Sam Dolgoff’un Anarchist Collectives isimli kitabının Murray Bookchin tarafından kaleme alınan önsözünün Radikal Perspektif tarafından yapılan çevirisini paylaşıyoruz.
Anarşist Kolektifler: Giriş
General Francisco Franco, 18 Temmuz 1936’un sabah saatlerinde İspanya’nın Kuzey Afrikası’ndaki Las Palmas’tan yayınladığı darbe ilanı ile İspanyadaki gerici subayların Madrid’de yasal olarak seçilmiş Halk Cephesi hükümetine karşı mücadelesini açıkça başlattı.
Franco darbesi, İspanyol generallerin zaferi halinde, parlamenter cumhuriyetin yerini, kurumsal olarak Almanya ve İtalya’daki benzer rejimleri model alan, açıkça otoriter bir devletin alacağı konusunda çok az şüphe bırakıyordu. Francista güçleri ya da kendilerine verdikleri isimle “Milliyetçiler”, dönemin faşist hareketlerinin tüm süslerini ve ideolojilerini sergiliyorlardı: avuç açarak selamlama, “düzen, görev ve itaat” gibi “halkçı” bir felsefeye yapılan çağrılar, işçi hareketini ezmeye ve tüm siyasi muhalefeti sona erdirmeye yönelik açık taahhütler. İspanyol generaller tarafından başlatılan çatışma, dünya için, otuzlu yıllarda böylesine keskin boyutlara ulaşan “faşizm güçleri” ile “demokrasi güçleri” arasında yürütülen klasik mücadelelerden bir diğeri gibi görünüyordu. İspanya’daki çatışmayı İtalya, Almanya ve Avusturya’daki benzer mücadelelerden ayıran şey, “demokrasi güçlerinin” İspanyol ordusuna karşı büyük bir direniş göstermesiydi. Franco ve askeri işbirlikçileri, ordudaki subay kadroları arasında geniş bir desteğe sahip olmalarına rağmen, karşılaşacakları halk muhalefetini büyük ölçüde yanlış hesaplamışlardı. “İspanya İç Savaşı” olarak adlandırılan savaş Temmuz 1936‘dan Mart 1939’a kadar yaklaşık üç yıl sürdü ve tahminen bir milyon kişinin hayatına mal oldu.
Otuzlu yıllarda çoğumuza öyle geliyordu ki, ilk kez bütün bir halk göz kamaştırıcı bir cesaretle Orta ve Güney Avrupa’daki faşist hareketlerin korkunç başarısını frenlemişti. Bundan üç yıl kadar önce Hitler, Marksistlerin egemen olduğu devasa Alman işçi hareketinden en ufak bir direniş görmeden Almanya’yı kontrolü altına almıştı. İki yıl önce Avusturya, Viyana’daki Sosyalist işçilerin bir hafta süren nafile sokak çatışmalarının ardından esasen otoriter bir devlete boyun eğmişti. Her yerde faşizm “ilerliyor” ve “demokrasi” geri çekiliyor gibi görünüyordu. Ancak İspanya ciddi bir direniş gösterdi – ve Franco’nun İtalya ve Almanya’dan aldığı silahlara, uçaklara ve birliklere rağmen yıllarca direnecekti. Radikaller ve liberaller için “İspanya İç Savaşı” sadece İber yarımadasında değil, “demokrasinin” yerel ve uluslararası faşist hareketlerin yükselen dalgası tarafından tehdit altında göründüğü her ülkede yürütülüyordu. “İspanya İç Savaşı ”nın, yiğit ve halk desteğine sahip liberal bir cumhuriyetin, otoriter generallere karşı demokratik bir parlamenter devleti savunmaya çalıştığı bir mücadele olduğuna inandırıldık – bu imaj, bugün bile konuyla ilgili çoğu kitapta ve To Die in Madrid adlı o pejmürde sinema belgeselinde yer almaktadır
Ancak İspanya dışında çok azımızın bildiği şey, “İspanya İç Savaşı ”nın aslında hain bir cumhuriyet rejimini kurtarmayı değil, İspanyol toplumunu devrimci çizgide yeniden inşa etmeyi amaçlayan milyonlarca işçi ve köylünün gerçekleştirdiği kapsamlı bir toplumsal devrim olduğuydu. Bu işçilerin ve köylülerin cumhuriyete en az Francistalar kadar düşmanca baktıklarını basından öğrenmemiz çok zordu. Gerçekten de, kendilerini generallere ihbar etmeye çalışan “cumhuriyetçi” bakanlara karşı büyük ölçüde kendi inisiyatifleriyle hareket ederek, silahlar için cephanelikleri ve spor malzemeleri mağazalarını basmışlar ve inanılmaz bir cesaretle İspanya’nın birçok kent ve kasabasındaki askeri komploları boşa çıkarmışlardı. Bu işçi ve köylülerin, cumhuriyetin elindeki bölgelerdeki fabrikaların ve toprakların çoğunu ele geçirip kolektivize ederek, ülkenin üretici kaynaklarının doğrudan işçi komiteleri ve köylü meclisleri tarafından kontrol edilmesine dayanan yeni bir toplumsal düzen kurdukları gerçeğinden neredeyse tamamen habersizdik. Cumhuriyetin kurumları enkaz halinde yatarken, askeri ve polis güçlerinin çoğu tarafından terk edilmişken, işçiler ve köylüler cumhuriyetçi İspanya’da şehirleri yönetmek için kendi kurumlarını yaratmış, sokaklarda devriye gezmek için kendi silahlı işçi birliklerini oluşturmuş ve Francista güçleriyle savaşmak için dikkate değer bir devrimci milis gücü kurmuşlardı – erkeklerin ve kadınların kendi komutanlarını seçtiği ve askeri rütbenin hiçbir sosyal, maddi ya da sembolik ayrım getirmediği gönüllü bir milis gücü. O dönemde bizim için büyük ölçüde bilinmez olan İspanyol işçi ve köylüleri kapsamlı bir toplumsal devrim gerçekleştirmişlerdi. Hem kendi devrimci toplumsal formlarını yaratarak ülkeyi yönetmişler hem de iyi eğitilmiş ve iyi donatılmış bir orduya karşı savaşmışlardı. “İspanya İç Savaşı” liberal bir demokrasi ile faşizan bir askeri birlik arasındaki siyasi bir çatışma değil, İspanya’nın işçi ve köylüleri ile tarihsel sınıf düşmanları arasındaki derin bir sosyo-ekonomik çatışmaydı; geçmişten miras kalan toprak sahibi büyük toprak sahipleri ve ruhban derebeylerinden, yakın zamanların yükselen sanayi burjuvazisi ve bankerlerine kadar uzanıyordu.
Bu çatışmanın devrimci kapsamı bizden gizlendi – “biz” derken, İspanya’daki mücadeleye, altmışlı yılların gençlerinin Çinhindi’ndeki mücadeleye verdiği aynı şevk ve ıstırapla karşılık veren, büyük ölçüde Komünizmden etkilenmiş otuzlu yılların binlerce “kızıl” radikalini kastediyorum. Açıklama için Orwell ya da Borkenau’ya, açıkça güçlü anti-Stalinist inançlara sahip radikallere başvurmamıza gerek yok. O dönemde Madrid’de görev yapan ve siyasi açıdan oldukça masum bir United Press muhabiri olan Burnett Bolloten, mükemmel bir şekilde belgelenmiş olan The Grand Camouflage adlı çalışmasının ilk satırlarında İspanya’daki çatışmanın yanlış yansıtılmasına karşı duyduğu ahlaki öfkeyi dile getirmiştir:
Temmuz 1936’da İspanya İç Savaşı’nın patlak vermesinin ardından Franco karşıtı kampta geniş kapsamlı bir toplumsal devrim -bazı açılardan Bolşevik Devrimi’nin ilk aşamalarından bile daha derin- gerçekleşmiş olsa da, İspanya dışındaki milyonlarca sağduyulu insan, tarihte benzeri olmayan bir örtpas etme ve aldatma politikası sayesinde, bu devrimin yalnızca derinliği ve kapsamı konusunda değil, varlığı konusunda bile bilgisiz bırakıldı.
Dünya üzerinde bu aldatmacanın uygulanmasında ve İspanya’da devrimin karakterinin yanlış tanıtılmasında en önde gelenler, İç Savaş başladığında çok küçük bir azınlık olmalarına rağmen, bu ayaklanmanın sunduğu çok çeşitli fırsatları o kadar etkili bir şekilde kullanan Komünistlerdi ki, 1939’da çatışmanın sona ermesinden önce, demokratik bir paravanın arkasında, sol kamptaki egemen güç haline geldiler.
Bu aldatmacanın ayrıntıları birkaç büyük cildi doldurabilir. İspanya’yı bir vicdan azabı gibi saran sessizlik, olayların hâlâ canlı olduğunun ve çarpıtılmaya çalışıldığının kanıtıdır. Neredeyse kırk yıl geçmesine rağmen yaralar sarılmış değil. Aslında, Stalinizmin son zamanlarda yeniden canlanmasının da gösterdiği gibi, İspanya’da karşı devrimin iltihabını üreten hastalık Amerikan solunda hala varlığını sürdürüyor. Ancak İspanya’daki Stalinist karşı-devrimle ilgilenmek bu giriş konuşmasının kapsamını aşmaktadır. Neyse ki Sam Dolgoff tarafından hazırlanan bibliyografya, İngilizce konuşan okuyucuya bu konudaki en önemli eserlerin bir kısmını sunmaktadır. Bununla birlikte, Temmuz 1936’dan önce ortaya çıkan devrimci eğilimleri incelemek ve bunların İspanyol işçi sınıfı ve köylülüğü üzerindeki etkisini araştırmak yararlı olabilir. Bu kitapta anlatılan kolektifler, her ne kadar popüler kendiliğindenlik önemli olsa da, tamamen popüler kendiliğindenliğin sonuçları değildi ve yalnızca geleneksel İspanyol köy toplumunun kolektivist mirasından beslenmiyorlardı. Devrimci fikirler ve hareketler kendi başlarına çok önemli bir rol oynamışlardır ve etkileri en yakından incelenmeyi hak etmektedir.
İspanyol generaller Temmuz 1936’da askeri bir isyan başlattılar; İspanyol işçi ve köylüleri onlara toplumsal bir devrimle cevap verdiler – ve bu devrim büyük ölçüde anarşist karakterdeydi. Sosyalist UGT sayısal olarak anarko-sendikalist CNT kadar büyük olmasına rağmen bunu kışkırtıcı bir şekilde söylüyorum.[1] Askeri isyanın ilk birkaç ayı boyunca Madrid’deki Sosyalist işçiler genellikle Barselona’daki anarko-sendikalist işçiler kadar radikal davrandılar. Kendi milislerini kurdular, sokak devriyeleri oluşturdular ve bir dizi stratejik fabrikayı kamulaştırarak işçi komitelerinin kontrolüne verdiler. Benzer şekilde Kastilya ve Estramadura’daki sosyalist köylüler, birçoğu Aragon ve Levant’taki anarşist köylüler tarafından yaratılanlar kadar liberter olan kolektifler kurdular. Daha önceki devrimlerin açılış aşamalarına çok benzeyen devrimin açılış “anarşik” aşamasında, “kitleler” toplum üzerinde doğrudan kontrol sağlamaya çalıştılar ve kendi liberter toplumsal yönetim biçimlerini doğaçlama olarak geliştirmede dikkate değer bir maharet sergilediler.
Ancak bu açılış aşamasının ötesine baktığımızda, İspanya’daki kolektiflerin dayanıklılığının, toplumsal kapsamlarının ve Stalinist karşı-devrime sundukları direncin büyük ölçüde anarşist etki altında olmalarına bağlı olduğunu söyleyebiliriz. İspanyol Devrimi’ni kendisinden öncekilerden ayıran şey, yalnızca İspanya ekonomisinin büyük bölümünü işçi komitelerinin ve köylü meclislerinin eline vermesi ya da demokratik olarak seçilmiş bir milis sistemi kurması değildir. Bu toplumsal biçimler, değişen derecelerde, Paris Komünü sırasında ve Rus Devrimi’nin erken döneminde ortaya çıkmıştı. İspanyol Devrimi’ni benzersiz kılan şey, işçi kontrolü ve kolektiflerin neredeyse üç kuşaktır büyük bir liberter hareket tarafından savunulması ve “cumhuriyetçi” kampı bölen en ciddi meseleler haline gelmesiydi (milis sisteminin kaderiyle birlikte). liberter toplumsal biçimlerinin kapsamı nedeniyle, İspanyol Devrimi sadece Bolşevik Devrimi’nden “daha derin” (Bolloten’in ifadesini ödünç alırsak) olmakla kalmadı, aynı zamanda köklü bir anarşist ideolojinin etkisi ve anarşist militanların gözü pekliği neredeyse iç savaş içinde bir iç savaş yarattı.
