerine girişip Alman büyükelçisi Mirbach’ı öldürdüler. Bolşevikler bunu sovyet karşıtı bir olay olarak niteleyip Sol SR’ları da yasadışı ilan ettiler. Tüm solu hedef alan bu baskı dalgası İç Savaş’tan önce başladı ve savaşın başlamasından sadece altı hafta sonra tüm sosyalist muhalefet sovyetlerden temizlenmiş ve karşıdevrimci ilan edilmişti.
Benzer bir otoriterlik silahlı kuvvetlerde ve sanayide de gösterildi. Troçki, 30 Mart’ta Askeri İşler Komiseri olarak atandıktan sonra süratle askeriyede ölüm cezası, belli selamlama biçimleri ve subaylar için ayrıcalıklar ve ayrı barınma yerleri yeniden geri getirildi ve subayların seçimi ilksi iptal edildi. Sanayide değindiğimiz gibi Lenin Nisan 1918’den başlayarak diktatöryel yetkilerle tek adam yönetimini savunmaya girişti. Bu sayede özel mülkiyete dayanan kapitalizmin yerini devlet kapitalizmi alıyor ve ekonominin kontrolü emekçilerin ellerinden devlet bürokrasisinin eline geçiyordu.
İkinci sorun Rus emekçilerinin kolektif eyleme girişemedikler ve bir sınıf olmaktan uzaklaştıkları iddiasının dayanağı yoktur. İç savaş dönemi boyunca ve onun öncesinde ve sonrasında işçiler – Bolşevik devlete karşı – kolektif eyleme girişmeye oldukça yeterliydiler. Atomize olmuş ve bireyselleşmiş bir kitleyi denetleyebilmek için yaygın devlet gücüne ihtiyaç duymazsınız. Emekçilerin sayısı azalmış olsa da tıpkı 1917’deki gibi kolektif gücünü kullanabiliyordu. Kitle protestoları iç savaş boyunca azalmak bir yana ölçek ve militanlık açısından arttı. Moskova’da işçi konferansları hareketinin 1918 ortasında bastırılmasından sonra 1920’nin sonundaki kitle hareketine yol açacak olan gittikçe büyüyen protesto dalgaları gerçekleşti. 1919 ve 1920’de Petrograd’da SSCB istatistiklerine göre işgücünün yarısından fazlasını kapsayan grevler gerçekleşti. 1921’de bu protestolar ve grevler Bolşevik diktatörlüğü o kadar sarsıyordu ki onları ekonomik politikalarının ana ilkelerini değiştirmek zorunda bıraktı.
Üçüncü sorun mantıksaldır. Leninistler kendilerini devrimci olarak adlandırıyorlar. Değindiğimiz gibi yanlış şekilde anarşistleri devrimin kendisini korumasına inanmamakla suçluyorlar. Fakat ironik olarak Bolşevizm’i savunuları tamamen iş savaşın yarattığı ‘istisnai koşullar’ çerçevesinde gerçekleşiyor. Eğer Leninizm bir devrimi yürütmenin gerçek sorunlarıyla başa çıkamıyorsa ondan ne pahasına olursa olsun kaçınılmalıdır. Oysa bugünkü takipçileri onların otoriterliklerini belli koşulların sonuçları olarak aklamaya çalışsa da önde gelen Bolşevikler bunun her devrimin kaçınılmaz gereklilikleri olduğunu söylüyordu. Lenin 1917’de ve daha önce de her evrimin istisnai derecede karmaşık koşullar ve iç savaşla karşı karşıya kalacağını biliyordu. İktidara geldiğinde bu noktayı sürekli olarak tekrarladı ve gelişmiş kapitalist ülkelerde devrimin çok daha harap edici olacağını savundu.
Örneğin 1918 Alman devrimi görece Rusya’daki kadar kötü olan bir ekonomik çöküntüyle karşı karşıya kaldı. Buna rağmen hiçbir Leninist Alman devriminin imkânsız ya da başarısızlığa mahkûm olduğunu iddia etmiyor. Benzer şekilde 1930’ların Büyük Bunalımının en karanlık dönemlerinde bile sosyalist bir devrimin mümkün olduğunu da inkâr etmiyorlar. Bolşevik otoriterliğin İç Savaş öncesinde başladığını gösteren kanıtlar yığınını görmezden gelsek bile iddiaları mantıksal olarak ikna edici değildir.
Son olarak ortada bir karşı örnek vardır: Ukrayna’daki Mahnovist hareket. Ukrayna’da devrimi, kendi iradelerini kitlelere dayatmaya çalışan tüm guruplara karşı savunan Mahnovistler Bolşeviklerle aynı nesnel koşullar altında faaliyet gösteriyorlardı. Fakat iki hareketin de politikaları farklıydı. Mahnovistler ele geçirdikleri yerlerde sovyet kongreleri çağırırken Bolşevikler onları kapatıyordu. İlki ifade özgürlüğü ve örgütlenmeyi (elbette ki burjuvazi için değil, ama Bolşevikler dâhil tüm sosyalist partiler için) savunurken, ikincisi her ikisini de bastırıyordu. Bolşevikler tek adam yönetimini ve parti diktatörlüğünü ideolojik gerçekler olarak kabul ederken Mahnovistler işyeri, ordu, köy ve kent özyönetimini savunuyor ve sağlıyordu. Hareketin koordinasyonu için savaşın tehdit etmediği bölgelerde kent ve kor emekçilerinin katıldığı kongreler düzenlediler. Bolşeviklerse – kendilerinin de içinde çalışmasına karşı çıkılmamasına rağmen – mümkün olduğu ölçüde bu faaliyeti baltalamaya çalıştılar ve örneğin Temmuz 1919 ve Kasım 1920 kongrelerinin yapılmasını askeri güç kullanarak engellediler (Daha ayrıntılı bir inceleme için IAFC, 2006b). Bu Bolşevik politikaların tamamen iç savaş gibi etkenlere bağlanamayacağını, bunların altında ideolojik tutumların yattığını gösterir.
Biterken
Sayfa kısıtlaması imkân verdiği ölçüde devlet tartışmalarına bir giriş yapmaya ve ana tartışma konularını göstermeye çalıştık. Şüphesiz bunlar bu konudaki son sözler değil, tarihsel birikimin bize bıraktığı bazı araçlardır. Bu araçların geliştirilmesi geçmiş deneyimlerin daha dikkatli bir şekilde bugünkü deneyimimizle elde ettiğimiz dersler ışığında incelenmesiyle elde edilecektir. Komünizmin toplumsal bir alternatif olarak pek rağbet görmediği günümüzde, her zamandan fazla kendi içinde tutarlı indirgemeci sistemlerin ve kitlelerin nesneleştirilmesinin yerini insanların özgür düşünüşünün ve eyleminin alması ve eskilerin bunu yapamadığı görüldüğüne göre yeni örgütsel biçimlerin yaratılması gerekmektedir.
[* Bu yazıda uluslararası bir kolektif tarafından hazırlanan Anarchist Frequently Asked Questions metninden (http://www.infoshop.org/faq/index.html) büyük ölçüde yararlanılmıştır. Metnin tamamının Türkçeye kazandırılmasına yardımcı olmak isterseniz faq.ceviri@gmail.com adresinden irtibata geçebilirsiniz.]
Kaynakça:
Brovkin, V. (1983). The Mensheviks’ Political Comeback: The Elections to the Provincial City Soviets in Spring 1918. The Russian Review, vol. 42, s. 1-50. Alındığı yer: http://libcom.org/library/menshevik-comeback-vladimir-brovkin
Brown, A. (y.y.). A Fresh Look At Lenin. Alındığı Yer: http://www.geocities.com/cordobakaf/solidarity_lenin.html
Cialdini, R. (1993). Influence: Science and Practice (3. Basım). Harper Collins: New York.
