“Otorite Üzerine’yi Oku”
Leninist teori ya da pratiğe yönelik her anarşist eleştiriye “Otorite Üzerine’yi oku!” diye cevap vermek son zamanlarda Leninistler için bir caps haline geldi. Ben bir anarşistim ve Otorite Üzerine’yi okudum ve söylemeliyim ki, benim anarşizmime meydan okuyacak hiçbir etkisi olmadı. Ancak, anarşizm ve Marksizm arasındaki gerçek farkların ne olduğunu ve kişisel olarak Marksizmi, özellikle de Leninist biçimiyle, neden eksik bir analiz sistemi olarak gördüğümü açıklığa kavuşturmak için bir başlangıç noktası sağladı.
Bu yazıyı okuyup da Otorite Üzerine’yi okumamış olanlara, Engels’in fikirlerini yorumlarken ona haksızlık etmediğimi görmeleri için gidip okumalarını tavsiye ederim. Otorite Üzerine oldukça kısa bir metin ve benim sunabileceğim tam bir özet muhtemelen orijinalinden çok da kısa olmaz. Bununla birlikte, aşağıdaki pasajın Engels’in otoritenin ne olduğu konusundaki duruşunu özetlediğine inanıyorum:
“Burada kullanıldığı biçimiyle, otorite kelimesi, başkasının iradesini bize dayatmasını ifade ediyor; diğer yandan otorite, teslimiyeti de varsayıyor. Teslimiyet ve otorite, kulağa kötü gelen iki ayrı kelime. Temsil ettikleri ilişki de teslim olan tarafın reddine mazhar oluyor, dolayısıyla bu noktada söz konusu ilişkiden kurtulmanın bir yolunun olup olmadığı sorusu gündeme geliyor. Bu soruyu, günümüz toplumundaki mevcut koşullar karşısında bizim otoritenin artık varolmadığı, sonuç olarak ortadan kaybolduğu, başka bir sosyal sistemi yaratıp yaratamayacağımız sorusu takip ediyor.”
Engels’in bu pasajın ikinci yarısında sorduğu, mevcut koşullarda otoriteden vazgeçmek mümkün müdür sorusuna, otoritenin vazgeçilmez olduğu yanıtını verir. Engels’in eleştirisiyle ilgili sorunlarımın üzerinden geçerken, onun bu konudaki gerekçelerini de aktaracağım.
Anarşizmi eleştirme yöntemi olarak Engels’in argümanında beş temel sorun vardır. İlk dördü Engels’in anarşist Otorite eleştirisini nasıl anlamadığı ve anarşistlerin sahip olmadığı pozisyonlara saldırıp bizim sahip olduğumuz pozisyonları tartışmadığı ile ilgili problemlerdir. Son sorun ise Engels’in otoriteyi çerçevelemesinin kapitalizm içindeki dinamikleri ve ona karşı nasıl örgütleneceğimize dair yapmamız gereken önemli seçimleri nasıl silikleştirdiğine dair daha geniş bir sorundur.
Birinci Sorun: Güç Olarak Otorite
Otorite Üzerine’deki ilk sorun Engels’in güç kullanımına ilişkin anarşist teoriyi yanlış anlamasıdır. Engels gücün bir tür otorite biçimi olduğunu varsayar ve bunu varsayarken de anarşistlerin otoriteyi reddetmelerinin bir gereği olarak gücü de reddetmeleri gerektiği sonucuna varır.
“Bu beyefendiler hiç devrim görmüşler mi? Kesin olan şu ki bir devrim en otoriter şeydir; devrim, halkın bir kesiminin iradesini diğer bir kesime tüfeklerle, süngülerle ve toplarla dayattığı bir eylemdir ve bu irade, her daim otoriter bir biçimde dayatılır. Eğer zafer kazanan taraf boş yere dövüşmüş olmak istemiyorsa, gericilere karşı elindeki silâhlarla, terör aracına dayanarak, mevcut egemenliğini muhafaza etmek zorundadır.”
Ne var ki, anarşizm bir bütün olarak gücü açıkça reddetmez. Anarşizm içinde pasifist ve reformist akımlar olsa da, anarşistlerin büyük çoğunluğu devrimin büyük ölçüde güç gerektirdiğini anlayan ve kabul eden devrimcilerdir.
Engels’e haksızlık etmemek adına, anarşistlerin bir kişinin iradesinin diğerine dayatılmasına karşı çıktıkları doğrudur, ki Engels’in otorite için kullandığı tanım da budur. Anarşizmin üzerine inşa edildiği temel ilke, bireylerin hem kendi benlik algılarını ve kendi hedeflerini inşa etmede özgür olmaları hem de bu hedeflerin peşinden gitme yetkisine sahip olmaları gerektiğidir; ben buna faillik diyeceğim, ancak buna özgürlük veya serbestlik de denebilir. Benim uğruna mücadele ettiğim toplum türü, tüm insanların gerçekten kendileri olabileceği ve kendi ihtiyaç ve arzularının peşinden kendi anladıkları şekilde gidebilecekleri bir toplumdur.