Gerçekten de 1936 devrimi pek çok açıdan İspanya’da altmış yılı aşkın süredir devam eden anarşist ajitasyon ve faaliyetlerin doruk noktası olmuştur. Bunun ne ölçüde böyle olduğunu anlamak için, İtalyan anarşist Giuseppi Fanelli’nin Bakunin’in fikirlerini Madrid ve Barselona’daki işçi ve entelektüel gruplarına tanıttığı 1870’lerin başına gitmeliyiz. Fanelli’nin Madrid’deki işçi eğitim merkezi Fomento de las Artes’de genç işçileriyle karşılaşması, Brenan’ın büyük bir zevkle anlattığı bir hikayedir, efsanevi bir hikayedir: tek kelime İspanyolca bilmeyen uzun sakallı İtalyan anarşistin, Fransızca ve İtalyanca’nın serbest karışımını neredeyse hiç anlamayan küçük ama coşkulu bir dinleyici kitlesine yaptığı ateşleyici konuşma. Fanelli, mimikleri, tonlamaları ve cömertçe kullandığı eş anlamlı sözcüklerle Bakunin’in ideallerini grubun benimsemesini sağlayacak kadar aktarmayı ve Uluslararası Emekçiler Birliği’nin ya da “Birinci Enternasyonal ”in İspanya şubesini kurmayı başardı. Bundan sonra, ilk İspanyol anarşistleri olarak bilinen “Enternasyonalistler”, Madrid ve Barselona’daki çevrelerinden hızla İspanya geneline yayıldılar ve özellikle Katalonya ve Endülüs’te güçlü bir kök saldılar. Eylül 1872’de IWMA’nın Lahey Kongresi’nde Marksistler ve Bakuninciler arasındaki kesin bölünmenin ardından, İspanya seksiyonu genel görünümünde ağırlıklı olarak Bakuninci kaldı. Marksizm İspanya’da yüzyılın başına kadar önemli bir hareket haline gelmedi ve işçi hareketinde kayda değer bir güç haline geldikten sonra bile otuzlu yıllara kadar büyük ölçüde reformist kaldı. Erken tarihinin büyük bölümünde, İspanyol Sosyalist Partisi ve UGT’nin gücü Barselona gibi ağırlıklı olarak işçi sınıfı şehirlerinden ziyade Madrid gibi idari bölgelerdeydi.[2] Marksizm yüksek vasıflı, pragmatik ve oldukça otoriter Kastilyalılara; anarşizm ise vasıfsız, idealist Katalanlara ve Endülüs ve Levant’ın bağımsız, özgürlüğü seven dağ köylülerine hitap etme eğilimindeydi. Bugün bile Avrupa toplumunun en ezilen ve en yoksul kesimleri arasında yer alan Endülüslü gündelikçi işçilerin ya da bracerosların büyük kırsal kitleleri anarşistleri takip etme eğilimindeydi. Ancak bağlılıkları günün talihine göre değişiyordu. Çalkantı dönemlerinde Bakuninci IWMA’nın ve İspanya’daki ardıl örgütlerinin saflarını doldurdular, ancak gericilik dönemlerinde aynı sayıda örgütten ayrıldılar.
Yine de, İspanyol anarşizminin kaderi bölgeden bölgeye ve dönemden döneme ne kadar değişirse değişsin, bu altmış yıllık dönemde İspanya’da var olan her devrimci hareket esasen anarşistti. Birinci Dünya Savaşı sonrasında anarşizm Marksist sosyal-demokrat ve daha sonra Bolşevik örgütler karşısında gerilemeye başladığında bile, İspanyol anarşizmi muazzam etkisini ve devrimci canlılığını korudu. Radikal bir perspektiften bakıldığında, İspanyol işçi hareketinin tarihi liberter kaldı ve çoğu zaman İspanya’daki Marksist hareketlerin hatlarını belirlemeye hizmet etti. Brenan, “Genel olarak konuşmak gerekirse, Sosyalist bir bölgede küçük ama iyi örgütlenmiş bir grup Anarşist, Sosyalistleri Sol’a sürüklerken, ağırlıklı olarak Anarşist olan bölgelerde Sosyalistler olağanüstü reformistti” gözleminde bulunuyor. İspanyol işçi hareketinin metabolizmasını belirleyen şey sosyalizm değil, anarşizmdi – İspanya’yı defalarca kasıp kavuran büyük genel grevler, Barselona’da ve Endülüs’ün kasaba ve köylerinde tekrarlanan ayaklanmalar ve Akdeniz kıyı kentlerinde işçi militanları ile işverenlerin tuttuğu haydutlar arasındaki silahlı çatışmalar.
İspanyol anarşizminin yalnızca yoğun bir teorik matris içine yerleştirilmiş bir program olmadığını vurgulamak önemlidir. Bu bir yaşam biçimiydi: kısmen İspanyol halkının kırsal kesimin birbirine sıkı sıkıya bağlı köylerinde ve işçi sınıfı mahallerindeki yoğun mahalle hayatında yaşadıkları yaşam; kısmen de Bakunin’in adem-i merkeziyetçilik, karşılıklı yardımlaşma ve özyönetimin popüler organları kavramları tarafından yansıtıldığı şekliyle bu yaşamın kuramsal ifadesiydi. İspanya’nın uzun bir tarımsal kolektivizm geleneğine sahip olduğu bu kitapta tartışılmış ve Joaquin Costa’nın Colectivismo Agrario en Espagna adlı kitabında ayrıntılı olarak incelenmiştir. Bu gelenek belirgin bir şekilde kapitalizm öncesi olduğu için, İspanyol Marksizmi onu anakronik, hatta “tarihsel olarak gerici” kabul etti. İspanyol sosyalizmi tarım programını, köylülüğün ve onun toplumsal biçimlerinin “proleterleşmeden” ve “sanayileşmeden” kalıcı bir devrimci değere sahip olamayacağı şeklindeki Marksist ilke etrafında inşa etti. Gerçekten de köy ne kadar çabuk çürürse o kadar iyi olacak ve köylülük “disiplinli, birleşmiş, kapitalist üretim sürecinin kendi mekanizması tarafından örgütlenmiş” (Marx) kalıtsal bir proletarya haline gelirse -ki bu mekanizma belirgin bir şekilde hiyerarşik ve otoriterdi- İspanya sosyalizmin görevlerine o kadar hızlı ilerleyecekti.
Buna karşın İspanyol anarşizmi kesin olarak farklı bir yaklaşım izledi. Köyün prekapitalist kolektivist geleneklerini araştırdı, içlerindeki canlı ve hayati olanı besledi, karşılıklı yardımlaşma ve özyönetimin özgürleştirici biçimleri olarak devrimci potansiyellerini ortaya çıkardı ve bunları fabrika sisteminin beslediği itaati, hiyerarşik zihniyeti ve otoriter bakış açısını etkisiz hale getirmek için kullandı. Proletaryanın “burjuvalaşması” (Bakunin’in hayatının son yıllarında sürekli dilinde olan bir terim) konusunda her zaman dikkatli olan İspanyol anarşistler, işçilerin bakış açısının otoriter bir endüstriyel rasyonaliteye asimile edilmesine karşı köylülüğün ve işçi sınıfının kapitalizm öncesi geleneklerini kullanmaya çalıştılar. Bu açıdan, İspanyol proletaryasının, kentlere göç ettikçe bu gelenekleri her gün yenileyen kırsal işçiler tarafından sürekli olarak beslenmesi onların çabalarını destekledi. Barselona proletaryasının devrimci coşkusu -Petrograd ve Paris proletaryasınınki gibi- bu işçilerin, ister köylü ister zanaatkâr olsun, kapitalizm öncesi geleneklerden tamamen kopmuş, sürüleşmiş bir işçi sınıfına hiçbir zaman katı bir şekilde dönüşmemiş olmalarından kaynaklanıyordu. İspanya’nın Akdeniz kıyı şehirleri boyunca birçok işçi kapitalist olmayan bir kültürün canlı hafızasını korudu – yaşamın her anının delikli saat, fabrika düdüğü, ustabaşı, makine, yüksek düzeyde düzenlenmiş iş günü ve büyük şehrin atomize edici dünyası tarafından katı bir şekilde düzenlenmediği bir kültür. İspanyol anarşizmi bu karşıt geleneklerin ve duyarlılıkların yarattığı gerilim içinde gelişti. Gerçekten de İspanya’da bir “Germen proletaryası” (Bakunin’in bir başka keskin ifadesini kullanırsak) ortaya çıktığında, ya UGT’ye ya da Katolik sendikalara doğru sürüklendi. Açıkça muhafazakar olmasa da reformist olan siyasi bakış açısı, Katalonya ve Akdeniz kıyılarının daha sınıfsız işçi sınıfıyla sık sık çatıştı ve bir bütün olarak İspanyol proletaryası içinde çelişkili eğilimlere yol açtı.
Nihayetinde, benim görüşüme göre, İspanyol anarşizminin kaderi, köyün prekapitalist kolektivist geleneklerini endüstriyel bir ekonomi ve son derece kentleşmiş bir toplumla sentezleyebilecek liberter örgütsel formlar yaratma becerisine bağlıydı. Burada İspanyol köylülüğü ve proletaryası arasında salt programatik bir “ittifaktan” değil, daha organik olarak, çatışan kültürlerde yaşayan iki toplumsal sınıfa devrimci liberter bir karakter kazandıran yeni örgütsel biçimlerden ve duyarlılıklardan söz ediyorum. İspanya’nın iyi örgütlenmiş bir liberter harekete ihtiyacı olduğu, İspanyol anarşistlerin çoğunluğu arasında şüphe götürmez bir konuydu. Ancak bu hareket bir köy toplumunu mu yoksa bir fabrika toplumunu mu yansıtacaktı? Çatışmanın olduğu yerde, ademi merkeziyetçilik, karşılıklı yardımlaşma ve özyönetim gibi liberter ilkeleri ihlal etmeden ikisi aynı hareket içinde birleştirilebilir miydi? 1848-1939 yılları arasındaki klasik “proleter sosyalizmi” döneminde, tüm toplumsal mücadelelerde sanayi proletaryasının “hegemonyasını” vurgulayan bir dönemde, İspanyol anarşizmi hem dönemin kendi sınırlılıklarını hem de anarşik örgütlenme biçimlerinin yaratıcı olanaklarını ortaya koyan tarihi bir yörünge izledi.
Şehirlerle kıyaslandığında, anarşizme kendini adamış İspanyol köyleri çok az örgütsel sorun çıkarıyordu. Brenan’ın braceros (köylüler) vurgusuna rağmen, güneyde ve Levant’ta tarımsal anarşizmin gücü Endülüs’ün büyük plantasyonlarında çalışan kırsal proletarya arasında değil, dağ köylerinde yatıyordu. Bu nispeten yalıtılmış köylerde, şiddetli bir bağımsızlık ve kişisel haysiyet duygusu, yoksulluğun yol açtığı acı toplumsal nefretleri körükleyerek, tüm aileleri neredeyse havarice “ İdeale” adanmış olan anarşizmin kırsal ”aile reislerini ” yarattı. Bu keskin hatlı ve çilekeş bireyler için devlete, kiliseye ve genel olarak geleneksel otoriteye karşı çıkmak neredeyse bir yaşam biçimiydi. Yerel basın tarafından bir araya getirilen – ki İspanya’da çeşitli zamanlarda yüzlerce anarşist süreli yayın vardı – 1870’lerden itibaren tarım anarşizminin omurgasını ve büyük ölçüde İspanyol anarşizminin tarihi boyunca ahlaki vicdanını oluşturdular.
Dolgoff’un bu kitabın ikinci yarısında Peirats, Leval ve Souchy’den çevirdiği tarım kolektifleri anlatıları, anarşistlerin 1936 devriminden önce etkileri altındaki tüm köylerde geliştirdikleri örgütsel biçimleri dikkate değer ölçüde yansıtmaktadır. Kırsal topluluklardaki devrim esasen eski IWMA ve daha sonra CNT çekirdeklerini, üyelik gruplarını ya da basitçe birbirine sıkı sıkıya bağlı anarşist ailelerden oluşan klanları halk meclislerine dönüştürdü. Bunlar genellikle haftada bir toplanır ve topluluğun bir bütün olarak politika kararlarını formüle ederdi. Meclis formu, İspanyol köy yaşamının liberter geleneklerini vurgulayan İspanyol IWMA’nın 1872’de Cordova’daki ilk gerçek Bakuninist kongresi günlerinden itibaren köy anarşizminin örgütsel idealini oluşturdu.[3] Bu tür halk meclislerinin mümkün olduğu yerlerde, kararlar meclis içinden seçilen bir komite tarafından yürütülüyordu. Görünüşe göre, komite üyeleri geri çağırılabilirdi ve kesinlikle hiçbir ayrıcalık, ödenek ya da kurumsal güce sahip değillerdi. Etkileri, bariz adanmışlıklarının ve yeteneklerinin bir fonksiyonuydu. CNT’nin üye sayısı bir milyona ulaştığında bile İspanyol anarşistlerin delegelerine asla ödeme yapmamaları temel bir ilke olarak kaldı.[4] Normalde, seçilmiş delegelerin sorumluluklarının mesai saatlerinden sonra yerine getirilmesi gerekiyordu. Anarşist militanların neredeyse tüm akşamları şu ya da bu türden toplantılarla geçerdi. İster meclislerde ister komitelerde olsun, tartıştılar, münakaşa ettiler, oyladılar ve yönettiler ve zaman bulduklarında, sadece boş zamanlarını değil hayatlarını adadıkları “İdeali” okudular ve tutkuyla tartıştılar. Günün büyük bir bölümünde, sigara ve içkiden uzak duran, genelevlerden ve kanlı boğa güreşi ringlerinden kaçınan, konuşmalarını “küfürlü” dilden arındıran ve dürüstlükleri, haysiyetleri, bilgiye saygıları ve militanlıklarıyla tüm sınıfları için ahlaki bir örnek oluşturmaya çalışan, “bilinçli işçi” olan erkekler ve kadınlardı. Günlük konuşmalarında asla “tanrı” kelimesini kullanmazlar (adios yerine salud tercih edilirdi) ve ruhban sınıfı ile devlet yetkilileriyle her türlü resmi temastan kaçınırlardı, öyle ki ömür boyu süren “özgür birlikteliklerini” evlilik belgeleriyle yasal olarak doğrulamayı reddederler ve çocuklarını asla vaftiz etmezler ya da onaylamazlardı. Bu kendi kendine dayatılan adetlerin ne kadar geniş kapsamlı olduğunu ve bazılarının ülkenin püriten gelenekleriyle ne kadar tuhaf bir şekilde tutarlı olduğunu anlamak için Katolik İspanya’yı bilmek gerekir.[5]
Bu noktada, konuyla ilgili mevcut sosyolojik literatür tarafından yaygın bir şekilde yayılan, İspanya’daki tarımsal anarşizmin ruhen teknoloji karşıtı olduğu ve ilkelci bir “Altın Çağ ”ı geri getirmeye çalıştığı efsanesinin, anarşistlerin oynadığı eşsiz eğitim rolünün yakından incelenerek oldukça etkili bir şekilde çürütülebileceğini belirtmek yerinde olacaktır. Gerçekten de Fransız aydınlanmasını ve modern bilimsel teoriyi köylülüğe taşıyanlar, ucuz ve basitçe yazılmış broşürlerle, kibirli liberaller ya da küçümseyen Sosyalistler değil, anarşistler olmuştur. Anarşist basın, Bakunin ve Kropotkin üzerine broşürlerle birlikte, doğal ve toplumsal evrim teorilerinin basit açıklamalarını ve Avrupa’nın seküler kültürüne temel giriş eserlerini yayınladı. Köylüleri ileri toprak yönetimi teknikleri konusunda eğitmeye çalıştılar ve zahmetli işlerin yükünü hafifletmek ve kişisel gelişim için daha fazla boş zaman sağlamak için tarım makinelerinin kullanılmasını ciddiyetle desteklediler. Hobsbawm’ın (Primitive Rebels kitabında) ve hatta Brenan’ın bizi inandırmak istediği gibi İspanyol toplumunda ilkelci bir eğilim olmaktan çok uzak olan anarşizmin, radikal bir halk aydınlanmasına daha yakın olduğunu, konunun dikkatli bir incelemesinden yola çıkarak kesin bir şekilde söyleyebilirim.
Kendilerini kente adamış anarşistler, kişisel nitelikleri bakımından kırsaldaki yoldaşlarından çok da farklı değillerdi. Ancak İspanya’nın kasaba ve şehirlerinde, bu şehirli anarşistler daha zor örgütsel sorunlarla karşılaştılar. Liberter örgütlenme biçimleri yaratma çabaları, elbette, birçok İspanyol işçinin ya eski köylüler olması ya da kırsal kesimden sadece bir kuşak kadar uzaklaşmış olması gerçeğiyle desteklendi.[6] Yine de şehirlerde ve fabrikalarda liberter örgütlenme beklentisi, kırsal anarşist bölgelerde var olan uzun köy kolektivizmi geleneğine – güçlü topluluk duygusuna – dayanamazdı. Çünkü fabrika içinde -zahmetin, hiyerarşinin, endüstriyel disiplinin ve kaba maddi zorunlulukların alanı- “topluluk”, insancıl işbirliği, eğlenceli yaratıcı çalışma ve karşılıklı yardımlaşmadan ziyade sömürücü, hatta rekabetçi çağrışımlarıyla burjuva işbölümünün bir işleviydi. İşçi sınıfı dayanışması, kendini gerçekleştiren çalışmayla beslenen ortak anlamlı bir yaşamdan ziyade, kapitalizm altında işçinin endüstriyel bir kaynaktan, soğukkanlılıkla manipüle edilecek ve acımasızca sömürülecek bir nesneden daha fazlası olduğuna dair her türlü yanılsamayı patlatan ortak düşmana -patrona- bağlıydı. Eğer anarşizm kısmen bireyin endüstriyel sisteme karşı bir isyanı olarak görülebilirse, bu isyanın kalbinde yatan derin gerçek şudur: Fabrika rutini işçinin sadece hayatın zengin şölenine karşı duyarlılığını köreltmekle kalmaz; işçinin insani potansiyellerine, toplumsal hayatı yönetme araçlarının doğrudan kontrolünü ele geçirme kapasitelerine ilişkin imajını da alçaltır.
İspanyol anarşistlerini sosyalistlerden ayıran eşsiz erdemlerden biri, fabrika alanının kendisini dönüştürme girişimleriydi – bu dönüşüm uzun vadede işçilerin üretimde öz-yönetim taleplerinden, daha kısa vadede ise sendikalist CNT’nin oluşumuyla doruğa ulaşan liberter örgütler kurma girişimlerinden etkilenecekti. Bununla birlikte, işçilerin özyönetiminin yabancılaşmış emeği gerçekten ne ölçüde ortadan kaldırabileceği ve fabrika sisteminin işçilerin duyguları üzerindeki etkisini ne ölçüde değiştirebileceği, benim görüşüme göre, şimdiye kadar olduğundan daha derinlemesine bir analiz gerektirmektedir. Fabrika sisteminin işçiler üzerindeki etkisi sorunu, CNT içindeki proleter unsur büyüdükçe ve anarşistler fabrika sistemi tarafından dayatılmış özelliklere doğrudan karşıt olan inisiyatif ve özyönetim özelliklerini geliştirmeye çalıştıkça çok önemli hale geldi.
Modern zamanlarda hiçbir büyük radikal hareket, üyelerinin en temel davranış kalıplarında değişiklikleri teşvik eden örgütsel formların geliştirilmesi gerekip gerekmediğini kendisine ciddi bir şekilde sormamıştı. Liberter hareket, kapitalist endüstrinin aşıladığı itaat, hiyerarşik örgütlenme, lider ve liderlik ilişkileri, otorite ve komuta ruhunu nasıl bozabilirdi? Bu soruyu ortaya atmış olması İspanyol anarşizminin – ve genel olarak anarşizmin – ebedi başarısıdır[7] “Bütüncül kişilik” terimi İspanyol anarşist belgelerinde defalarca yer aldı ve liberter ilkeleri sadece beyinsel olarak kabul etmekle kalmayıp bunları uygulamaya çalışan bireyler yetiştirmek için yorulmak bilmeden çaba sarf edildi. Buna göre, hareketin örgütsel çerçevesinin (IWMA, CNT ve FAI’de ifade edildiği gibi) ademi merkeziyetçi olması, tabanda en yüksek düzeyde inisiyatif ve karar almaya izin vermesi ve bir bürokrasinin oluşumuna karşı yapısal garantiler sağlaması gerekiyordu. Öte yandan, bu gerekliliklerin koordinasyon, seferber edilmiş ortak eylem ve etkili planlama ihtiyacına karşı dengelenmesi gerekiyordu. İspanya’nın şehir ve kasabalarındaki anarşizmin örgütsel tarihi – anarşistlerin yarattığı ve bir kenara attığı biçimler – büyük ölçüde bu iki gereklilik arasındaki çekişmenin ve birinin diğerine ne ölçüde üstün geldiğinin bir açıklamasıdır. Bu gerilim sadece bir deneyim ve yapısal doğaçlama meselesi değildi. Uzun vadede, ademi merkeziyetçilik ve koordinasyon arasındaki çekişmenin sonucu, en adanmış anarşistlerin, anarşizmden etkilenen sendikalara – özellikle de amaçları yalnızca acil maddi kazanımlar için mücadele etmek değil, aynı zamanda liberter bir toplumun altyapısını sağlamak olan sendikalist karakterli sendikalara – giren işçilerin bilincini etkileme becerisine bağlıydı.
Sendikalizm 1890’ların sonlarında Fransız işçi hareketinde popüler bir terim haline gelmeden çok önce, erken dönem İspanyol işçi hareketinde zaten vardı. Eski IWMA’nın anarşist etkideki İspanya Federasyonu, bana göre, belirgin bir şekilde sendikalistti. İspanya Federasyonu’nun Haziran 1870’te Barselona’da yapılan kuruluş kongresinde, “işçilerin toplumsal örgütlenmesi konulu komisyon”, CNT de dahil olmak üzere İspanya’da daha sonra kurulan tüm anarko-sendikalist işçi sendikaları için bir model oluşturacak bir yapı önerdi. Komisyon tipik bir sendikalist ikili yapı önerdi: ticarete göre örgütlenme ve yerelliğe göre örgütlenme. Yerel ticaret örgütleri (Secciones de oficio) ortak bir işletme ve meslekten gelen tüm işçileri, temel işlevi ekonomik şikayetler ve çalışma koşulları etrafında mücadele etmek olan büyük mesleki federasyonlar (Uniones de oficio) halinde bir araya getirdi. Çeşitli zanaatların yerel örgütleri, sayıları mesleki çizgide etkili örgütler oluşturamayacak kadar az olan farklı mesleklerden işçileri bir araya getirdi. Bu mesleki örgütlenmelere paralel olarak, IWMA’nın temsil edildiği her topluluk ve bölgede, farklı yerel Secciones, meslekten bağımsız olarak, işlevi açıkça devrimci olan yerel coğrafi organlar (Federaciones locales) halinde bir araya getirildi – sosyal ve ekonomik yaşamın ademi merkeziyetçi liberter bir temelde yönetilmesi.
Bu ikili yapı tüm sendikalist örgütlenme biçimlerinin temelini oluşturur. Başka yerlerde olduğu gibi İspanya’da da bu yapı, tek tek dükkanlarda, fabrikalarda ve tarımsal topluluklarda ortaya çıkan işçi komiteleri tarafından örülmüştür. Meclislerde bir araya gelen işçiler kendi komiteleri arasından mesleki Secciones de oficio ve coğrafi Federaciones locales işlerine başkanlık edecek komiteleri seçtiler. Bu komiteler, İspanya’nın hemen hemen her büyük bölgesi için bölgesel komiteler halinde birleştirildi. Her yıl, mümkün olduğunda, işçiler IWMA’nın İspanya Federasyonu’nun yıllık kongrelerine delegeleri seçiyor, onlar da ulusal bir Federal Konsey seçiyordu.
IWMA’nın gerilemesiyle birlikte, başta Katalonya ve Endülüs olmak üzere İspanya’nın farklı bölgelerinde sendikalist sendikalarda ortaya çıktı ve kayboldu. Bunlardan ilki 1880’lerde oldukça önemli olan İşçi Federasyonu’ydu. Bu federasyonun bastırılmasının ardından, İspanyol anarşizmi ya İspanya Bölgesi Anarşist Örgütü gibi sendika dışı ideolojik gruplara ya da 1890’ların Katalan merkezli Birlik ve Dayanışma Paktı ve 1900’lerin başındaki İşçi Dayanışması gibi esasen bölgesel sendika federasyonlarına daraldı. Madrid’deki bir tuğlacı sendikasının girişimiyle 1900 yılında kurulan kısa ömürlü İspanyol Bölgesi İşçi Dernekleri Federasyonu dışında, 1911 yılında CNT’nin örgütlenmesine kadar İspanya’da büyük bir ulusal sendikalist federasyon ortaya çıkmadı. CNT’nin kurulmasıyla birlikte İspanyol sendikalizmi en olgun ve belirleyici dönemine girdi. Rakibi UGT’den çok daha büyük olan CNT, İspanya’daki anarşist ajitasyonun temel arenası haline geldi.
CNT öylece “kurulmadı”; Katalan İşçi Dayanışması ve onun en sağlam bölgesel federasyonu olan Katalan federasyonundan (Confederación Regional del Trabajo de Cataluña.) organik olarak gelişti. Daha sonra, her ildeki yerel sendikalardan başka bölgesel federasyonlar kuruldu – bunların çoğu İspanya Bölgesi İşçi Dernekleri Federasyonu’ndan kalmaydı – ta ki 1930’ların başında sekiz tane olana kadar. Ulusal örgüt, aslında, yerel ve bölgesel federasyonlara ve son olarak da sindicatos ya da bireysel sendikalara bölünen bölgesel federasyonların gevşek bir toplamıydı. Bu sindicatos (daha önce dramatik bir isimle sociedades de resistancia al capital – sermayeye karşı direniş cemiyetleri) mesleki temelde kurulmuş ve tipik sendikalist tarzda coğrafi ve ticari federasyonlar (federaciones locales ve sindicatos de oficio) olarak gruplandırılmıştı. Bu yapıyı koordine etmek için CNT’nin yıllık kongreleri, öncelikle yazışmalar, istatistiklerin toplanması ve mahkumlara yardımla meşgul olması beklenen bir Ulusal Komite seçti.
Katalan bölgesel federasyonunun tüzüğü bize bir bütün olarak ulusal hareket için kullanılan ilkeleri sunmaktadır. Bu tüzüklere göre örgüt “doğrudan eylem ‘e bağlıydı ve her türlü ’siyasi ve dini müdahaleyi” reddediyordu. Bağlı bölge ve yerel federasyonlar “mümkün olan en geniş özerklikle yönetilecek, bununla kendilerini ilgilendiren bireysel mesleklerle ilgili tüm mesleki konularda tam bir özgürlüğe sahip oldukları anlaşılıyordu.” Her üyenin, yerel örgüt, Bölgesel Konfederasyon, Ulusal Konfederasyon, sendika gazetesi (Solidaridad Obrera – “İşçi Dayanışması”) ve “sosyal mahkumlar” için çok önemli olan özel fon arasında eşit olarak paylaştırılacak aylık on centim (önemsiz bir miktar) aidat ödemesi bekleniyordu.
Tüzük gereği CNT’nin Ulusal Komitesi’nin bölgesel eşdeğeri olan Bölge Komitesi’nin sadece idari bir organ olması bekleniyordu. Eylemlerin koordinasyonunda açıkça yönlendirici bir rol oynamasına rağmen, faaliyetleri yıllık bölgesel kongre tarafından belirlenen politikalara bağlıydı. Olağandışı durumlarda Komite, referandumlar ya da yazılı sorular yoluyla yerel organlara danışabilirdi. Bölgesel Komitenin seçildiği yıllık bölgesel kongrelere ek olarak Komite, yerel federasyonların çoğunluğunun talebi üzerine olağanüstü kongreler düzenlemekle yükümlüydü. Yerel federasyonlara da, “tartışma konularını hazırlayabilmeleri” için, olağan kongreden üç ay önce haber veriliyordu. Kongreden önceki bir ay içinde, Bölge Komitesi’nin sunulan “temaları” sendika gazetesinde yayınlaması, böylece işçilerin tartışılacak konulara ilişkin tutumlarını belirlemeleri ve delegelerini buna göre yönlendirmeleri için yeterli zaman bırakması gerekiyordu. Temsil ettikleri üye sayısına göre oy gücü belirlenen kongre delegeleri, yerel ve ilçe federasyonları tarafından toplanan işçi genel kurulları tarafından seçiliyordu.
Bu tüzükler CNT’nin 1936 devrimine kadar olan pratiğinin temelini oluşturdu. Komite üyelerinin geri çağrılmasına ilişkin herhangi bir hüküm içermemelerine rağmen, örgüt kahramanlık döneminde tüzüğün gösterdiğinden daha demokratikti. Bu muazzam örgütün tabanında, CNT’nin sorunlarına aktif ilgi ve kayda değer bireysel inisiyatifin damgasını vurduğu, zonklayan bir canlılık mevcuttu. Anarşistlerin IWMA günlerinde kurdukları işçi merkezleri (centros obreros) sadece sendikanın yerel ofisleri değildi; aynı zamanda üyelerin fikir alışverişinde bulunmak ve konferanslara katılmak için gittikleri buluşma yerleri ve kültür merkezleriydi. Yerel CNT’nin tüm işleri, sıradan ücretsiz işçilerden oluşan komiteler tarafından yönetiliyordu. Resmi sendika toplantıları sadece üç ayda bir yapılmasına rağmen, her Cumartesi gecesi ve Pazar öğleden sonra “öğretici nitelikte konferanslar” düzenleniyordu. Sendikaların dayanışması o kadar yoğundu ki, tek başına bir grevi sürdürmek her zaman mümkün olmuyordu. Her zaman bir grevin diğer grevleri tetikleme ve diğer sindicatos tarafından aktif yardım sağlama eğilimi vardı.
Her halükarda, CNT işlerini bu şekilde yürütmeye çalıştı ve elverişli dönemlerde gerçekten de böyle çalıştı. Ancak baskının ve olaylardaki ani, çoğu zaman kritik dönüşlerin yıllık ya da bölgesel kongreleri askıya almayı ve önemli politika belirleme kararlarını önde gelen komitelerin genel kurullarına ya da yamalı bohça konferanslardan biraz daha fazlası olan “kongrelere” hapsetmeyi gerekli kıldığı dönemler oldu. Örgütün her kademesindeki karizmatik liderler bürokratik bir şekilde hareket etmeye çok yaklaştılar. Sendikalist yapının kendisi de bürokratik deformasyonlardan muaf değildir. Bölgesel ve ulusal organlara kadar uzanan ayrıntılı bir komiteler ağının, merkezi bir örgütün tüm özelliklerini üstlenmesi ve tabandaki işçi meclislerinin isteklerini atlatması çok zor değildi.
Son olarak CNT, liberter komünizme olan programatik bağlılığına ve liberter bir şekilde faaliyet göstermeye çalışmasına rağmen, tamamen anarşist bir örgüt olmaktan ziyade büyük bir sendika federasyonuydu.Örgütün en pragmatik liderlerinden biri olan Angel Pestaña, CNT üyelerinin yaklaşık üçte birinin anarşist olarak kabul edilebileceğini düşünüyordu. Birçoğu devrimci olmaktan ziyade militandı; diğerleri ise CNT’ye sadece bölgelerindeki ya da işyerlerindeki baskın sendika olduğu için katılmıştı. Ve 1930’lara gelindiğinde CNT üyelerinin büyük çoğunluğu köylülerden ziyade işçilerden oluşuyordu. Bir zamanlar, bir önceki yüzyılın anarşist etkideki sendikalarında en büyük üye yüzdesine sahip olan Endülüslüler, anarko-sendikalist sendikalarda kırsal unsurun önemine aşırı vurgu yapan Brenan ve Hobsbawm gibi yazarlar tarafından fark edilmeyen bir gerçek olarak, azınlığa düşmüşlerdi.
CNT’nin sosyal bileşimindeki yavaş değişim ve liderliğinde ve üyeliğinde endüstriyel değerlerin köy değerlerine göre artan üstünlüğü ile birlikte, konfederasyonun sonunda oldukça geleneksel bir Latin tipi sendikaya dönüşeceği görüşündeyim. İspanyol anarşistler bu gelişmelere kayıtsız kalmadılar. Sendikalist sendikalar Avrupa’daki anarşist faaliyetlerin başlıca alanını oluştursa da, anarşist teorisyenler sendikalist sendikalardaki reformist liderlerin örgütsel kontrolü tabandan yukarıya doğru kaydırmasının çok zor olmayacağının farkındaydılar. Sendikalizmi komünden işçi birliklerine, tüm ezilenlerden sanayi proletaryasına, sokaklardan fabrikalara ve en azından vurgu olarak ayaklanmadan genel greve doğru bir odak değişikliği olarak görüyorlardı.
Sendikalist sendikalarda bir bürokrasinin ortaya çıkmasından korkan Malatesta, “memur, işçi sınıfı için ancak parlamenterin sağladığı tehlikeyle karşılaştırılabilir bir tehlikedir; her ikisi de yozlaşmaya yol açar ve yozlaşmadan ölüme sadece kısa bir adım vardır” uyarısında bulundu. Sendikalizme karşı tutumunu değiştirecek olsa da, hareketi birçok çekinceyle kabul etti ve “sendikaların doğaları gereği reformist olduklarını ve asla devrimci olmadıklarını” vurgulamaktan asla vazgeçmedi. Bu uyarıya, “devrimci ruhun, dışarıdan olduğu kadar kendi saflarından da çalışan devrimcilerin sürekli eylemleriyle tanıtılması, geliştirilmesi ve sürdürülmesi gerektiğini, ancak bunun Sendikanın işlevinin normal, doğal tanımı olamayacağını” ekledi.
Sendikalizm, İspanyol anarşist hareketini gerçekten tamamen bölmese de, ayırmıştı. Gerçekten de, FAI’nin kuruluşuna kadar, bölünecek ulusal bir anarşist örgüt nadiren vardı.[8] Yine de İspanyol anarşist hareketi iki düzeyde bir arada kaldı: La Revista Blanca ve Tierra y Libertad gibi tanınmış süreli yayınlar aracılığıyla ve hem sendikalist sendikaların içinde hem de dışında adanmış anarşistlerden oluşan küçük çevreler şeklinde. Geçmişi 1880’lere kadar uzanan ve geleneksel olarak tertulias olarak bilinen bu tipik Hispanik samimi gruplar, fikirleri tartışmak ve eylemleri planlamak için en sevdikleri kafelerde bir araya geliyorlardı. Kendilerine yüksek fikirli ideallerini (Ni Rey ni patria) ya da devrimci ruhlarını (Los Rebeldes) veya basitçe kardeşlik duygularını (Los Afines) ifade eden renkli isimler verdiler. Daha önce sözünü ettiğim, 1888’de Valencia’da kurulan İspanya Bölgesi Anarşist Örgütü, bilinçli olarak bu tertilyaları tutarlı bir hareket örmeye çalıştığı iplikler haline getirdi. On yıllar sonra, FAI içinde daha resmi bir yerel ve ulusal yapıya sahip grupos de afinidad (yakınlık grupları) olarak yeniden ortaya çıkacaklardı.
İspanyol anarşizmi FAI’nin kuruluşuna kadar etkili bir ulusal hareket üretmemiş olsa da, anarko-sendikalistler ve anarko-komünistler arasındaki bölünmeler oldukça önemliydi .[9] İspanyol anarşizminin iki eğilimi çok farklı şekillerde çalıştı ve birbirlerini karşılıklı olarak küçümsediler. Anarko-sendikalistler doğrudan sendikalarda faaliyet gösterdiler. Sendikaların kilit pozisyonlarını kabul ettiler ve genellikle propaganda ve ideolojik bağlılık pahasına örgütlenmeye ağırlık verdiler. José Rodriguez Romero ve Tomás Herreros gibi Katalan anarko-sendikalistler “pratik adamlar” olarak “saf ve basit” sendikacılarla ittifaklar kurmaya, daha doğrusu uzlaşmaya hazırdılar.
Anarko-komünistler “şuradaki fanatikler ‘di – Tierra y Libertad’ın yazı işlerinde – Juan Barón ve Francisco Cardinal gibi anarko-sendikalistleri reformizmin firarileri olarak gören ve İspanya Bölgesi’nin eski Anarşist Örgütü’nün temelini oluşturan komünist doktrinlere sadık kalan ‘püristler’di. Sendikal aktivizme sıcak bakmıyor ve liberter komünist ilkelere bağlılıklarını vurguluyorlardı. Amaçları liberter ideallerin zırhını hafifçe giyen işçilerden oluşan büyük bir “kitle hareketi” yaratmak değil, boyutu ya da etkisi ne kadar küçük olursa olsun gerçek anlamda devrimci bir hareket içinde adanmış anarşistler yaratmaya yardımcı olmaktı. Bir zamanlar oldukça etkili olan anarşistlerin yüzyılın başındaki terörist taktikleri ve ardından gelen baskılar sayılarını büyük ölçüde azaltmıştı.
FAI’nin 1927 yazında kurulmasının bu iki eğilimi birleştirmesi bekleniyordu. Anarko-sendikalistlerin ihtiyaçları, her FAI militanının CNT’ye üye olması zorunluğu getirilerek ve CNT’yi İspanya’daki anarşist faaliyetin temel alanı haline getirerek karşılandı. Anarko-komünistlerin ihtiyaçları ise CNT’den ayrı olarak ulusal çapta anarşist bir örgütün kurulması ve bu yakınlık grubunun özgürlükçü komünizmin başarılmasına adanmış öncü bir hareketin temeli haline getirilmesiyle karşılandı.[10] Tierra y Libertad FAl’in yayın organı olarak kabul edildi. Ancak anarko-sendikalistler, CNT’yi kontrol etmek ya da en azından yeni kurulan İspanyol Komünist Partisi’nden sızan reformistlerin eline geçmesini önlemek amacıyla anarşist bir örgüt kurarak, esasen anarko-komünistleri sendikalist faaliyetin içine çekmiş oldular. 1933 yılına gelindiğinde FAI’nin CNT üzerindeki kontrolü oldukça tamamlanmıştı. Sistematik örgütsel çalışma sendikayı komünistlerden arındırırken, reformist liderler ya kendi istekleriyle ayrılmış ya da kendilerini devrimci söylemlerle savunmacı bir şekilde kamufle etmişlerdi. Bu başarının demokratik incelikler konusunda aşırı hassas davranılarak elde edildiği yanılsamasına kapılmamak gerekir; her ne kadar FAI militanları, CNT işçilerinin büyük çoğunluğunu kuşkusuz cezbetmiş olsa da. Ancak FAI’nin en tanınmış militanları – Durruti, Ascaso kardeşler, Garcia Oliver – teröristleri de içeriyordu. Özellikle “kamulaştırmalarda” ve inatçı işverenlerle, polis ajanlarıyla ve karabaşlarla uğraşırken silah kullanmak hoş karşılanmıyordu. Pestana ve Peiró gibi “reformistler” FAI’yi kamuoyu önünde en sert ifadelerle eleştirmekten çekinmeseler de, bu savaşçılar neredeyse hiç kuşku yok ki FAI’nin CNT içindeki daha az öne çıkan muhaliflerinin gözünü korkutuyordu.
CNT’deki etkisine rağmen, bu dikkate değer anarşist örgüt 1936’ya kadar yarı gizli kaldı ve üye sayısı muhtemelen 30.000’i geçmedi. Yapısal olarak, liberter örgütlenmenin modeline benzer bir model oluşturuyordu. Yakınlık grupları, genellikle bir düzine kadar erkek ve kadından oluşan küçük samimi arkadaş çekirdekleriydi. Bu yakınlık gruplarından birkaçının bulunduğu her yerde, bunlar yerel bir federasyon tarafından koordine ediliyor ve mümkün olduğunda aylık toplantılarda bir araya geliyorlardı. Ulusal hareket ise, görünüşte çok az yönlendirici güce sahip olan bir Yarımada Komitesi tarafından koordine ediliyordu. Komitenin rolü, tipik Bakuninist tarzda, tamamen idari nitelikteydi.
Yakınlık grupları aslında otuzlu yılların başında oldukça özerkti ve genellikle istisnai bir inisiyatif sergiliyorlardı. Her gruptaki FAI militanlarının paylaştığı samimiyet, polis ajanlarının harekete sızmasını çok zorlaştırdı ve FAI bir bütün olarak en şiddetli baskılardan şaşırtıcı derecede az zararla kurtulmayı başardı. Ancak zaman geçtikçe Yarımada Komitesi’nin prestiji artmaya başladı. Olaylar ve sorunlarla ilgili periyodik açıklamaları çoğu zaman tüm hareket için direktif niteliği taşıyordu. Hiçbir şekilde otoriter bir organ olmasa da, sonunda, politika kararları örgüt içinde bağlayıcı olmasa da, sadece öneri olmaktan öteye geçen bir merkezi komite olarak işlev görmeye başladı. Gerçekten de, Yarımada Komitesi’nin fiili olarak faaliyet göstermesi çok zor olurdu; ortalama bir FAI militanı, güçlü bir kişiliğe sahipti ve özellikle tatsız bulduğu herhangi bir karara kolayca karşı çıkabilirdi. Ancak FAI giderek kendi içinde bir amaç haline geldi ve özellikle saldırı altında olduğunda ya da ciddi zorluklarla karşılaştığında örgüte duyulan sadakat eleştirileri susturma eğilimine girdi.
FAI’nin ortalama bir işçinın toplumsal bilincini muazzam ölçüde yükselttiğine hiç şüphe yok. İşverenlerin uzlaşmazlığı dışında herhangi bir güçten daha fazla, CNT’yi gerçek bir anarko-sendikalist olmasa da devrimci bir sendikalist örgüt haline getirdi. FAI devrime ve özgürlükçü komünizme bağlılığı vurguladı ve CNT içinde hatırı sayılır bir taraftar kitlesi kazandı (Anarşist Zaragoza’da sendikalist Barselona’dan daha sadık bir taraftar kitlesi). Ancak FAI, CNT’yi reformist unsurlardan tamamen temizleyemedi (sendika ekonomik koşulların iyileştirilmesi için verdiği militan mücadeleyle pek çok işçinin ilgisini çekti) ve CNT’nin hiyerarşik çizgiler olarak tortulaşması devam etti.
FAI, CNT’yi kontrol etme çabasında aslında sendika içindeki daha az gelişmiş unsurların kurbanı oldu. Peirats haklı olarak CNT’nin FAI’ye kendi zararını verdiğini vurgulamaktadır. Sendika içindeki reformistlerin burjuvazi ve devletle uzlaşmaya yatkın olması gibi, FAI de CNT üzerindeki kontrolünü korumak için reformistlerle uzlaşmak zorunda kaldı. Daha genç ve daha az deneyimli FAI militanları arasında durum bazen daha da kötüydü. Teori yerine eylemi, kavrayış yerine cesareti fetişleştiren abartılı militanlık, başarısızlıktan sonra en kaba oportünizm şeklinde geri tepti.
Dengede: CNT Avrupa’nın en militan işçi sınıfı için son derece demokratik bir arena sağlamıştı; FAI ise bir sendikanın sağlayabileceği sınırlar dahilinde özgürlükçü bir yönelimin ve devrimci eylemlerin mayasını eklemişti. 1936 yılına gelindiğinde, her iki örgüt de, herhangi bir proleter sınıf hareketinin gerçekten özgürlükçü olabileceği ölçüde, gerçek anlamda özgürlükçü yapılar yaratmıştı. Sadece retorikle de olsa – ve şüphesiz hatırı sayılır bir inanç ve cüretkar eylemlerle de – üyelerinin beklentilerini, ekonominin işçiler tarafından kontrol edilmesini ve sendikalist toplumsal yönetim biçimlerini sağlayacak bir devrime yönlendirmişlerdi. Bu eğitim ve sınıf örgütlenmesi süreci, İspanya’daki herhangi bir faktörden daha fazla, bu kitapta anlatılan kolektifleri üretti. Ve CNT-FAI (Temmuz 1936’dan sonra iki örgüt ölümcül bir şekilde birleşti) bir bölgede ana etkiye sahip olduğu ölçüde, kolektifler genel olarak daha dayanıklı, komünist ve Stalinist karşı-devrime karşı İspanya’nın cumhuriyetçilerin elindeki diğer bölgelerinden daha dirençli olduklarını kanıtladılar.
Dahası, CNT-FAI bölgelerinde, işçiler ve köylüler askeri ayaklanmaya karşı direnişte en yüksek derecede halk inisiyatifi gösterme eğilimindeydiler. Olaylara ilk el koyan ve isyancı garnizonunu yenilgiye uğratan Sosyalist Madrid değildi: İspanya’nın tüm büyük şehirleri arasında bu ayrıcalığı iddia edebilecek olan anarko-sendikalist Barselona’ydı. Madrid, ancak ses kamyonları ordunun yenildiği haberini Barselona sokaklarında ve meydanlarında yayınladıktan sonra Montana kışlasına karşı ayaklandı.Madrid’de bile belki de en büyük inisiyatif, kentin militan inşaat işçilerinin bağlılığına sahip olan yerel CNT örgütü tarafından gösterildi.
CNT-FAI, gerçekte, son derece örgütlü ve son derece militan bir işçi sınıfının – temel ekonomik çıkarları miyop ve uzlaşmaz bir burjuvazi tarafından defalarca engellenen “klasik” bir proletaryanın – tüm olanaklarını ortaya çıkardı. Anarko-sendikalizm ve devrimci Marksizm tüm taktiksel ve teorik silahlarını bu tür “uzlaşmaz” mücadeleler sonucunda geliştirmiştir.
Ancak CNT-FAI aynı zamanda bu tür klasik mücadelenin sınırlarını da ortaya koydu – ve İspanyol Devrimi’nin, 1848’de Parisli işçilerin Haziran ayaklanmasıyla başlayan yüzyıllık sözde “proleter devrimler” döneminin sonunu getirdiğini söylemek yanlış olmaz.Bu dönem tarihe karıştı ve benim görüşüme göre bir daha asla canlanmayacak. Proletarya ve burjuvazi arasındaki sert ve çoğu zaman uzlaşmaz mücadelelerin damgasını vurduğu bu dönem, işçi sınıfının ekonomik yaşamdaki “payına” kabul edilmediği ve kendi koruyucu kurumlarını oluşturma hakkının fiilen reddedildiği bir dönemdi. İspanya’da sanayi kapitalizmi henüz görece yeni bir olguydu; ne işçi sınıfının huzursuzluğunu hafifletecek kadar zengindi ne de siyasi yaşamdaki yerinden emindi – ancak yine de “kiralık ellerini” acımasızca sömürmek için niteliksiz bir hak iddia ediyordu. Ancak bu yeni olgu, geleneksel Avrupa liberal siyasi biçimlerine doğru olmasa da, kendisine gelişmesi için nefes alma alanı sağlayacak otoriter siyasi biçimlere doğru yolunu bulmaya başlamıştı bile.
Otuzlu yılların ekonomik krizi (tüm dünyadaki radikallerin kapitalizmin son “kronik krizi” olarak gördüğü), İspanyol liberallerinin ve egemen sınıfların miyop politikalarıyla birleşince İspanya’daki sınıf mücadelesi patlayıcı bir sınıf savaşına dönüştü.Otuzlu yılların başındaki cumhuriyetin tarım reformu politikalarının saçma olduğu ortaya çıktı. Liberaller, yarımadanın uzun ve hatta kısa vadeli ekonomik sorunlarıyla ciddi bir şekilde ilgilenmek yerine Kilise’yi kızdırmakla meşguldü. Ülkenin yönetiminde liberallere katılan sosyalistler, bir bütün olarak işçi sınıfının maddi koşullarını iyileştirmekten çok, CNT’nin zararına UGT’nin büyümesini teşvik etmekle ilgilendiler. CNT, yirmili yılların başındaki pistolero savaşlarında radikal bir eğitim almış olan uçarı FAI militanları tarafından güçlü bir şekilde etkilenerek, CNT liderlerinin muhtemelen beyhude olduğunu bildiği, ancak işçi sınıfının devrimci ruhunu canlandırmayı amaçladığı art arda isyanlar çıkardı. Erken cumhuriyet yıllarında İspanya’nın tüm unsurlarının reform vaadini yerine getirmelerindeki bu başarısızlıkları, devrim ve iç savaştan başka çare bırakmadı. En adanmış anarşistler dışında, bu kimsenin gerçekten istemediği bir çatışmaydı. Ancak monarşinin devrildiği 1931 ile generallerin isyan ettiği 1936 arasında herkes büyük proleter devrimlerin sonuncusuna – belki de kısa ömürlü sosyal programları ve ezilenlerin gösterdiği inisiyatif açısından en büyüğüne – uykuda yürüyordu. Çağ, son büyük yüzleşmesi için tüm enerjisini, geleneklerini ve hayallerini toplamış gibi görünüyordu – ve sonrasında yok olacaktı.
İspanyol Devrimi’ndeki en komünist kolektiflerin şehirlerden ziyade kırsal kesimde, hala kadim kolektivist geleneklerden etkilenen ve piyasa ekonomisine şehirli kuzenlerinden daha az kapılmış olan köylüler arasında ortaya çıkması şaşırtıcı değildir. Bu son derece komünist kolektifleri büyük ölçüde etkileyen çileci değerler, genellikle kök saldıkları bölgelerin aşırı yoksulluğunu yansıtıyordu. Bu gibi durumlarda işbirliği ve karşılıklı yardımlaşma, topluluğun hayatta kalmasının ön koşullarını oluşturuyordu. Başka yerlerde, İspanya’nın daha kurak bölgelerinde, suyu paylaşma ve sulama işlerini sürdürme ihtiyacı kolektif çiftçiliğe ek bir teşvikti. Burada kolektifleştirme aynı zamanda teknolojik bir gereklilikti, ancak cumhuriyetin bile müdahale etmediği bir gereklilikti.
Bu kırsal kolektifleri önemli kılan sadece birçoğunun komünizmi uygulamış olması değil, aynı zamanda halkın özyönetim sistemi altında bu kadar etkili bir şekilde işlemiş olmalarıdır. Bu konuda Dolgoff’un çevirilerinin ve açıklamalarının yerini hiçbir şey tutamaz. Anlatıların kendisi, pek çok otoriter Marksist tarafından savunulan, ekonomik yaşamın son derece merkezi bir devlet gücü tarafından titizlikle “planlanması” gerektiği fikrini ve halk kolektifleştirmesinin, devletçi kamulaştırmadan farklı olarak, kolektifleştirilmiş işletmeleri kâr ve kaynaklar için rekabette zorunlu olarak birbirine düşürdüğü şeklindeki iğrenç safsatayı tamamen yalanlamaktadır.
Ancak şehirlerde fabrikaların, iletişim sistemlerinin ve ulaşım tesislerinin kolektifleştirilmesi çok farklı bir biçim aldı. Başlangıçta, CNT-FAI bölgelerindeki ekonominin neredeyse tamamı işçiler arasından seçilen komiteler tarafından devralınmış ve üst sendika komiteleri tarafından gevşek bir şekilde koordine edilmişti. Zaman geçtikçe bu sistem giderek sıkılaştırıldı. Üst komite alt komitenin inisiyatifini engellemeye başladı, ancak kararları hala ilgili tesislerdeki işçiler tarafından onaylanmak zorundaydı. Bu sürecin etkisi, CNT-FAI bölgelerinin ekonomisini sendikanın elinde merkezileştirme eğilimi oldu. Bu sürecin ne ölçüde geliştiği sektörden sektöre ve bölgeden bölgeye büyük farklılıklar gösterdi ve elimizdeki sınırlı bilgilerle genellemeler yapmak çok zor. CNT-FAI’nin 1936’da Katalan hükümetine girmesiyle birlikte merkezileşme süreci devam etti ve sendika kontrolündeki tesisler devlete bağlandı. 1938’in başlarına gelindiğinde, siyasi bir bürokrasi “ cumhuriyetçilerin ” elindeki tüm kentlerdeki işçi komitelerinin otoritesinin yerini büyük ölçüde almıştı. İşçi kontrolü teoride var olsa da, gerçekte neredeyse ortadan kalkmıştı.
Eğer komün kırsal kolektiflerin temelini oluşturuyorsa, komite de endüstriyel kolektiflerin temelini oluşturuyordu. Gerçekten de, kırsal komünler dışında, Devlet iktidarının çöktüğü her yerde – köylerde ve kasabalarda olduğu kadar fabrikalarda ve kentsel mahallelerde de – komite sistemi baskındı. Broué ve Témime, “Hepsi de askeri darbeye karşı halkın tepkisini yönlendirmek için eylemin sıcaklığı içinde kurulmuştu,” diye gözlemliyor:
“Sonsuz sayıda farklı yollarla atanmışlardı. Köylerde, fabrikalarda ve çalışma sahalarında, bazen genel bir toplantıda en azından özet olarak seçilmeleri için zaman harcanmıştı. Her halükarda, Devrimden önce var olmasalar bile, tüm partilerin ve sendikaların bu komitelerde temsil edilmesine özen gösterilmişti, çünkü Komite aynı zamanda işçilerin bir bütününü ve örgütlerinin toplamını temsil ediyordu: birden fazla yerde seçilenler, kimin şu ya da bu sendikayı temsil edeceği, kimin ‘Cumhuriyetçi’ kimin ‘Sosyalist’ olacağı konusunda ‘anlaşmaya vardılar’. Çoğu zaman, kasabalarda, en aktif ‘unsurlar’ kendilerini atadı. Bazen her bir örgütün Komitesinde yer alacak kişileri bir bütün olarak seçmenler seçiyordu, ancak daha sıklıkla Komite üyeleri ya kendi örgütleri içinde yapılan bir oylamayla seçiliyor ya da partilerin ve sendikaların yerel yönetim komiteleri tarafından atanıyordu.”
İspanyol devriminden günümüze kadar geçen yaklaşık kırk yıllık süre Batı Avrupa ve Amerika’da köklü değişimlere yol açmıştır; bu değişimler İspanya’nın mevcut toplumsal gelişimine de yansımıştır. Asgari yaşam araçları için umutsuzca mücadele eden klasik proletarya yerini, temel kaygısı maddi hayatta kalma ve istihdam değil, daha insani bir yaşam tarzı ve anlamlı bir iş olan daha varlıklı bir işçiye bırakıyor. İşgücünün sosyal bileşimi de değişiyor – oransal olarak, kitlesel imalat sanayilerindeki vasıfsız işgücünden ziyade ticari, hizmet ve profesyonel mesleklere doğru. Batı Avrupa’nın geri kalanı gibi İspanya da artık ağırlıklı olarak bir tarım ülkesi değil; halkının çoğunluğu kırsal kolektivizmi besleyen nispeten izole köylerde değil, kasaba ve şehirlerde yaşıyor. Altmışlı yılların sonlarında işçi sınıfının yaşadığı Barselona’ya yaptığım bir ziyarette, yemek kutuları kadar Amerikan tarzı evrak çantaları da görmüştüm.
Kapitalist toplumdaki burjuva olmayan sınıfların hedef ve özelliklerindeki bu değişiklikler, İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden kapsamlı sanayi devriminin ve maddi kıtlığın tüm değerlerini sorgulanır hale getiren göreli refahın ya da refah beklentilerinin ürünüdür. Mevcut yaşam biçimlerinin mantıksızlığı ile özgürleşmiş bir toplumun ütopik vaadi arasında tarihi bir gerilim yaratmışlardır. Altmışlı yılların sonları ve yetmişli yılların başlarındaki genç işçiler değerlerini, artık çalışma ahlakı, püriten adetler, hiyerarşik itaat ve maddi güvenlik yerine, kendini geliştirmek için boş zaman, terimin en geniş anlamıyla cinsel özgürlük, akılsız emekten farklı olarak yaratıcı veya teşvik edici çalışma ve tüm otoriteye karşı neredeyse libidinal bir küçümsemeyi benimseyen nispeten varlıklı orta sınıf gençliğinden ödünç alma eğilimindedir. İspanya’da, otuzlu yıllarda böylesine gerici bir rol oynama eğiliminde olan ayrıcalıklı üniversite öğrencilerinin, altmışlı ve yetmişli yıllarda toplumun en radikal unsurları arasında yer alması önemlidir. Her alandaki genç işçiler ve entelektüellerle birlikte, CNT-FAI’nin püriten ve aşırı kurumsallaşmış anarko-sendikalizmini çağdışı gösteren kişisel ve ütopik hedefleri değişik derecelerde kabul etmeye başlamışlardır.
Anarko-sendikalist biçimiyle bile sendikal hareketin sınırlılıkları açıkça ortaya çıkmıştır. Sendikalarda (sendikalist olsun ya da olmasın) devrimci mücadele için içsel bir potansiyel görmek, işçilerin ve kapitalistlerin çıkarlarının sadece sınıf olarak özünde uyumsuz olduğunu varsaymaktır. Sistemin işçiyi baskıcı bir endüstriyel kültür ve rasyonalite imgesinde yeniden yaratma ya da kelimenin tam anlamıyla yaratma konusundaki bariz kapasitesini kabul etmeye istekli olan biri için bu açıkça doğru değildir. Kapitalist toplum, aileden okula ve dini kurumlara, kitle iletişim araçlarından fabrikaya ve nihayetinde sendikaya ve “devrimci” partiye kadar, bir bütün olarak işçi sınıfında itaati, hiyerarşiyi, iş ahlakını ve otoriter disiplini teşvik etmek için komplo kurar; aslında, “özgürleştirici” hareketlerinin çoğunda da.
Fabrika ve ondan doğan sınıf örgütleri, olgun işçilerde iyi düzenlenmiş, neredeyse bilinçsiz bir uysallığı teşvik etmede en zorlayıcı rolü oynar – kendini karaktersiz bir pasiflikte değil, hiyerarşik örgütlere ve otoriter liderlere pragmatik bir bağlılıkta gösteren bir uysallık. İşçiler çok militan olabilir ve en zorlu sosyal durumlarda güçlü, hatta güçlü karakter özellikleri sergileyebilirler; ancak bu özellikler reformist bir işçi bürokrasisinin hizmetine liberter devrimci bir hareket kadar, hatta daha kolay bir şekilde sunulabilir. “Devrim” denen doğrudan eylemin o yüce biçimine geçmeden ve daha da ötesi, atölyelerinde ve topluluklarında doğrudan kontrol edecekleri bir toplum inşa etmeden önce, burjuva kültürünün duyarlılıkları üzerindeki etkisini – özellikle de işçilerin sınıfsal varoluşunun merkezi olan fabrikanın etkisini – kırmaları gerekir.
Bu, işçilerin kendilerini sınıfsal varlıklar olarak değil, insan olarak; “proleterler” olarak değil, yaratıcı kişilikler olarak; “kitleler” olarak değil, kendini onaylayan bireyler olarak görmeleri gerektiğini söylemek anlamına gelir. Ve özgürleşmiş bir toplumun kaderi, ne kadar kendi kendini yönetirse yönetsin bir fabrikalar konfederasyonu değil, özgür komün olmalıdır; çünkü böyle bir konfederasyon toplumun bir parçasını -ekonomik bileşenini- alır ve onu toplumun bütünlüğü haline getirir. Aslında, bu ekonomik bileşen bile tam da çalışma sürecine bir “dostluk yakınlığı” getirilerek, üreticilerin yaşamlarında zahmetli işin rolü azaltılarak, aslında üretim ve tüketimin yanı sıra toplumsal ve kişisel yaşam için de geçerli olan (Nietzsche’nin deyimiyle) tam bir “değerler dönüşümü” ile insanileştirilmelidir.