Conrad, J. (2002). Formulation nine and the possibility of peaceful revolution. Weekly Worker #448. Alındığı yer: http://www.cpgb.org.uk/worker/448/peaceful.html
Dolgoff, S. (ed.) (1998). Bakunin: Hayatı, Mücadelesi, Düşünceleri. İstanbul: Kaos Yayınları
Engels, F. (1873). Otorite Üzerine. Alındığı yer: http://www.kurtuluscephesi.com/marks/otorite.html
Engels, F. (1976). Almanya’da Devrim ve Karşı-Devrim. Seçme Yapıtlar Cilt I (s. 363-463). Ankara: Sol Yayınları
Engels, F. (1979). Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni. Seçme Yapıtlar Cilt III (s. 230-407). Ankara: Sol Yayınları
Engels, F. & Marks, K. (1850). Merkez Komitesinin Komünist Birliğe Çağrısı. Alındığı yer: http://www.kurtuluscephesi.com/marks/markscagri.html
Engels, F. & Marks, K. (1999). Komünist Parti Manifestosu. İstanbul: Evrensel Basım Yayın
I.A.F.C. (Uluslararsı Anarşist Sık Sorulan Sorular Kolektifi) (2006a). Section H – Why do anarchists oppose state socialism? . Alındığı yer: http://www.infoshop.org/faq/secHcon.html
I.A.F.C. (Uluslararsı Anarşist Sık Sorulan Sorular Kolektifi) (2006b). Why does the Makhnovist movement show there is an alternative to Bolshevism? . Alındığı yer: http://www.infoshop.org/faq/append46.html
I.W.W. (Dünya Endüstri İşçileri) (2005). How To Sack Your Boss: A Workers’ Guide to Direct Action. Alındığı Yer: http://iww.org.au/node/43
Kropotkin, P. (1895). The Commune of Paris. Alındığı Yer: http://libcom.org/library/the-commune-of-paris-peter-kropotkin
Lenin, V. İ. (1902). Ne Yapmalı. Alındığı Yer: http://www.kurtuluscephesi.com/lenin/neyapmali.html
Lenin, V. İ. (1904). Bir Adım İleri, İki Adım Geri. Alındığı Yer: http://www.kurtuluscephesi.com/lenin/biradim.html
Lenin, V. İ. (1917). Devlet ve Devrim. Alındığı yer: http://www.kurtuluscephesi.com/lenin/devlet.html
Lenin, V. İ. (1918). The Immediate Tasks of the Soviet Government. Alındığı yer: http://www.marxists.org/archive/lenin/works/1918/mar/x03.htm
Lenin, V. İ. (1998). Bolşevikler İktidarı Koruyabilecekler Mi?. Ekim Devrimi Dosyası. Ankara: Sol Yayınları
Marks, K. (1874). Conspectus of Bakunin’s “Statism and Anarchy” . Alındığı yer: http://www.marksists.org/archive/marks/works/1874/04/bakunin-notes.htm
Marks, K. (1875). Gotha Programı’ın Eleştirisi. Alındığı yer: http://www.kurtuluscephesi.com/marks/gotha.html
Marks, K. (1997). Fransa’da İç Savaş. Seçme Yapıtlar Cilt II (s. 213-293). Ankara: Sol Yayınları
Marks, K. (2005). On The Jewish Question. Alındığı yer: http://www.marksists.org/archive/marks/works/1844/jewish-question/index.htm
Marks, K. (2006). “Prusya Kralı ve Toplumsal Reform, Bir Prusyalı” Makalesine Eleştirel Kenar Notları. Alındığı yer: http://www.geocities.com/icgcikg/turkish/prusya_krali.htm
Marksist Tutum (y.y.). İşçi devleti, sosyalizm, komünizm. Alındığı yer: http://www.marksist.com/genclik/FAQ/isciDevleti.htm
Mckey, I. (2004). The Revolutionary Ideas of Bakunin. Alındığı Yer: http://flag.blackened.net/revolt/anarchism/writers/anarcho/history/bakunin.html
Thomas, P. (2000). Marks ve Anarşistler. Ankara: Ütopya Yayınevi
Troçki, L. (1917). On Compromises. Alındığı Yer: http://www.marksists.org/archive/lenin/works/1917/sep/03.htm
Troçki, L. (1920). Terrorism or Communism. Alındığı Yer: http://www.marksists.org/archive/trotsky/works/1920/dictatorvs/ch07.htm
Troçki, L. (1921). Lessons of the Paris Commune. Alındığı Yer: http://www.marksists.org/archive/trotsky/works/1921/1921-commune.htm
Troçki, L. (1937). Stalinism and Bolshevism. Alındığı Yer: http://www.marksists.org/archive/trotsky/works/1937/1937-sta.htm
Troçki, L. (1938). The Transitional Program. Alındığı Yer: http://www.marksists.org/archive/trotsky/works/1938-tp/index.htm
Price, W. (2006). Neden Bir “Öncü Parti” Yerine Bir Anarşist Örgüte İhtiyaç Var?. Kara Kızıl Notlar #4
Zinoviev, G. (1920). Theses on the Role of the Communist Party in the Proletarian Revolution. Alındığı Yer: http://www.marxists.org/history/international/comintern/2nd-congress/ch03a.htm
Bir yanıt yazın