Engels’in hatası, bunun gücün toptan reddini gerektirdiğini varsaymasıdır. Anarşistler, insanların arzularının tamamen uyumsuz olabileceğini ve bazen daha kötü bir dayatmayı önlemek için bir kişinin iradesinin diğerine dayatılmasının haklı olduğunu anlarlar. Bunun açık bir örneği, arzusu diğer insanları öldürmek olan bir seri katilin durumu olabilir. Kendileri olmalarına ve arzularının peşinden gitmelerine izin vermek, başkalarının ölümüyle sonuçlanacak ve bu da kurbanlarının failliğine oldukça kesin bir şekilde son verecektir. Böyle bir katile karşı birinin kendini veya başkalarını savunmak için güç kullanması, sonuç olarak katilin istediğini yapmasına izin verilmesinden daha az dayatmayla sonuçlanacaktır ve bu nedenle bu tür bir kendini savunma çoğu anarşist için kabul edilebilirdir.
Dolayısıyla, devrim ve “nüfusun bir kısmının iradesini diğer kısmına tüfek, süngü ve top aracılığıyla dayatması eylemi” söz konusu olduğunda, anarşistlerin büyük çoğunluğu bunu, işçi sınıfının engellenen arzularını, kendi arzuları altlarındakilerin bastırılması ve sömürülmesine dayanan kapitalist ve hükümetteki bir azınlığa karşı savunmak için bir gereklilik olarak kabul etmiştir. Yine bir devrimde kullanılan güç, halihazırda baskı altında tutulan insanların failliğini genişletmek ve savunmak olacaktır; bu da nihayetinde daha fazla failliğin ve daha az dayatmanın olduğu bir toplumla sonuçlanacaktır. Bu nedenle anarşistler ellerinden geldiğince her zaman isyanlara ve devrimlere katılmışlardır.
Bu konudaki kafa karışıklığının bir kısmı, farklı düşünürlerin “otorite” için farklı tanımlar kullanmasından kaynaklanmaktadır. Anarşistler arasında gücü bir otorite biçimi olarak gören bir akım ve “otorite” ve “güç” kelimelerini farklı kavramları ifade etmek için kullanan bir akım vardır. Ancak her iki kamptaki anarşistlerin çoğu, daha büyük bir dayatmayı önlemek ya da tersine çevirmek için gerekli olduğunda, bir kişiye dayatmada bulunmak için güç kullanımını kabul eder.
Bu nedenle, Engels’inkine benzer bir otorite tanımı kullanan anarşistler kendilerini tüm otoriteye karşı olarak değil, tüm gerekçesiz otoritelere veya tüm gerekçesiz hiyerarşiye karşı olarak tanımlayacaklardır. Öte yandan, kendilerini tüm otoritelere karşı olarak tanımlayan anarşistler Engel’in zoru bir otorite biçimi olarak tanımlamasını kabul etmeyecektir. Her iki durumda da Engels’in eleştirisi, anarşistlerin güce yaklaşımını ıskalar.
Ben şahsen gücü bir tür otorite olarak görmeyen kamptayım, çünkü “Otorite” kelimesini kullanmak zorunda kalmadan ve dolayısıyla gücü farklı türden insan eylemleriyle karıştırmadan gücü tanımlamak için mükemmel bir kelimeye sahibiz. Bu noktadan itibaren otoriteden bahsettiğimde tanımıma gücü dahil etmiyorum.
İkinci Sorun: Örgüt Olarak Otorite
Otorite Üzerine’deki ikinci sorun daha komplekstir. Engels, örgütlenmeyi doğası gereği otoriter olarak tanımlar ve bunu yaparken anarşizmi yine hatalı bir şekilde tasvir eder, ancak aynı zamanda anarşistlerin neden aynı fikirde olmadıklarıyla ilgilenmeden anarşistlerin katılmadığı bir noktayı vurgular. Engels fikrini ortaya koymak için pamuk iplik fabrikası örneğini kullanır:
“Bundan sonra, her odada ve her an, her işkolunun başına yerleştirilen bir delegenin kararıyla ya da mümkünse oy çokluğuyla çözülmesi gereken üretim tarzı, malzemenin dağıtımı vb. ile ilgili özel sorunlar ortaya çıkar, tek bir bireyin iradesi her zaman kendisine tabi olmak zorunda kalır, bu da sorunların otoriter bir şekilde çözülmesi anlamına gelir.”
Ve daha sonra fikrini şu şekilde özetler:
“Böylece, bir yandan, ne kadar yetkilendirilmiş olursa olsun, belirli bir otoritenin ve diğer yandan belirli bir tabiiyetin, tüm sosyal örgütlenmeden bağımsız olarak, altında üretim yaptığımız ve ürünleri dolaşıma soktuğumuz maddi koşullarla birlikte bize dayatılan şeyler olduğunu gördük.”
Buna karşı, her ne kadar anarşistler bir kişinin iradesinin diğerine dayatılmasına karşı çıksalar da, iki kişinin arzularının çatıştığı durumları çözmek için mekanizmalara ihtiyacımız olduğunun farkında olduklarını tekrar belirtmeliyim. Örgütlenme bağlamında, ilgili herkesin istediği her şeyi elde etmesi çoğu zaman imkansız olacaktır. İnsanlar neyin yapılması gerektiği ve bunun nasıl yapılacağı konusunda birbiriyle çelişen fikirlere sahip olacaktır. Bazı insanların fikirleri basitçe yanlış olacak ve bu nedenle yerine getirilmesi imkansız olacaktır. Örgütlenmede bazı insanların arzularının galip gelmesi ve bazı insanların arzularının engellenmesi, anarşistlerin ortadan kaldırabileceğimize inandıkları bir şey değildir, ancak bunun gerçekleşme derecesini en aza indirmeye çalışıyoruz.
Ancak Engels bu sorunu tartışırken, bu çatışmalarla başa çıkmaya yönelik her tür yöntem kategorisini görmezden gelmektedir. Engels bu sorunların çözümünden tamamen dayatma diliyle bahsetmekte ve önerilen her türlü alternatifi kelime oyunundan başka bir şey olmadığı gerekçesiyle elinin tersiyle itmektedir:
“Bu gibi argümanları en azgın anti-otoriterlere sunduğumda, bana verebildikleri tek cevap şu oldu: Evet, bu doğru, ama burada söz konusu olan delegelerimize verdiğimiz yetki değil, emanet edilen bir komisyondur! Bu beyler, şeylerin isimlerini değiştirdiklerinde, şeylerin kendilerini de değiştirmiş olduklarını düşünüyorlar. Bu derin düşünürler tüm dünyayla işte böyle alay etmektedirler.”
Engels bu ifadeyi kanıtlama zahmetine girmez ve bu küçümseyici pasajın dışında nasıl örgütlenileceğine dair anarşist önerileri genişletmez ve hatta bunlardan söz bile etmez. Ancak buna irade ve arzu çatışmalarını çözme sorunu olarak bakarsak, bunu yapmanın, bir örgüt içinde bulunanlara dayatma yöntemlerinden gerçek farklılıklar barındıran, birden fazla yolu olduğu açıktır.
Böyle bir uzmanlık gerektiren bölümde tüm üretim sürecini denetleyecek birini seçmenin farklı yollarına iki örnek verelim. Bunun hepimizin aşina olduğu ilk versiyonu; bir yönetici yukarıdan atanır. Üretim sürecinin kontrolünü ele alırlar ve altındakileri dinleyebilseler de, kendilerine tabî olanların kararlarını veto etme ya da işyerinin nasıl organize edildiğine dair anlaşmazlıkları olduğunda onları hesap vermeye zorlama güçleri yoktur. Bu yöneticiler, altlarındakilere değil, üstlerindekilere hesap verirler, çünkü onlar tarafından atanmışlardır. Bu yazıyı okuyan herkes muhtemelen böyle bir yöneticinin altında çalışmak zorunda kalmıştır ve bu tür bir hesap verebilirlik eksikliğinin mümkün kıldığı zalimlik ve beceriksizliğin de farkında olacaktır.
Ancak bu tür bir organizasyonun tek yolu yukarıdan aşağıya atama yapmak değildir. Aşağıdan yukarıya doğru da örgütlenebiliriz; ilgili kişiler kendi aralarında izlemeleri gereken prosedürleri, ihtiyaç duyulan uzmanlık pozisyonlarını, yetkilerini ve bunların nasıl doldurulması gerektiğini kararlaştırabilirler. Daha da önemlisi, yukarıdan atanmak yerine aşağıdan kararlaştırılan bu prosedürler, pozisyonlar ve yetkiler, bunlarla yaşamak zorunda olanlar tarafından verimsiz, yozlaşmış ya da kötü niyetli bulunmaları halinde değiştirilebilir.
Bu iki örgütlenme yöntemi kıyaslandığında, işçilerin temsilciliği üzerinde izin verdikleri dayatma türünde gerçek bir fark vardır. Yukarıdan aşağıya örgütlenme biçiminde, tepedekiler altlarındakilere neredeyse sınırsız dayatmalarda bulunabilmekte, altlarındaki çalışanların arzularıyla uzlaşmaya ya da onlara uygun düzenlemeler yapmaya gerek duymamaktadırlar. Aşağıdan yukarıya doğru örgütlenme biçiminde, prosedürler ve uzmanlık rolleri ancak ilgili kişiler arasında uzlaşma ve anlaşma üzerine inşa edilirse mümkündür. Bir yapıda, örgütlenme tepedekilerin iradesi için bir araçtır ve alttakilerin temsiliyetini ayaklar altına alır. Diğer yapıda ise örgütlenme, ortak hedefler doğrultusunda ilgili herkesin arzularını dengelemenin bir yöntemidir ve örgütlenmenin sağlayabileceği kolektif güçlendirme yoluyla failliğin karşılıklı olarak genişlemesini sağlar.
Engels bu iki yapıyı birbirine karıştırmakta ve sanki dayatma ile karşılıklı uzlaşma arasındaki farkı anlamamış gibi görünmektedir. Delegelerden ve seçimlerden sanki aşağıdan yukarıya bir örgütlenme biçiminden bahsediyormuş gibi bahsediyor, ama aynı zamanda dayatmadan da sanki yukarıdan aşağıya bir örgütlenme biçiminden bahsediyormuş gibi bahsediyor. Engels, yukarıdan dayatma ile aşağıdan serbest anlaşma arasında bir çizgi çizmeyerek, özellikle de delegasyonun bir işçinin bir örgüt içinde karşılaştığı dayatma düzeyi açısından hiçbir fark yaratmadığını söylediğinde, konuyu bulanıklaştırmaktadır. Eğer durum buysa, işçinin yukarıdan aşağıya yönetim ya da aşağıdan yukarıya anlaşma altında çalışmasının bir önemi yoktur. Göreceğimiz gibi, bu Engels açısından büyük bir hatadır.