İspanya’daki liberter devrimin bazı yönleri geçerliliğini yitirmiş olsa da, “kıtlık sonrası zihniyeti” kapsayabilen ve tam olarak ifade edebilen anarşist kavramların kendileri, bu ideolojilerin anlamlı liberter alternatiflerin ve örgütlerin yokluğunun bıraktığı boşluğu doldurma eğilimine rağmen, 1930’ların otoriter ideolojilerinden çok daha fazla güncel olabilir. Bu tür anarşist kavramlar artık pratik anlamda kırsal kesimin kolektivist geleneklerine dayanamazdı; bu gelenekler yaşayan güçler olarak neredeyse yok oldular, ancak belki de eski kolektivist geleneklerin anısı, Amerikalı gençlerin kültürel ilham için Amerikan Kızılderililerinin kabile geleneklerine döndüğü gibi İspanyol gençleri arasında da yaşıyor. Çekirdek ailenin gerilemesi ve kentsel atomizasyona tepki olarak, komün her yerde gençler ve hatta yaşlılar için yeni bir önem kazandı – akrabalık bağlarından ziyade seçici yakınlığa dayanan paylaşılan ve karşılıklı destekleyici bir yaşam biçimi. Gelişen kentleşme, megalopolis’e karşı adem-i merkeziyetçi alternatiflere duyulan ihtiyacı her zamankinden çok daha keskin bir şekilde ortaya koymuştur; kentin devasalığı, insan ölçeğine duyulan ihtiyaç. Camus’nün deyimiyle herkesi bir görevliye indirgeyen hayatın grotesk bürokratikleşmesi, otoriter olmayan kurumlara ve doğrudan eyleme yeni bir değer yükledi. Yavaş yavaş, zamanımızın aksilikleri arasında bile, yeni bir benlik oluşuyor. Potansiyel olarak bu, toplumun değişimine ve yönetimine doğrudan müdahale edebilecek liberter bir benliktir – gerçekten özgür bir toplumun gelişimi için çok önemli olan öz disiplin, öz etkinlik ve öz yönetime katılabilecek bir benlik. Burada, geleneksel anarko-komünizmin çok değer verdiği değerler, bu yeni duyarlılığın sezgisel dürtülerine bilinç ve tutarlılık kazandıran çağdaş bir anarko-komünizm biçimiyle doğrudan bir süreklilik kurar.
Ancak bu hedeflere ulaşılacaksa, çağdaş anarko-komünizm kültürel bir ambiyans gibi havada asılı duran salt bir ruh hali ya da eğilim olarak kalamaz. Bu yeni duyarlılığı etkili bir şekilde ifade etmek ve yaymak istiyorsa örgütlü olmalı – gerçekten de iyi örgütlü olmalı; tutarlı bir teoriye ve kapsamlı bir literatüre sahip olmalı; zamanımızın sezgisel özgürlükçü dürtülerini etkisiz hale getirmeye ve toplumsal huzursuzluğu hiyerarşik örgütlenme biçimlerine kanalize etmeye çalışan otoriter hareketlerle düelloya girebilmelidir. Bu açıdan İspanyol anarşizmi günümüz için son derece önemlidir ve İspanyol Devrimi özyönetim sorununa ilişkin olarak geçmişten çıkarabileceğimiz en değerli dersleri sunmaktadır.
Bu sorunları ele almak için, belki de en iyi şekilde, CNT ve FAI “nin kurmaya çalıştığı yapısal biçimlerde aslında eleştirilecek çok az şey olduğunu söyleyerek başlayabilirim. CNT, neredeyse en başından itibaren, yerel sendikalarını zanaat sendikaları yerine fabrika sendikaları olarak örgütledi ve IWMA ile birlikte ortaya çıkan ülke çapındaki mesleki federasyonlar (Uniones de oficio ya da bizim deyimimizle “enternasyonaller”) yerel federasyonlar (Federaciones locales) için terk edildi. Bu yapı fabrikayı, eğer “komün” kavramı gerçekçi olacaksa, kolayca manipüle edilebilen ve devletleştirmeye müsait bir sanayi ağı yerine gerçekten ait olduğu yere, topluluğun içine yerleştirdi. Centros obreros, yerel federasyonlar, kongre delegelerinin dikkatli bir şekilde belirlenmesi, ücretli memurların ortadan kaldırılması, bölgesel federasyonların, bölgesel komitelerin ve hatta bir Ulusal Komitenin kurulması, tüm bu kurumlar niyetlerini gerçekleştirmiş olsalardı, özgürlükçü ilkelere uygun olurdu. CNT yapısının en ciddi başarısızlığa uğradığı nokta, yerel düzeyde sık sık işçi meclisleri toplanması ve benzer şekilde CNT politikalarını sürekli olarak yeniden değerlendirmek ve gücün üst komitelerde toplanmasını önlemek için sık sık ulusal ve bölgesel konferanslar düzenlenmesi ihtiyacıydı. Çünkü toplantılar ne kadar sık olursa olsun – komiteler, alt komiteler, bölgesel ve ulusal komite toplantıları – işçiler ve “etkili militanlar” arasındaki düzenli ve yakın iletişim kopma eğilimindeydi.
Politika kararlarının alınacağı yer konusunda önemli bir sorun olan kafa karışıklığı ortaya çıkmıştır. Bu sürecin gerçek yeri, mağaza meclisleri, düzenli kongreler ya da olaylar ve koşullar hızlı kararlar alınmasını gerektirdiğinde, bu amaçla üyeler tarafından seçilen, açıkça yetkilendirilmiş ve geri çağrılabilir delegelerden oluşan konferanslar olmalıydı. Bölgesel ve ulusal komitelerin tek sorumluluğu idari olmalıydı – yani, üye toplantıları ve konferans veya kongre delegeleri tarafından formüle edilen politika kararlarının koordinasyonu ve yürütülmesi.
Bununla birlikte, CNT’nin sendikalist bir sendika olarak ve FAI’nin anarşist bir federasyon olarak yapısı birçok açıdan oldukça takdire şayandı. Aslında, yukarıdaki sayfalardaki temel eleştirilerim formların kendilerine değil, CNT ve FAI’nin bunlardan yaptığı sapmalara yönelikti. Belki daha da önemlisi, bu yapısal biçimlerin hayata geçirilmesini engelleyen dönemin toplumsal kısıtlamalarını – klasik proletarya miti de dahil olmak üzere – açıklamaya çalıştım.
FAI için çok önemli bir sorun olan ve günümüzde anarşistler için hala bir kafa karışıklığı kaynağı olan bir başka konu da “etkili militan” sorunudur – örgütün tüm seviyelerinde politikayı formüle etme eğiliminde olan daha bilgili, deneyimli, “güçlü” ve hitabet yeteneği olan bireyler.
İnsanların farklı bilgi ve bilinç düzeylerine sahip olduğu gerçeğini ortadan kaldırmak asla mümkün olmayacaktır. Çocukken uzun süreli başkalarına bağımlılık dönemimiz, büyük ölçüde edinilmiş bir kültürün ürünleri olmamız ve deneyimin daha yaşlı bir kişiye bilgi kazandırma eğiliminde olması, en özgür toplumda bile bu tür farklılıklara yol açacaktır. Hiyerarşik toplumlarda, daha az bilgili olanın daha bilgili olana bağımlılığı genellikle bir manipülasyon ve güç aracıdır. Daha yaşlı, daha deneyimli kişi, ebeveyn gibi, bu ayrıcalığa ve bununla birlikte bir alternatife sahiptir: bilgi, deneyim ve hitabet yeteneklerini tahakküm aracı olarak kullanmak ve hayranlık uyandırmak – ya da bilgi ve deneyimi sevgiyle aktarmak, öğreten ve öğretilen arasındaki ilişkiyi eşitlemek ve her zaman daha az deneyimli ve bilgili bireyi kendi kararlarını vermekte özgür bırakmak amacıyla kullanmak.
Hegel, Sokrates ve İsa arasındaki ayrımı zekice çizer: ilki, tartışmaya hazır olan herkeste bilgi arayışı uyandırmaya çalışan bir öğretmen; ikincisi, hayranlık duyan müritlerinin tefsirsel olarak yorumlamaları için “hakikati” telaffuz eden bir kahindir. Hegel’in işaret ettiği gibi, fark sadece iki adamın karakterinde değil, aynı zamanda “takipçilerinin” karakterinde de yatıyordu. Sokrates’in arkadaşları “güçlerini birçok yönde geliştiren” bir toplumsal gelenek içinde yetişmişlerdi. Bireye büyük ölçüde bağımsızlık veren ve iyi sayılabilecek bir kafanın tamamen ve mutlak olarak tek bir kişiye bağlı olmasını imkansız kılan demokratik ruhu özümsemişlerdi… Sokrates’i erdemi ve felsefesi nedeniyle seviyorlardı, erdemi ve felsefesini onun için değil.” Öte yandan İsa’nın takipçileri itaatkâr yardımcılardı. “Kendilerine ait büyük bir ruhsal enerji deposundan yoksun olan bu kişiler, İsa’nın öğretisi hakkındaki inançlarının temelini esas olarak onunla olan dostluklarında ve ona olan bağımlılıklarında bulmuşlardı. Gerçeği ve özgürlüğü kendi çabalarıyla elde etmemişlerdi; sadece zahmetli bir öğrenme ile bunlara dair belli belirsiz bir his ve bazı formüller edinmişlerdi. Tutkuları, bu öğretiyi sadakatle kavramak ve korumak ve herhangi bir ekleme yapmadan, kendileri üzerinde çalışarak ayrıntılarda herhangi bir değişiklik olmasına izin vermeden başkalarına da aynı sadakatle aktarmaktı.”
FAI – kendi tercihiyle yasadışı, taktikleriyle bazen terörist ve neredeyse rekabetçi cesaretiyle agresif bir şekilde “maço” – yakınlık grupları içinde derin kişisel bağlar geliştirdi. Durruti’nin Francisco Ascaso’nun ölümünden duyduğu üzüntü, yalnızca örgütsel işbirliğinden kaynaklanan dostluğu değil, gerçek sevgiyi de ortaya çıkarmıştı. Ancak FAI’de dostluk da aşk da çoğu zaman zorlu bir birlikteliğe dayanıyordu; gruptaki en “cüretkar” militanlar tarafından belirlenen en “kahramanca” standartlara uymayı zımnen gerektiren bir birliktelik. Bu tür ilişkilerin doktrinel anlaşmazlıklar ya da genellikle “sadece” teori gibi görünen noktalar yüzünden bozulması pek olası değildir. Nihayetinde, bu ilişkiler liderler ve yönetilenler üretir; daha da kötüsü, liderler yönetilenlere patronluk taslama ve sonunda onları manipüle etme eğilimindedir.
Anarşist bir örgüt, bu evrilme sürecinden kaçabilmek için, bu sürecin gerçekleşebileceğinin farkında olmalı ve gerçekleşmesine karşı uyanık olmalıdır. Etkili olabilmek için, bu uyanıklık eninde sonunda kendini daha olumlu terimlerle ifade etmelidir. Şiddete, rekabetçi cesarete ve akılsızca saldırganlığa övgüyle, aktivizme ve “güçlü karakterlere” aynı derecede akılsızca tapınmayla bir arada var olamaz. Örgüt, üyeleri arasında deneyim ve bilinç farklılıkları olduğunu kabul etmeli ve bu farklılıkları dikkatli bir bilinçle ele almalıdır – bunları “etkili militan” terimi gibi üstü kapalı ifadelerle gizlememelidir. Öğretmen kadar öğretilene de öncelikle tahakküm ve manipülasyonun uygulanıp uygulanmadığını kendisine sorması öğretilmelidir – ve sistematik bir öğretim sürecinin gerçekleştiğini inkar etmemelidir. Dahası, eğer ilişkiler eninde sonunda aktarılan bilgi ve deneyimin meyveleriyle eşitlenecekse, herkes bu öğretme sürecinin hareket içinde kaçınılmaz olduğunun tamamen farkında olmalıdır. Büyük ölçüde, bu sürecin doğası hakkında varılan sonuçlar, yoldaşlar arasında gelişen davranış kalıpları tarafından neredeyse sezgisel olarak belirlenebilir. Nihayetinde, özgürlük koşulları altında, sosyal ilişki, arkadaşlık ve sevgi, Jacob Bachofen’in ataerkillikle ilişkilendirdiği talepkar sansürcü türde değil, “anaerkil” topluma atfettiği “özgür-verici” türde olacaktır. Burada, yakınlık grubu ya da komün, insanlığının en ileri ve özgürlükçü ifadesine ulaşacaktır. Sadece kendi kardeşleri arasında bu amaç için çabalamak bile onu diğer hareketlerden niteliksel olarak ayıracak ve özgürlükçü ilkelerine sadık kalacağının en güvenilir garantisini sağlayacaktır.
Toplumsal özyönetimin yanı sıra bireysel benliğin gelişimini de vurgulayan çağımız, özgürlükçü örgütlenme ve ilişkilerin özgün doğasını değerlendirmek için oldukça avantajlı bir konumdadır. Otuzlu yıllarda İspanya’yı mahveden türden bir Avrupa ya da Amerika iç savaşı, nükleer silahların, süpersonik uçakların, sinir gazının ve devrimcilere karşı korkunç bir ateş gücünün kullanılabildiği bir çağda artık düşünülemez. Kapitalist kurumların içi, moleküler bir tarihsel kopuş ve sadakatsizlik süreciyle, herhangi bir halk çoğunluğu hareketinin destek ve ahlaki otorite eksikliği nedeniyle çökmelerine neden olabileceği bir noktaya kadar boşaltılmalıdır. Ancak böyle bir değişimin nasıl bir gelişme yaratacağı -bilinçli olup olmayacağı, otoriter bir sonuca mı yoksa özyönetime dayalı bir sonuca mı sahip olacağı- büyük ölçüde bilinçli, iyi örgütlenmiş bir özgürlükçü hareketin ortaya çıkıp çıkamayacağına bağlı olacaktır.
Sam Dolgoff’un kitabı, mevcut topluma otoriter olmayan alternatifler arayan herkes için paha biçilmez bir tarihsel deneyim ziyafeti sunuyor. Dolgoff’un tartışması ve İspanyol anarşist kolektiflerine dair seçtiği anlatılar sadece tarih olarak değil, özgürlükçü bir topluma dair gerçekçi bir vizyon inşa edebileceğimiz hammaddeler olarak incelenmelidir. Diğer alanlardaki sınırlılıkları ne olursa olsun, İspanyol anarşizminin ekonomik alandaki başarıları liberal ve sosyalist düşüncenin tüm geleneksel perspektiflerini şaşırtmaktadır. İspanya’da milyonlarca insan ekonominin büyük bölümünü kendi ellerine aldı, kolektifleştirdi, yönetti, hatta parayı kaldırdı ve komünist çalışma ve dağıtım ilkelerine göre yaşadı – tüm bunlar korkunç bir iç savaşın ortasında, ancak otoriter “radikaller” tarafından öngörülen ve hala öngörülen kaos ve hatta ciddi çıkmazlar yaratmadan gerçekleşti. Gerçekten de kolektifleştirilmiş birçok bölgede, bir işletmenin verimliliği, kamulaştırılmış ya da özel sektördeki benzer bir işletmenin verimliliğini açık ara aşmıştır. Devrimci gerçekliğin bu “yeşil filizi” bizim için aksi yöndeki en ikna edici teorik argümanlardan daha fazla anlam taşımaktadır. Bu noktada “gerçekçi olmayan hayalperestler” anarşistler değil, gerçeklere sırtını dönen ya da onları utanmazca gizleyen muhalifleridir.
Eylül, 1973
[1] Hem UGT hem de CNT’nin üye sayısı 1936 yazında muhtemelen bir milyonun üzerindeydi. İşgüzar ve son derece bürokratik olan UGT, üye sayılarını abartma eğilimindeydi. İki işçi federasyonu arasında en çok zulme uğrayan, daha şekilsiz ve merkezsiz CNT ise İspanyol işçi sınıfı üzerinde üye istatistiklerinin gösterdiğinden çok daha büyük bir etkiye sahipti.
[2] Madrid, büyük ölçüde Sosyalist bir işçi hareketine sahip olmasına rağmen, son derece aktif bir anarşist harekete de ev sahipliği yapıyordu. Madridli inşaat işçileri güçlü bir şekilde anarko-sendikalist olmakla kalmayıp, yüzyılın başında birçok Madridli entelektüel anarşizme bağlanmış ve anarşist işçilerin İspanyol entelijansiyası ile bağlarını koparmasından çok sonra bile devam eden hareket için saygın bir teorik gelenek oluşturmuştur.
[3] Burada İspanyol köyünün özgürlükçü bir toplum için bir paradigma oluşturduğunu iddia etmek istemiyorum. Köy toplumu İspanya’nın bir bölgesinden diğerine büyük farklılıklar gösteriyordu – bazı bölgelerde yerel demokratik gelenekler bozulmamışken, bazı bölgeler ise Kilise, soylular, cacques ve gelenekler tarafından zalimce yönetiliyordu. Çoğu zaman, her iki eğilim de çok huzursuz bir denge içinde bir arada var oldu; demokratik olan hala canlıydı ama otoriter olan tarafından bastırılmıştı.
[4] CNT örneğinde bu kuralın istisnaları vardı. Ulusal Sekretere ortalama bir işçi maaşı ödeniyordu, tıpkı Ulusal Komitenin büro personeli ve günlük gazetelerin editörleri ve çalışanları gibi. Ancak CNT’nin ulusal, bölgesel ve yerel komitelerinin delegelerine ödeme yapılmıyordu ve sendika işleri için mesai saatleri içinde zaman kaybettikleri durumlar dışında kendi işlerinde çalışmak zorundaydılar. Bu, zamanlarının çoğunu anarşist fikirlerin yayılmasına adayan bireylerin olmadığı anlamına gelmez. Brenan, “Yaya ya da katır üzerinde ya da üçüncü sınıf tren vagonlarının sert koltuklarında, hatta yük vagonlarının brandaları altında serseriler ya da ayakta duran boğa güreşçileri gibi bir yerden bir yere seyahat ederken,” diye gözlemliyor, “yeni gruplar örgütlerken ya da propaganda kampanyaları yürütürken, kendilerine verilen isimle bu ‘fikir havarileri’, daha müreffeh işçilerin misafirperverliğiyle dilenci keşişler gibi yaşadılar” – ve ben buna “köylüleri” de ekleyebilirim. 1870’lere atıfta bulunan bu örgütlenme geleneği daha sonraki yıllarda ortadan kalkmadı; aksine, CNT İspanyol işçi ve köylülerin bağlılığı için UGT ile rekabet etmeye başladıkça daha sistematik ve belki de daha güvenli bir şekilde finanse edilir hale geldi.
[5] Ancak burada sigaradan uzak durmanın, yüksek ahlaki standartlara göre yaşamanın ve özellikle alkol tüketiminden kaçınmanın o dönemde çok önemli olduğunu eklemeliyim. İspanya, tüm moral bozucu özellikleriyle birlikte anarşist yükseliş döneminde kendi gecikmiş sanayi devrimini yaşıyordu. Proletarya arasındaki ahlaki çöküş, yaygın sarhoşluk, zührevi hastalıklar ve sıhhi tesislerin çöküşü, İspanyol devrimcilerin uğraşmak zorunda olduğu en önemli sorundu, tıpkı bugün siyah radikallerin gettoda benzer sorunlarla uğraşmak zorunda olması gibi. Bu konuda İspanyol anarşistler son derece başarılı oldular. Çok az CNT işçisi, hele hele kendini adamış anarşistler, toplantılara sarhoş gelmeye ya da yoldaşları arasında açıkça kötü davranmaya cesaret edebilirdi. Dönemin korkunç çalışma ve yaşam koşulları göz önüne alınırsa, alkolizm İspanya’da sanayi devrimi sırasında İngiltere’de olduğu kadar ciddi bir sorun değildi.
[6] İşçi sınıfının anarşist ilkelere Barselona proletaryasından bile daha sıkı bir şekilde bağlı olduğu “siyah” (tamamen anarşist) Saragossa’da, Raymond Carr oldukça doğru bir şekilde “grevlerin ekonomik talepleri küçümsemeleri ve devrimci dayanışmalarının sertliği ile karakterize edildiğini vurgulamaktadır: hapishanedeki yoldaşlar için yapılan grevler daha iyi koşullar için yapılan grevlerden daha popülerdi.”
[7] Marx ve Engels için proletaryanın davranış kalıplarını değiştirecek örgütsel biçimler bir sorun değildi.Bu, “devrim sonrasına” kadar ertelenebilirdi. Gerçekten de Marx, fabrikanın otoriter etkisini (“kapitalist üretim sürecinin kendi mekanizması”) “disiplinli, birleşik” bir proletarya üretmede olumlu bir faktör olarak görüyordu. Engels, anarşistlere karşı yazdığı “Otorite Üzerine” başlıklı acımasız bir söylevde, işçi sınıfı örgütlerinde otorite ve merkezileşmeye olan bağlılığını haklı çıkarmak için fabrika yapısını – onun hiyerarşik biçimlerini ve talep ettiği itaati – açıkça kullanmıştır. Burada önemli olan Marx ve Engels’in “otoriter” olup olmadıkları değil, proleter örgütlenme sorununu nasıl düşündükleridir – örgütsel kavramlarının matrisinin ne ölçüde toplumsal devrimin devrimcileştirmeyi amaçladığı ekonominin ta kendisi olduğudur.
[8] Bakunin’in İspanya’daki Sosyal Demokrasi İttifakı’nın ortadan kalkması, İspanyol anarşizminin güçlerini konferanslar, süreli yayınlar ve yazışmalar yoluyla bölgesel bazda ilişki kuran küçük yerel çekirdeklere böldü. Bu çekirdeklerin birkaç bölgesel federasyonu, özellikle Katalonya ve Endülüs’te kuruldu, ancak ortaya çıktıkları gibi hızla yok oldular.
[9] Faydalı tanımlar için bu kitabın, 2.Bölümünde Isaaac Puente’nin yazdığı “Toplumun Siyasi ve Ekonomik Örgütlenmesi” kısmına bakınız. (çevirmen notu: ileride kitabın kısım kısım çevirileri yayınlanacağı için, sitemizde kısımın ismini aratarak bulabileceksiniz)
[10] Bugün pek çok liberter çevrede popüler olmamasına rağmen “öncü” kelimesini kışkırtıcı bir şekilde kullanıyorum, çünkü bu terim geleneksel anarşist harekette yaygın olarak kullanılıyordu. Hatta bazı anarşist yayınlar bunu bir isim olarak benimsemiştir. Hiç şüphe yok ki bir anarşist obrera consciente kendisini “ileri bir kişi” ve toplumdaki küçük bir avangardın parçası olarak görüyordu. En zararsız anlamıyla, bu terimin kullanımı, böyle bir kişinin yalnızca daha az gelişmiş işçi ve köylülerin çoğunluğundan daha gelişmiş bir toplumsal bilince sahip olduğu anlamına geliyordu; bu, eğitimle aşılması gereken bir ayrımdı. Daha az zararsız bir anlamda ise bu kelime, bazı anarşist liderlerin otoriter Sosyalist rakiplerinden daha fazla bağışık olmadığı seçkincilik ve manipülasyon için bir gerekçe sağlıyordu. Öte yandan “lider” kelimesi “etkili militan” örtmecesi için kullanılmaktan kaçınıldı, ancak aslında daha iyi bilinen anarşist “etkili militanlar” kesinlikle liderdi. Bu kendini kandırma göründüğü kadar önemsiz değildi. İspanyol anarşistlerin kendi aralarındaki ya da kendileri ile gelişmemiş ceneteistaların büyük çoğunluğu arasındaki gerçek bilinç farklılıklarından kaynaklanan ciddi sorunları çözmelerini engelledi.
Çeviri: Radikal Perspektif / Gorthim
Kaynak: The Anarchist Collectives Workers’ Self-Management in the Spanish Revolution, 1936–1939
Bir yanıt yazın