Niteliksel Kopuş: Radikal bir çalışma eleştirisi bugün neden gereklidir? – Norbert Trenkle

Kapitalist toplumda çalışma zorunluluğu temeldir. Bu toplumda hayatta kalmak için ya serbest meslek sahibi olarak kendimiz için çalışırız ya da emek gücümüzü satmak, yani kendimizi metaya dönüştürmek zorundayızdır. Bu nedenle, emeğin yararlı şeylerin üretildiği süreçten başka bir şey olmadığı şeklindeki yaygın inancı kabul edemeyiz. Emek, tarihsel olarak kapitalizme özgü karmaşık bir sosyal aracılık biçimidir. Kapitalist özneler birbirleriyle sosyal ilişkilerini emek aracılığıyla kurarlar; bu ilişkiler daha sonra nesneleştirilmiş, yabancı ve şiddetli bir sosyal güç olarak karşımıza çıkar.

Nesneleştirilmiş kapitalist tahakküm doğrudan emek sürecinin kendisi aracılığıyla deneyimlenir: iş yerinde, yalıtılmış bireyler rekabet, ‘rasyonalite’ ve ‘performans’ zorunluluklarına boyun eğmek zorundadır. Dahası, iş yerinde üreticiler ürettikleri şeyi ve bu şeyin yol açabileceği her türlü zararı göz ardı etmelidir. Çünkü çalışma nihayetinde yalnızca kişinin emeğinin ürününü satması ya da basitçe kişinin kendi emek gücünü satması meselesidir: para olmadan meta toplumunda hayatta kalamayız. Emek hepimizi tek bir yasaya, kendi içinde bir amaç olarak sermaye birikimine itaat eden toplumsal makinenin doğal bir parçasına dönüştürür.

Bu nedenle, sermayenin başlangıcından bu yana en şiddetli çatışmaları ateşleyenin emek olması şaşırtıcı değildir. Başlangıçta bu tür çatışmalar genel olarak çalışma zorunluluğuyla ilgiliydi. Geleneksel üretim ilişkilerinden ve sosyal yaşamdan zorla koparılan insanlar bu zorlamayı kitlesel olarak reddettiler, çünkü bir zamanlar tüm gün ellerinin altındaydı, daha sonra başkalarının kontrolü altında köle olmak zorunda kalma kaderine katlanamazlardı. Ancak yüzyıllar boyunca açlık, kırbaç ve ideolojik koşullandırma yoluyla acımasızca disipline edildikten sonra, emek bugün bize göründüğü gibi sadece doğallaştırılmış bir mesele haline geldi. Yine de bir şekilde bundan kaçma dürtüsü hiçbir zaman tamamen yok olmamıştır.

Yakın tarihte gördüğümüz üretkenlikteki çarpıcı artışlara rağmen, ne salt çalışma zorunluluğunun ne de buna eşlik eden acı çekme biçimlerinin bugün hiçbir şekilde ortadan kalktığı söylenemez. Gerçekten de, son kırk yılda, bilgi üretkenlikte belirleyici faktör haline geldikçe, sermaye kendisini doğrudan harcanan emekten giderek daha fazla ayırdı ve birikim artık ağırlıklı olarak finansal piyasalar düzeyinde gerçekleşiyor. Ancak bu değişimin bir sonucu olarak emeğin toplum üzerindeki hakimiyeti zayıflamamış, aksine paradoksal bir şekilde güçlenmiştir. Kapitalist olmayan üretim ve yaşam biçimlerinin temelleri artık neredeyse tamamen aşınmış olduğundan, dünyadaki hemen herkes artık hayatta kalmak için emek gücünü ya da başka bir metayı satmak zorunda kalmaktadır. Ancak aynı zamanda, sermaye emeğe giderek daha az bağımlı hale geldikçe, emek gücünün satıldığı koşullar da genel olarak giderek daha kötü hale geldi.

Bugün kapitalizmdeki temel çelişki artık sermaye ile emek arasındaki çelişki değildir. Daha ziyade, bir yanda sermayenin gezegenin tamamını yutmaya -dolayısıyla yok etmeye- yönelik dürtüsü ile diğer yanda bu yıkımın amaçları için artık kendilerine ihtiyaç duyulmadığını fark eden ve giderek artan insan kitlesi arasındaki çelişkidir. Küresel Güney’in büyük bölümünde çoğunluk uzun zamandan beri bu anlamda ‘gereksiz’ ilan edilmiş durumda. Bu durumda hayatta kalmak, enformel sektörde son derece güvencesiz bir çalışma meselesi haline gelmekte; artık ağırlıklı olarak kadınlar tarafından yürütülen bir faaliyet olan geçim ise daha az güvencesiz olmayan koşullar altında sürdürülmeye bırakılmaktadır.