Üçüncü Sorun: İtaat Olarak Otorite
Engels’in farklı örgütlenme yöntemlerine olan ilgisizliğinin bir parçası olarak, Otorite Üzerine, anarşist eleştiri açısından en önemli olan otorite türünü tartışmayı başaramaz; sorgusuz sualsiz itaate dayalı otorite.
Bu başarısızlık, bir anarşizm eleştirisi olarak Otorite Üzerine’nin en ölümcül sorunudur. İtaat olarak otorite, Engels’in eleştirmek için yola çıktığı her türlü otoriteye karşı anarşistlerin otoriteyi reddederken bahsettikleri otorite türüdür, yani Otorite Üzerine hedefini tamamen ıskalar. Otorite tanımlarında Engels’e daha yakın olan her türlü haksız otorite/hiyerarşi karşıtı anarşistler de bu tür bir otoriteyi gerekçesiz olarak reddederler, dolayısıyla onların durumunda Otorite Üzerine yine mevcut toplum ve Leninizm eleştirilerinin gerçek gövdesiyle başa çıkamaz.
Bu tür bir otorite, kişinin kendi aklını ve kendi ihtiyaçlarını bir kenara bırakarak bir başkasının talimatlarını sorgusuz sualsiz yerine getirdiği her ilişkide verilir. Bu itaat ne kadar sorgusuz sualsiz olursa, karşısındaki otorite de o kadar fazla olur. Bir önceki bölümde bahsettiğim yukarıdan aşağıya yönetici türü genellikle bu tür bir yetkiye sahiptir, ancak bu aşağıdan yukarıya delegelerin sahip olabileceği türden bir sorumluluktan farklıdır.
Birinin talimatlarını ona güvendiğiniz için, uzmanlık bilgisine sahip olduğu için ya da talimatlarına uymanın kendi yararınıza olduğunu anladığınız için yerine getiriyorsanız, bu sorgusuz sualsiz itaat değildir. Kendilerine duyulan güvene ihanet ederlerse veya bilgilerinin eksik veya uygulanamaz olduğu ortaya çıkarsa ya da bir şekilde yanlış oldukları ve talimatlarının onları takip edenlerin arzularına ve refahına ters düştüğü anlaşılırsa, onları dinlemeyi bırakırsınız. Bu, aşağıdan yetkilendirilmiş birinin sahip olduğu türden bir konumdur. İtaat beklentileri yoktur ve sahip olabilecekleri herhangi bir resmi pozisyon mevcut olmasa bile, yoldaşları yetkinlikleri, bilgileri, deneyimleri veya adanmışlıkları nedeniyle onları yine de dinleyecektir.
Öte yandan, otorite pozisyonu, bu pozisyona sahip olanların, sahip oldukları pozisyon olmasa kendilerini beceriksiz, cahil ve deneyimsiz serseriler olarak görecek olan altlarındaki kişilere emir vermelerini sağlar. Emrindekilerin onları dinlemenin kendi çıkarlarına ya da herhangi birinin çıkarına olduğunu düşünüp düşünmediklerine bakılmaksızın onlara itaat edilir. Altlarındakilerin gözünde istedikleri kadar çuvallayabilirler ve altlarındakiler gerçekten itaatkar oldukları sürece hiçbir tepkiyle karşılaşmazlar. Bir otorite hiyerarşisi içinde, her seviyedekiler yalnızca üstlerindekilere hesap verir ve nihai en yüksek otorite kimseye hesap vermez. Bu dinamiği bu kadar yalın bir şekilde açıkladıktan sonra, herhangi birinin bunu kabul etmesi saçma görünebilir, ancak hayatlarımızın çoğunu otorite hiyerarşileri içinde yaşadığımızı görmek için sadece bir an düşünmek yeterlidir, bu hiyerarşiler hiçbir zaman mutlak itaatimizi elde etmeyi başaramasalar bile.
Tüm otoriteleri reddeden bir anarşist olarak, bu kelimeyi kullandığımda kastettiğim şey budur ve bu noktadan sonra “otorite” dediğimde yalnızca sorgusuz itaatin verdiği otoriteden bahsediyor olacağım.
Anarşistler bu tür bir ilişkiye karşı çıkarlar çünkü otorite sahiplerinin altlarındakilere karşı hesap verme sorumluluğunun olmaması sömürü ve baskıyı mümkün kılar. Kendi ihtiyaçlarını ve arzularını bir kenara bırakıp, üstlerinin emirlerine körü körüne hizmet etmeye ikna edilen ya da bu yönde baskı gören insanlar, üstlerinin zenginleşmesi için araç olarak kullanılabilecek insanlardır. Sömürü ve baskıyı sona erdirmek isteyen sosyalistler olarak, bunu mümkün kılan değil, olabildiğince zorlaştıran bir sosyal örgütlenme sistemi yaratmayı tercih ederiz.
Ayrıca, altınızdakilerin çıkarlarını düşünseniz bile, bu tür bir yetkiyi onlara hizmet etmek için kullanmanız imkansız değilse bile çok zordur. İtaat koşullarının bizzat kendisi de alttakilerin çıkarlarının gerçekte ne olduğunu silikleştirir. İlişki, itaat edenlerin kendi ihtiyaçlarını ve arzularını bir kenara bırakmalarını gerektirir ve böylece ne istediklerine dair bir anlayış geliştirmelerini bile engeller.
Ve eğer itaatkâr bir özne otoriteye itaatkâr olmaya devam ederken kendi arzularının farkına varırsa, kendi itaatkârlığı onun kendisini otoriteye ifade etmesini engeller. İki eşit arasında, biri diğerinin kendisine zarar vereceğini düşündüğü bir ortak girişim önerdiğinde, bu girişime katılmayı reddedebilir. Otoriter bir ilişkide bu ortak eylemi veto etme yeteneği tek taraflıdır ve itaatkarlar üstlerinin planlarından vazgeçemezler. Bu nedenle otorite sahipleri, altlarındakilerin, patronlarının kendi çıkarları ya da kamu yararı için hareket ettiğini düşündükleri için mi yoksa körü körüne itaat ettikleri için mi itaat ettiklerini asla bilemezler. Bir otorite, verdiği zararın boyutunun farkına bile varmadan tebaasını istismar edebilir ve onlara baskı uygulayabilir.
Son olarak, otorite sadece sömürü ve baskıyı mümkün kılmakla kalmaz, aynı zamanda sistematik olarak teşvik eder. Otoriteye sahip olanlar toplumlarında özel bir iktidara sahiptirler; bu iktidar onlara kendi yaşamları ve başkalarının yaşamları üzerinde otoriteye sahip olmayanlara kıyasla daha fazla kontrol sağlar. Bu da otorite konumlarını, insanların ya kendilerini zenginleştirmek için bencilce ya da toplumlarını iyileştirmek için daha özverili bir arzuyla rekabet etmeye istekli oldukları bir şey haline getirir.
Otorite için yapılan bu rekabet, otorite sahiplerinin sürekli olarak otoritelerini korumak için hareket etmeleri ya da otoriteyi ele geçirme ve sürdürme konusunda kendilerinden daha iyi olan bir başkasına kaptırma riskini almaları gerektiği anlamına gelir. Tüm otoriteler, otoritelerini ne yapmak için kullanmak isterlerse istesinler, sonuçta çoğunlukla kendi konumlarını korumak ve ilerletmek için kullanırlar. Onların altındakiler de bunu yapmak için birer araç, ihtiyaçları ve arzuları karşılanması gereken insanlar değil, kullanılacak ve istismar edilecek birer kaynak haline gelirler.
Bu doğası gereği sınıfsal bir dinamiktir ve otoritenin ilahi hak, özel mülkiyet, ulusal çıkar ya da işçi sınıfının çıkarları ile gerekçelendirilip gerekçelendirilmediğine bakılmaksızın tüm otoriter toplumlar sınıfsal toplumlardır. Otoriteye sahip olanlar, yönettikleri sistem üzerinde otorite altındakilerden daha fazla kontrole sahiptir. Otorite altındakilerin çıkarları, sistemin işlemesi için bastırılır ve bu çıkarların potansiyel olarak gerçekleşmesi ve ifade edilmesi, sisteme ve onu kontrol edenlere yönelik bir tehdittir. Anarşistlerin anlayışına göre, otoriter sosyalizm bir çelişkidir; otoriter bir toplumda işçi sınıfı üretim araçlarına sahip olamaz, çünkü otoriteye sahip olanlar üretim araçlarının fiili sahipleri olacak ve böylece itaatkar işçilerin üzerinde duran ve onları sömüren başka bir kapitalist sınıf olacaktır.
Engels’in bu tür bir otoriteyle mücadele etme konusundaki başarısızlığı, ister kasıtlı ister kazara olsun, sosyalistler için yararlı bir örgütlenme ilkesi olarak onun aklanmasıyla sonuçlanır. Engels, kuvvetin gerekliliği ve herkesin örgütlenmeden isteyebileceği her şeyi elde etmesinin imkansızlığı hakkında geçerli noktalara değinir ve bunların arkasında, işçilerin itaatinin “gerekliliği” ve bunun güçlendirdiği sınıf dinamiği, bahsedilmeden ve incelenmeden Marksist teoriye sızar.
Dördüncü Sorun: Zorunluluk Olarak Otorite
Otorite Üzerine’deki küçük sorunlardan sonuncusu, Engels’in anarşistlerin otoriteye yönelik gerçek eleştirilerinin hiçbiriyle ilgilenmemesidir. Sadece anarşistlerin otoriteyi reddettiğinden bahseder ve ardından bunu yaptığımız için cahil olduğumuzu kanıtlamaya çalışır, çünkü otorite mevcut koşullar altında ortadan kaldırılamaz.
Bu, anarşizm karşıtları için genel bir yaklaşımdır, çünkü otorite konumunda olanlar genellikle bizim için ellerinden gelenin en iyisini yaparlar. Kapitalistler, politikacılar, yöneticiler, sendika patronları, topluluk başkanları ve benzeri diğer otoriteler genellikle açık ve tartışmasız bir şekilde yozlaşmış veya beceriksizdir ve iyi şeyler yapmaya çalışan nadir kişiler genellikle etkisizdir ve içinde çalıştıkları hiyerarşi tarafından kenara itilmeye mahkumdur. Böyle bir sistem ancak herkes bunun bir alternatifi olmadığını ve tek seçeneğimizin farklı otorite konfigürasyonları arasında seçim yapmak olduğunu düşünürse devam edebilir.
Ancak Engels’in durumunda, otoritenin anarşist eleştirisine değinmemesi onu çok zor bir duruma sokmaktadır. Anarşistler, otorite sistemlerinin sömürüyü ve kendi yeniden üretimlerini teşvik ettiğini ve bu sistemin doğası gereği sosyalizmle uyumsuz olduğunu savunurlar. Engels, bu anarşist argümanı çürütmeye veya hatta incelemeye çalışmadan, sadece otoritenin gerekli olduğunu savunur. Dolayısıyla, Engels kendi görüşünü başarılı bir şekilde kanıtlamış olsa bile, anarşist görüşü olduğu gibi bırakarak aslında sosyalizmin imkansız olduğunu kanıtlamış olacaktır.
Neyse ki tüm sosyalistler için bu argüman da kusurludur. Dünyayı otoriteden tamamen kurtarmanın imkansızlığı ve otoritenin arzu edilebilirliği ayrı sorulardır. Anarşist otorite eleştirisi doğruysa, otoriteden asla vazgeçilemese bile, otorite asla kabul etmememiz gereken bir şeydir ve her koşulda otoriteye karşı koymaya ve onun üzerinden atlamaya çalışmalıyız.
Yaşadığımız gerilime benzer bir örnek olarak kanseri ele alalım. Şu anda tüm kanserleri tedavi edemiyoruz ve belki de hiçbir zaman tüm kanserleri tedavi edemeyeceğiz. Ancak kanser asla iyi bir şey değildir, asla faydalı olarak görülmez ve asla kutlanacak bir şey değildir. Kanserden kaçınmak ve ortaya çıktığında tedavi etmek için birçok şey yapıyoruz. Kanserden hiçbir zaman tam anlamıyla kurtulamayacak olsak da, bu hedef doğrultusunda çalışıyor ve bu yolda kanserin etkisini elimizden geldiğince en aza indiriyoruz. Otoriteye anarşist yaklaşım budur; otorite, içinde büyüdüğü toplum için asla iyi olmayan tehlikeli bir olgudur ve bir kez ve sonsuza kadar yenilip yenilemeyeceğine bakılmaksızın, mümkün olduğunca bu amaca doğru ilerleriz ve tüm otorite salgınlarını kullanılacak araçlar olarak değil, düzeltilmesi gereken arızalar olarak ele alırız.
Ancak Engels, sosyal bir hastalıktan asla kurtulamayacağımızı gönülsüzce kabul eden birinin tavrını takınmaz. Günümüz toplumunun koşulları bağlamında otoritenin gerekliliğinden bahsetmeye dikkat ederken, farklı koşulların otoriteyi geçersiz kılabileceği bir toplumu dört gözle beklediğini ima ederken, otoriteyle ilgili sorunların ne olduğu ve hatta anarşistlerin bu kelimeyle neyi kastettikleri konusundaki anarşist incelemeye de kayıtsız kalır. Engels otoriteyi sadece kaçınılmaz bir şey olarak değil, mevcut koşullarda gerçekten yararlı bir şey olarak görür; sosyalistlerin sosyalizmi ilerletmek için kullanabilecekleri bir araçtır, üstesinden gelmemiz ve sürekli uyanık olmamız gereken bir engel değil. Ancak yine de otoritenin doğası onu yapısal olarak sosyalizmle uyumsuz kılar, bu yüzden aşılması gerekir yoksa sosyalizme ulaşamayız.
Beşinci Sorun: Sosyal İlişkilerin Silikleşmesi
İtaat olarak otorite, Engels’in Otorite Üzerine’de görmezden geldiği otorite, mevcut sistemin kendisini sürdürmesinin temel mekanizmalarından biri olarak anlaşılması gereken çok önemli bir kavramdır. Zora dayalı güç önemli bir rol oynasa da, mevcut devlet ve sermaye sistemini sürdürmek için güç tek başına yeterli değildir. Mevcut sistemi savunmak için güç kullanmak zorunda olan kurumlar pahalıdır ve işlevlerini yerine getirebilmek için sorgusuz sualsiz itaat hiyerarşilerine ihtiyaç duyarlar. İtaate zorlamak için güç kullanımı da sıklıkla ikincil hasarlara ve kullanım maliyetini daha da artıran istenmeyen sonuçlara yol açmaktadır.
Devlet ve sermaye, tebaalarının ve temsilcilerinin güç kullanmak zorunda kalmadan kendilerine itaat edeceklerine güvenebildikleri ölçüde, bu maliyetten kaçınabilirler. Sistemin çekirdeğine doğru yayılmadan ve daha büyük ölçekte bir direnişi ateşlemeden önce muhalefeti ezmek için sistemin çeperlerinde güç kullanmak her zaman gerekli olacaktır, ancak sadece söyleneni yapacağına güvenilebilecek toplumsal zemin ne kadar geniş olursa, sistem o kadar işlevsel ve istikrarlı olacaktır.
Öte yandan, emirlerini yerine getirmek için temsilcilerine güvenemeyen ve toplumun geniş kesimlerinden gelen yaygın itaatsizlikle uğraşmak zorunda kalan bir devlet, bu dünya için uzun ömürlü olmayan bir devlettir. Tebaasını hizada tutmak için büyük miktarda güç kullanması gereken ve kendi temsilcilerinin görev dışına çıkmasıyla sürekli mücadele etmek zorunda kalan devletler başarısız devletler olarak kabul edilir ve genellikle ya otorite alanlarını genişletene ya da tamamen çökene kadar iddia ettikleri sınırlar içinde yalnızca belirli alanların kontrolünü sürdürebilirler.
Bu durum, güçlü devletlerin, yerine geçmeye çalıştıkları önceki devlete ve karşılaştıkları devlet-dışı muhalefete kıyasla güç kullanma kabiliyetinde büyük bir avantaja sahip olmalarına rağmen, çok daha küçük ve askeri ve ekonomik olarak daha zayıf bölgeleri işgal etme ve iradelerini dayatma konusundaki başarısızlıklarıyla iyi bir şekilde örneklenmektedir. Hem Amerika Birleşik Devletleri hem de Sovyetler Birliği, Afganistan’da güç kullanmadaki yetersizlikleri nedeniyle değil, meşru otorite kurmadaki yetersizlikleri nedeniyle kendi iradelerini kabul ettirmekte başarısız oldular. Amerika’nın Irak’ı işgali bir nebze daha başarılı olmuş olsa da, orada kurdukları devlet, eski devlete karşı sahip oldukları güç kullanımındaki büyük avantaja rağmen, yerine geçtikleri devletten daha istikrarlı ya da işlevsel değildir. Bir devlet yıkmak için güç kullanabilir, ancak bir devletin inşa etmek ve yönetmek için otoriteye ihtiyacı vardır.
Ve bu otorite, bir sistem olarak kapitalizmin işleyişi için gereklidir. Bazı kapitalistler otoritedeki bir kırılmayı kâr amacıyla istismar edebilecek olsalar da, bunu genellikle ancak başka bir yerdeki güvenli otorite konumuyla yapabilirler ve genel olarak kapitalizm, kapitalist sınıf ile işçi sınıfı arasındaki yalın güç mücadelesinin doğasında var olan iktidar dengesi nedeniyle işleyebilmek için otoriteye ihtiyaç duyar.
İşçi sınıfı kapitalist sınıftan sayıca fazladır ve aynı zamanda kapitalizmin işlemesini sağlayan ve kapitalist sınıfı zenginleştiren kapitalizm içindeki tüm angarya işleri yapar. Ancak işçi sınıfının ortak çıkarları kapitalist sınıfın çıkarlarıyla çatışmaktadır; kapitalistlerin işçi sınıfını artı değer için sömürmesi gerekirken, bu durum işçileri yoksullaştırmaktadır. Dolayısıyla kapitalistler, kendi ortak çıkarları etrafında birleşmeleri halinde, sayıca çoklukları ve sistemin yeniden üretiminde oynadıkları kilit rol sayesinde bu sistemi devirebilecek olan bir sınıfın entegrasyonunu gerektiren bir ekonomik sistemin başında yer almaktadırlar. Bu nedenle işçiler olarak, kapitalist sınıfın çıkarları lehine kendi ortak çıkarlarımızı inkar etmek zorunda bırakılmalı; itaatkar hale getirilmeliyiz. Eğer durum böyle olmasaydı sosyalist bir devrim imkansız olurdu, çünkü işçi sınıfı ne kadar bilinçli ve örgütlü olursa olsun her zaman zorla ezilebilirdik.
Otorite mevcut sistemin sürdürülmesinde merkezi bir öneme sahip olsa da, otoritenin yadsınması sosyalist bir toplum yaratmak için yeterli değildir. Devlet otoritesi başarısız olduğunda, insanlar, özellikle de devlet ya da kapitalist hiyerarşi içinde yerleşik olanlar, genellikle aşina oldukları yöntemlerle örgütlenmeye devam eder ve otorite hiyerarşilerini yeniden inşa etmeye çalışırlar. Bu da otoritenin başarısızlığının genellikle otoritenin azalması yerine parçalanmasıyla sonuçlandığı ve savaş ağalarının yerel otoriteyi, yerine geçtikleri merkezi devlet kadar despotik bir şekilde sürdürdükleri anlamına gelir.
Fakat devlet ve kapitalist otoritenin başarısızlığı, sosyalizme yol açabilecek devrimci bir durumun kilit unsurlarından biridir. Ancak, otoriter kurumların yeniden inşasına bir alternatif sunmak için, halihazırda sosyalist ve dolayısıyla zorunlu olarak anti-otoriter kurumsal formları ve bunları destekleyen kültürel normları uygulayan bir insan topluluğuna ihtiyaç vardır.
Engels’in anarşist devrim anlayışından bahsederken yanlış anladığı şey budur. “Anti-otoriterler, siyasi devletin, onu doğuran toplumsal koşullar yok edilmeden önce, bir hamlede ortadan kaldırılmasını talep ederler” der. Ancak anarşistlerin asıl vurguladığı nokta, sosyal koşulların devrime yol açan çatışmalarla değiştiği ve siyasi devletin ortadan kaldırılmasının, devleti ve sermayeyi ayakta tutan koşulların altını oyan uzun ve zorlu bir sürecin sonunda gelen bir darbe olduğudur.
Gerçek bir sosyal değişim yaratacak herhangi bir devrim, çok önceden işçiler arasına yerleşmiş ve devlet ve sermaye kurumları çökerken toplumu koordine etmek için adım atabilecek örgütlere dayanacaktır. Bu örgütler, devrimden önce işçilerin çıkarları için başarılı bir şekilde mücadele ederek varlıklarını haklı çıkarmış olacaklardır; işçi konseyleri, dayanışma ağları, karşılıklı yardımlaşma grupları, polis karşıtı gruplar ve aksi takdirde efendilerinin kârı ve iktidarı için kendi failliğini göz ardı etmesi beklenen bir işçi sınıfının ihtiyaç ve arzularını savunabilecek diğer çeşitli örgütler.
Ancak bu örgütler işçi sınıfının çıkarlarını savunurken, toplumun maddi koşullarını da değiştirirler. İşyeri örgütleri kapitalistlerle başarılı bir şekilde mücadele ettikçe, toplumun zenginliğinin daha fazlası işçi sınıfına ücret olarak akacak ve daha azı kapitalistlere kâr olarak akacaktır. Yönetimin kararlarına itiraz eden işçiler aynı zamanda patronlarının yasal iddialarından bağımsız olarak üretim araçları üzerinde daha fazla fiili kontrol elde ederler. Aynı şekilde topluluk örgütleri de ev sahiplerine ve yerel yönetimlere meydan okuyarak, üyelerinin mahalleleri ve altyapıları üzerindeki fiili kontrollerini, ev sahiplerinin ve devletin yasal olmayan iddialarına karşı arttırırlar. Ancak bunun anahtarı, kendi çıkarlarımızın peşinden gidebilmemiz ve kendi örgütlerimizi inşa edebilmemiz için işçilerin devlet ve sermayenin taleplerine itaatini zayıflatmaktır.
Ve bu örgütlerin yapısı, parçası oldukları herhangi bir devrimin sonucunda önemli bir rol oynayacaktır. Eğer tepeden inmeci ve otoriter bir yapıya sahiplerse, devlet ve sermayeden elde ettikleri kazanımlar bu örgütler içinde otorite konumunda olanlar tarafından kontrol edilecektir. Devletin ve sermayenin yerini almaları durumunda, üretim araçlarının kontrolü altlarındaki işçilere değil, bu işçilerin itaat ettiği yetkililere geçecektir. Bu da basitçe işçi sınıfı üzerindeki iktidarın bir egemen sınıftan diğerine geçmesi anlamına gelecektir.
Buna bağlı olarak, devlete ve sermayeye karşı direniş örgütleri aşağıdan yukarıya özgür örgütlenme ilkesi üzerine inşa edilirse, devlete ve sermayeye karşı elde edilen kazanımlar işçilere akacak ve maddi koşullarda gerçek bir değişim yaratacaktır. Bu örgütlerin üretim araçlarını ele geçirdiği her başarılı devrim, onları gerçekten üyelerinin, yani işçi sınıfının kontrolüne verecektir. Bu örgütler bunu yapabilmek için kapitalist sınıfla karşı karşıya gelmek zorunda kalacaklardır, ancak bunu otoriteyle değil güç kullanarak yapacaklardır. Kapitalizmin işçi sınıfını entegre etmesi gerektiği gibi bizim de kapitalistleri bir sınıf olarak sosyalizme entegre etmemiz gerekmiyor, dolayısıyla onlar üzerinde bir otoriteye ihtiyacımız yok.
Bazı Leninistler hala otoriteyi, işçi sınıfının daha “ileri” unsurlarının, işçi sınıfının diğer unsurlarını kapitalizme karşı mücadelede hizaya getirecek bir yöntem olarak savunabilir. Ancak bu sadece işçi örgütleri içinde bir sınıf dinamiği yaratabilir ve kendi hedeflerimizi sabote edebilir. Eğer belirli bir anda işçi sınıfı bir bütün olarak otoriteye başvurmadan kapitalizmi yenmek için yeterli sınıf bilincine sahip değilse, o anda gerçek bir toplumsal devrim mümkün değildir. Marx’ın dediği gibi “İşçi sınıfının kurtuluşu işçilerin kendi eseri olmalıdır.” Buna şunu da eklemek isterim ki “işçilerin kendileri” işçi sınıfının yeni bir sömürücü sınıf olmaya yazgılı küçük bir alt fraksiyonu anlamına gelmemelidir.
Otorite Üzerine, Anarşizmin başarılı bir eleştirisi değil, Engels’in kendi düşüncesinin eksikliklerinin bir yansımasıdır; bu eksiklikler ne yazık ki Marksizmin çoğu türünde tartışılmadan devam etmiş ve tüm Marksist devrimlerin sosyalizmi getirmede başarısız olmasına yol açmıştır. Çoğu Marksist için tercih edilen örgütsel biçim, otoriter yukarıdan aşağıya parti olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Bu partiler kaçınılmaz olarak, devrim öncesinde ve sırasında kapitalizme karşı çıkmak için ayaklanan işçi sınıfının aşağıdan yukarıya organik örgütlerini yok etmeye ya da kendilerine bağlamaya çalışmışlardır. Bu partiler bir devrimin kontrolünü ele geçirmeyi başardıklarında, yapıları kaçınılmaz olarak işçiler üzerinde yeni bir sömürü sistemi yaratmış ve sosyalizmin doğal tabanı olması gereken işçi sınıfının önemli bir bölümü de dahil olmak üzere pek çok insanın zihninde sosyalizmi zorbalıkla eş anlamlı hale getirmekte başarılı olmuşlardır.
Not: Heimatlos Kültü tarafından Türkçeye çevrilen metin tarafımızca düzeltilerek yayımlanmıştır. (Yeryüzü Postası)
Kaynak: The Problems With On Authority
Çeviri: Heimatlos Kolektf / Konzept
Bir yanıt yazın