Kapitalist merkezlerde, emek güçlerinin ekonomik ve sosyal değersizleşmesinden en çok etkilenenler, başlangıçta eski Fordist paradigmanın mirasçıları olan işçi sınıfı ve yeni hizmet proletaryası olmuştur. Ancak post-Fordist çalışma dünyasının görece galipleri olan yeni sözde orta sınıflar bile, hem sosyal konumlarını korumak hem de emek sürecinin sürekli hızlanan mekanizması tarafından geride bırakılmamak için daha fazla mücadele etmek zorunda kaldılar. Son yıllarda, demografik yapı ve işçi kıtlığının şirketleri ücret ve çalışma saatleri konusunda bazı tavizler vermeye zorladığı doğrudur. Ancak bu geçici bir olgudur ve küresel ekonomik gerilemenin ufukta görünmesiyle birlikte bu olgunun er ya da geç ortadan kalkması muhtemeldir.

Bunun yanı sıra, konutların giderek daha az satın alınabilir hale gelmesi ve hayat pahalılığının hızla artmasıyla birlikte, yalnızca bu toplumun kaybedenleri olmaya mahkum edilenler değil, aynı zamanda orta sınıfların büyük bir kısmı da artan ekonomik baskılarla karşı karşıya kalmaktadır. Bunun nedenleri sermayenin kendisinde yatmaktadır, zira dünya yüzeyinin tamamını işgal etmeye zorlanan sermayenin, yaşamın temellerini tahrip etmesinin ekonomik süreçler üzerinde doğrudan yansımaları vardır.

Bu ekonomik işlev bozukluğu ışığında, çalışmayı romantikleştirmeye devam eden ve krizin herkesin kemerlerini sıkması, termostatı kısması ve kollarını sıvamasıyla çözülebileceğini iddia eden herkesin müstehcen bir yanılsamadan muzdarip olduğu açıktır. Kapitalist mekanizmanın devam etmesine yönelik talepler bize yıkımın sürmesinden ve çalışma ve yaşam koşullarının daha da kötüleşmesinden başka bir şey sunamaz. Bunun tam tersini talep etmeliyiz. Sermayeye karşı mücadelede, sermayenin sürekli olarak bizden aldığı ve gezegensel yıkım araçlarına dönüştürdüğü şeyleri, yani gerekli kaynakları ve çalınan yaşam zamanını geri almalıyız. Sadece kapitalist makineye karşı mücadele ederek özgür, kendi kaderini tayin eden faaliyet, işbirliği ve dayanışmaya dayalı yeni üretim ve yaşam biçimleri için yeni alanlar açmayı umabiliriz.

Maliyetsiz sosyal altyapı ve enerji ve konut sektörlerinin sosyalizasyonu talepleri şimdiden ileriye giden yolu işaret etmektedir. Bu mücadeleler, geçimimizin bu kilit unsurlarını piyasanın taleplerinden uzaklaştırmak için mücadele ederek, bunların yerine terimin en gerçek anlamıyla müşterekler olarak, yani ortak mülkiyet olarak örgütlenmelerini amaçlamaktadır. Aynı şekilde, bu yönde attığımız her adım, emeğin zorlayıcı baskısına direnme, özellikle çalışma saatlerinin ciddi ölçüde azaltılması ve otomobil endüstrisi gibi en yıkıcı üretim sektörlerinin kapatılması için mücadele etme kapasitemizi de genişletmektedir.

Bunun şu anda her yerde bize vaaz edilen ‘fedakarlık’ ile hiçbir ilgisi olmayacaktır. Aksine, farklı ve daha iyi bir yaşam kalitesi kazanma yolunda ileriye doğru bir adım olacaktır. Çalışmanın bizden çaldığı harcanabilir zaman türünde ortaya çıkan kazanç, en azından, şimdiye kadar mevcut biçimiyle çalışmanın kendisinin gizli bir zemini ve bileşeni olarak işlev gören bir sosyal yeniden üretimin yeni, cinsiyetten özgürleşmiş biçimlerinin ortaya çıkmasına izin verecektir. O halde emeğin yadsınması, örneğin günümüzün teknolojik ütopyacıları tarafından önerildiği gibi, çalışma saatlerinin niceliksel olarak azaltılması gibi basit bir meseleden çok daha fazlasıdır. Daha ziyade, emeğin yadsınması zorunlu olarak, emeği oluşturan tüm şeyleşmiş faaliyet biçimlerinden niteliksel bir kopuştur.

Kaynak: Qualitative break: why a radical critique of work is necessary today

Çeviri: heimatloskultu / Konzept


Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir