Devlete Karşı ve Devrim – Chris Wright

Chris Wright’ın Lenin’in devlet anlayışını eleştirdiği yazısı Türkçeye Heimatlos Kolektif tarafından tercüme edilmiştir.

Lenin’in Devlet ve Devrim’i uzun yıllar boyunca akademik çevreler dışındaki Marksist devlet anlayışının ana kaynağı olarak hizmet etmiştir. Bu çalışma, Marksist kuşakları, devletin temel analizi ve komünizmin kesin bir kavranışı olarak görünen konular hakkında bilgilendirmiştir. Sonraki dönemlerdeki diğer çalışmalar iki kategoriye ayrılır. İlk olarak, Pashukanis, Poulantzas, Alman devlet türetimi tartışması (Offe, von Braunmueller, Hirsch ve diğerleri gibi yazarlarla), Bob Jessop, John Holloway, Werner Bonefeld, Simon Clarke ve diğerleri gibi sofistike, ancak genellikle akademik ve kesinlikle popüler olarak erişilebilir olmayan çalışmalarımız var. İkinci olarak, Ralph Milliband ve William Domhoff vb. bir dizi Marksist’e yakın yazarların çalışmaları gibi Devlet ve Devrim’in ötesine geçmeyen ya da bunun gerisinde kalan daha popüler çalışmalarımız da var.

Garip bir şekilde, daha sofistike çalışmaların çok azında Lenin’in çalışmalarının ve Marx’la ilişkisinin doğrudan bir eleştirisine rastlıyoruz. Çok az kişi bu tür eleştiriler geliştirmiş ve tartışmalar ise genellikle akademik Marksistler arasında kalmıştır. Örneğin, Poulantzas ve Milliband arasındaki tartışma Marksizmdeki devlet analizinin yeniden canlanmasına yol açtı, ancak ilgi odağı Poulantzas ve Milliband oldu. Daha sonra, Alman devletinin türetimi tartışması Evgeny Pashukanis’in 1924 tarihli Marksizm ve Hukuk kitabını ele aldı, ancak bu tartışma, diğer çoğu tartışmalar kadar Lenin’e yakındı.

Bunun bir kısmı, birçok akademik Marksistin Devlet ve Devrim’i ham veya basit olarak görmesiyle ilgili olabilir. Ancak bu değerlendirme iki önemli hususu gözden kaçırmaktadır. Birincisi, Lenin pek çok kişinin düşündüğü kadar ham değildir. Onun çalışmaları, Marksizmin o dönemde devlet üzerine en sofistike gelişimini temsil etmektedir. Sadece Luxemburg’un Reform ya da Devrim’i ve Anton Pannekoek’in Kautsky ve Bernstein’a karşı yazdığı bazı polemikler, o dönemde devlete yönelik neredeyse en sofistike yaklaşımları temsil etmektedir, ancak bunların kapsamı çok daha sınırlıdır. İkinci olarak, sadece Lenin’in çalışması proletarya diktatörlüğü sorununu, Gotha Programının Eleştirisi’ni (bundan sonra Gothacritik olarak anılacaktır) ve Paris Komünü’nü bu kadar ayrıntılı bir şekilde yansıtmaktadır. Lenin’in kitabı aynı zamanda Lenin’in devlete ilişkin ortaya koyacağı en özgürlükçü yaklaşımı ortaya koyma erdemine de sahiptir. On binlerce Marksistin görüşlerinin oluşmasında merkezi rol oynamış bir eseri ele almak istediğimize göre, başka nereye başvurabiliriz ki? Bu, Ne Yapmalı’yı tartışmadan Leninist parti anlayışından bahsetmek gibi bir şey olurdu. Ve yine de her zaman bu oluyor.

Bu nedenle, Devlet ve Devrim’in eleştirisini birkaç hat üzerinden yapmaya çalışacağım. İlk olarak, Lenin’in devlet ve özellikle de kapitalist devlet anlayışını ele alacağım. Bu süreçte Engels’in devlet anlayışını da tartışmam gerekecek çünkü Lenin’in yaklaşımı aslında Marx’tan değil Engels’ten geliyor. İkinci olarak, Lenin ve Marx’ta proletarya diktatörlüğü meselesini ele alacağım. Lenin hem ‘sosyalizmin’ (komünizmin ilk aşaması) oluşumu hem de devletin varlığı hakkında bir dizi iddiada bulunur. Her iki durumda da Lenin, Marx’ın Fransa’da İç Savaş ve Gothacritik adlı eserlerine yoğun bir şekilde atıfta bulunur, ancak bence bu eserlerden temelde ayrılmaktadır. Üçüncü olarak, Lenin’in devrim sonrası toplum anlayışı ile parti ve bilinç meselesi arasındaki ilişkiyi ele alacağım. Devrimci örgütlerin devrimle ve işçi iktidarının organlarıyla ilişkisine dair alternatif kavrayışlar üzerine birkaç kısa yorum yapacağım. Son olarak, 21. yüzyıl için (Marx’ın fetişizm kavramından ve komünizmin işçi sınıfının gerçek hareketi/mücadelesi olduğu fikrinden yola çıkarak) bir devrim anlayışı geliştirmek açısından düşünülmesi gereken bazı sorular soracağım.

Lenin’in Devlet Anlayışı

Lenin, en başta Devlet ve Devrim’e devlet anlayışıyla başladığı için, buradan başlamak mantıklı görünüyor. Ancak Lenin devlete bu yaklaşımında Engels’i takip eder ve bu nedenle Engels’in eleştirisiyle başlamamız gerekmektedir.

Lenin; Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni ile başlamaktadır. Engels bu kitapta devletin sınıflar başladığında başladığını, toplumun sınıflara bölünmesinin devleti doğurduğunu savunur. Ancak, görünüşte basit ve açık olan bu argüman temel bir şeyi gözden kaçırmaktadır: hiçbir devlet asla jenerik bir devlet değildir. Tüm devletler belirli bir topluma ait devletler olarak var olurlar. Ancak Engels’in yaklaşımı buradan başlamaz, bir meta-kategoriden[1] başlar. Richard Gunn, “Marksizm ve Felsefe” makalesinde (Capital and Class 37, 1989), bu tür bir soyutlamayı ampirist soyutlama, gerçek tarihsel devletlerle bir cins-tür ilişkisi varsayan soyutlama olarak nitelendirir. Başka bir deyişle, elimizde devlet adında metafiziksel bir nesne var ve fiilen var olan tüm devletleri bir hiyerarşi içinde onun altında sıralayabiliriz. Yani “devlet” adlı bir meta-kategori başlığı altında köleci devletleri, feodal devletleri, kapitalist devletleri vs. sıralayabiliriz. Devlet, tarih-ötesi bir soyutlama, filanca “şeyin” devlet olup olmadığını tanımlayan a priori bir yapı haline gelir. Tıpkı meta-teorinin “Güllerin kırmızı olduğu doğru mudur?” diye sormayıp “Gerçek nedir?” diye sorması gibi, Engels de “‘Devlet’ nedir?” diye sorar ve bize bir cevap verir: egemen sınıfın çıkarlarını savunmak üzere örgütlenmiş özel silahlı insan topluluğu. Ancak bu yaklaşım, kapitalist devlete özgü olanın ne olduğunu anlamamızı sağlamakta yetersiz kalmaktadır.

Her yaklaşım “Bu devleti kapitalist devlet yapan nedir?” sorusuna yanıt vermek zorundadır. Engels’in (ve dolayısıyla Lenin’in) yaklaşımı devleti egemen sınıfın bir aracı, bir nesne ve işlevleri tarafından belirlenebilen bir “şey” olarak var olanı ele alır. Devlet kapitalist bir devlettir çünkü kapitalistler devleti kontrol eder. Devleti nasıl kontrol ediyorlar? Kapitalistler devleti yolsuzluk, devletle kişisel bağlar ve devlet ile sermaye arasındaki “ittifaklar” yoluyla kontrol ederler (bkz. Lenin, CW Cilt 25, s. 397-8). Sermaye kendi temsilcilerini devletin içine yerleştirir ve böylece onu ele geçirir. Bu temsilciler de görev sürelerini tamamladıktan sonra kapitalist şirketlerde pozisyon alarak bağı sağlamlaştırır. Buradan yola çıkarak, bir sınıf, onu yeni bir içerikle doldurana kadar devletin boş bir kap olduğu varsayılır.

Devlete alternatif bir yaklaşım, kapitalist devletin diğer devletlerden farkının ne olduğunu kabul etmek zorundadır. Öncelikle, Marx’ın fetişizm kavramından (insanlar arasındaki ilişkilerin, insanlar tarafından aracılık edilen şeyler arasındaki ilişkiler olarak görünmesi) yola çıkarak, devleti bir şey olarak değil, sosyal bir ilişki olarak ele almalıyız. Engels ve Lenin, devletin altında yatan sosyal ilişkiden yola çıkmak yerine, onu bir şey, bir kap, bir araç olarak ele alarak şeyleşmiş devletten yola çıkarlar.

İkinci olarak, devleti şeyleştirmeme ihtiyacını ortaya koyduktan sonra, devleti kapitalist devlet yapan nedir? Üreticilerin üretim araçlarından ayrılması ve üreticilerin emek gücünün bir metaya dönüştürülmesine dayanan sermaye, piyasa (serbest mübadele alanı) ile üretim arasında bir ayrım yaratır. Ancak bu ayrım aynı zamanda emeğe hükmetme araçlarıyla emek gücünün sömürülmesini de birbirinden ayırır: ekonomik olanla siyasi olan birbirinden ayrılır. Dolayısıyla sermaye ile devlet arasında doğrudan bir özdeşlik yoktur; ilişki dolaylı görünür. Lenin ve Engels bu bağı açık hale getirme çabalarında, sanki kapitalistler devleti çeşitli şekillerde doğrudan kontrol ediyormuş gibi davranırlar, ancak bu sadece bağı daha da fetişize etmeye hizmet eder, çünkü görünüşte devlet ve sermayenin özdeşliğini varsayar. Ancak fetişize edilmiş bir dünyada görünüş ve öz örtüşmez; Marx’ın fetişizm ve diyalektik kavramında ele aldığı tam da budur. Lenin ve Engels, “Bu devleti kapitalist devlet yapan nedir?” diye sordukları ölçüde, devlete diyalektik bir yaklaşımdan pozitivist bir yaklaşıma geçerler.

Üçüncü olarak, Lenin ve Engels daha sonra devlete karşı işlevselci bir tutum benimsemeye devam ederler. Devlet, sermayenin genel çıkarlarının korunması gibi işlevlerinden başka bir şeye yaramaz hale gelir. Devlet bir “şey”, bir araç haline geldiğinde, devleti şeyleştirmiş, dolayısıyla gerçekte olduğundan daha istikrarlı hale getirmiş oluruz. Ancak fetişizmden yola çıkarsak; devlet, sermaye-emek ilişkisinin bir biçimi (bir varoluş tarzı) olarak vardır, devlet mücadelenin bir ürünü olmak zorundadır, bu da devletin önceden belirlenmiş bir dizi işlevle tanımlanamayacağı anlamına gelir. ‘İşlevler’ sınıf mücadelesinin ürünü haline gelir. Devletin kuruluşu sürekli bir süreç haline gelir; üzerinde mücadele edilen ve sınıf mücadelelerini yansıtan bir devleti sürekli olarak oluşturma süreci. Kapitalist devlet basitçe burjuva devrimleriyle ya da (Lenin’in tartıştığı gibi) Mutlakiyetçilikle kurulmamıştır. Sınıf mücadelesi, fetişize edilmiş bir sosyal ilişki olarak devleti sürekli olarak kurar ve yeniden-kurar.

Son olarak, bu kadar çok sayıda özgül kapitalist devlet varken nasıl “kapitalist devletten” bahsedebileceğimizi sormalıyız. Sermaye küresel olduğu için, korsanlığın, köleliğin ve fethin kökenlerinden bu yana hep küresel olduğu için, sosyal bir ilişki olarak siyasal olan da küreseldir. O halde her bir devleti basitçe politik olanın yerelliklere parçalanması olarak görebiliriz. Bu parçalanma iki ilişki etrafında döner: emeğin hareketini kontrol etme ihtiyacı ve sermayeyi çekme ihtiyacı. Sermaye hareket eder (sermayenin üretken sermaye, meta[2] sermaye ya da para sermaye olarak hareket etmesine bağlı olarak değişen hareketlilik dereceleriyle) ve yalnızca artı değerin çıkarılması için koşulların cazip göründüğü yerlere yerleşir. Sermayenin hareketliliği ile devletin hareketsizliği arasında bir çelişki gelişir. Sermaye küresel sermaye olarak var olduğu sürece (ulusal sermaye gerçekten bir kurgudur), sermayenin belirli bir kapitalist sınıfla ya da belirli bir kapitalist devletle özdeşleştirilmesi hiçbir anlam ifade etmez. Bu konuya burada derinlemesine giremeyeceğim, ancak bu yaklaşım Lenin’in de dayandığı ve geliştirdiği “tekelci devlet kapitalizmi” kavramını ciddi şekilde zayıflatacaktır. Lenin’in devleti de sermayesi gibi nihai olarak ulusal bir devlettir ve onun dünyası bazı devletlerin diğerlerini sömürdüğü bir devletler sistemidir. Fetişizmden yola çıkan bir teoride, her devlet küresel bir bütünlük olarak politik olanın bir parçası, parçalanmış bir an olarak var olur. Sonuç olarak sömürü, emperyalist devletler ile koloniyal ya da neo-koloniyal devletler arasında değil, küresel emeğin küresel sermaye tarafından sömürülmesidir.

Sonuç olarak, Lenin devletin yıkılması gerektiğini söylese ve kapitalist devlete karşı devrimci bir siyasi pozisyon alsa da, teorisi İkinci Enternasyonal’in teorisini yansıtmaktadır. Buna karşılık, Lenin’in devlet üzerindeki kapitalist kontrol mekaniğinin, G. William Domhoff’tan ya da elit bir kurum olarak devletin diğer algısal liberal eleştirmenlerinden sadece terminolojik olarak farklı olduğunu söyleyebiliriz.

Peki bu bizim devrim anlayışımız için ne anlama geliyor? Bir sonraki bölümde, Marx ve Lenin’in “proletarya diktatörlüğü” ve komünizm kavramlarına ilişkin anlayışları arasındaki farkları ortaya koyacağım.

Lenin’de ve Marx’ta Proletarya Diktatörlüğü ve Komünizm

Burada bizi ilgilendiren birkaç sorun var. Lenin ve Marx “proletarya diktatörlüğü” terimini nasıl anlamaktadır? Proletarya diktatörlüğü ile komünizm arasındaki ilişki nedir? Lenin, Marx’ın Gotha Programının Eleştirisi’nde komünizmin iki aşamasına ilişkin tartışmasını nasıl yorumlamıştır? Lenin’de işçi sınıfının kendi kendini emansipe etmesi ve üreticilerin özgür birliği olarak bir komünizm kavramı var mıdır?

Lenin’in daha önceki tüm çalışmaları ve daha sonra gelenlerin çoğu, proletarya diktatörlüğünü, görevi devrimden sonra kapitalist sınıfı bastırmak olan özellikle diktatoryal bir devlet türü olarak anlar. Açık konuşmalıyız: Lenin, diğer yerlerden farklı olarak, bu kullanımı tutarlı bir şekilde kullanmaz. Bazen terimi Marx’ın kullandığı şekilde kullanır.

Peki Marx bu ifadeyi nasıl anlıyordu? Marx’tan Lenin’e Proletarya Diktatörlüğü terimine ilişkin kapsamlı bir tartışmada Hal Draper, Marx’ın bu terimi belirli bir devlet türüne işaret etmek için değil, işçi sınıfının sosyal diktatörlüğü olarak anladığına dair güçlü bir argüman ortaya koymaktadır. Marx’ın tüm kapitalist devletleri ve hatta kapitalist toplumu burjuvazinin diktatörlüğü olarak adlandırması gibi, o da proletaryanın diktatörlüğüne atıfta bulunmuştur. Aslında, Marx’ın bu ifadeyi kullandığı bir avuç yeri okursanız, bu anlam oldukça açıktır.

İkincisi, Marx bu ifadeyi çok sık kullanmamıştır. Kullandığı az sayıdaki yerde ise Draper, Blanquistlere ve anarşistlere atıfta bulunarak polemik yönüne açıkça işaret etmektedir. Terim aslında Auguste Blanqui ve takipçilerinden kaynaklanmaktadır. Marx tartışmada onların terimini kullanmış, ancak Lenin’in tehlikeli bir şekilde yaklaştığı darbeci bir sosyal devrim kavramına karşı çıkmıştır. En iyi ihtimalle, Lenin’in bazen bu ifadeyi Marx’ın anlamında kullandığını söyleyebiliriz, ancak Devlet ve Devrim’de bile tutarsızdır. Diğer eserlerinin neredeyse tamamında Lenin sürekli olarak yanlış kullanmaktadır.

Bu farklılık başka bir sorunu yansıtmaktadır. Hem Marx hem de Lenin işçi sınıfını devrimci olarak görürken, bunu tamamen farklı nedenlerle yaparlar. Örneğin, Lenin Engels’ten şu pasajı aynen olarak aktarır:

“Artık tabi tutulacak bir sosyal sınıf kalmadığı anda, sınıf egemenliği ve üretimdeki mevcut anarşiye dayanan bireysel varoluş mücadelesi, bu mücadeleden kaynaklanan çarpışmalar ve aşırılıklar ortadan kalktığı anda, tabi tutulacak başka bir şey kalmaz.” “Devlet gibi özel bir zorlayıcı gücü gerektirecek hiçbir şey olmamalıdır.” (Anti-Duhring s.301-03, Almanca üçüncü baskı, Lenin şurada alıntılamıştır: CW, Vol. 25, s.400)

Engels’in Marx’ın temel sermaye eleştirisi olan üreticinin üretim araçlarından ayrılması konusunu hiç tartışmadan kapitalist baskıyı nasıl üretim anarşisiyle ilişkilendirdiğine dikkat edin. Bunu Lenin ile karşılaştırın:

Burjuva egemenliğinin yıkılması ancak ekonomik varoluş koşulları onu bu göreve hazırlayan ve bu görevi yerine getirme olanağını ve gücünü ona sağlayan belirli bir sınıf olan proletarya tarafından gerçekleştirilebilir. Burjuvazi, köylülüğü ve tüm küçük-burjuva grupları parçalayıp dağıtırken, proletaryayı kaynaştırır, birleştirir ve örgütler. Yalnızca proletarya büyük ölçekli üretimde oynadığı ekonomik rol sayesinde burjuvazinin sömürdüğü, ezdiği ve çoğu zaman proleterlerden daha az değil daha fazla ezdiği, ancak kurtuluşları için bağımsız bir mücadele yürütmekten aciz olan tüm çalışan ve sömürülen insanların lideri olma yeteneğine sahiptir. (CW, Vol. 25, s.408)

Lenin, proletaryanın büyük ölçekli üretimdeki rolü nedeniyle özgürleștirici sınıf olduğu görüșündedir. Bu, emek gücünün belirli bir tarihsel örgütlenmesini emek ve sermaye arasındaki temel ilişkiyle karıştırmaktadır. Lenin, Marx’ın yabancılaşmış emek ve fetişizm tartışmasını asla kavrayamaz. Proletaryanın özgürleştirici gücü, işçi sınıfının: mülkiyetin ve sömürünün olumsuzlanması olarak var olduğu gerçeğinden gelir. Sermaye altında üreticinin üretim araçlarından tamamen ayrılması, işçi sınıfının mülk sahibi, yani sömüren bir sınıf olarak var olmasının mümkün olmadığı anlamına gelir. Yabancılaşmış emeğin özel örgütlenmesi, kapitalizm altında emeğin özgül varoluş biçimine göre ikincildir.

Bu, iki farklı perspektifin iki farklı devrim görüşüne yol açması nedeniyle oldukça önemlidir. Lenin için (ve kısmen Engels için) komünizmin ilk aşaması, mevcut üretim sürecinin işçi sınıfı tarafından devralınması, mevcut üretim ilişkilerinin (işçi) devleti tarafından yönetilmesidir. Marx için komünizmin ilk aşaması, emeğin özgür birliği, üreticilerin üretim araçlarından ayrılmasının ortadan kaldırılması, yani mülkiyet ilişkilerinin ortadan kaldırılması anlamına gelir. Marx’ın komünizmin en temel önkoşulları, devrim sırasında yerine getirilen öncüller, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi olarak gördüğü şeyi, Lenin komünizmin ilk aşaması olarak görür.

Lenin, Marx’ın Gotha Programının Eleştirisi’ni ve komünizmin iki aşaması tartışmasını tamamen yanlış anlamaktadır. Marx için komünizmin devletli, meta üretimli ya da ücretli emekli bir aşaması yoktur. Lenin, komünizmin ilk aşaması ile devrimci altüst oluş dönemi sorununu tamamen birbirine karıştırmaktadır. Lenin bunu şu şekilde ifade eder:

Proletaryanın hem sömürücülerin direncini kırmak hem de sosyalist bir ekonomiyi örgütleme işinde muazzam nüfus kitlesine “köylülere, küçük burjuvaziye ve yarı proleterlere” önderlik etmek için devlet iktidarına, merkezi bir güç örgütüne, bir şiddet örgütüne ihtiyacı vardır. (CW, Vol. 25, s.409)

Lenin bunu yaparken, cümlenin ikinci yarısında Marx’tan ayrılır. Bu noktaya kadar Lenin, Marx’ın görüşünü temsil ettiğini iddia edebilirdi.

Lenin aşağıdaki alıntıda devrimci dönem ile komünizmin ilk aşamasını birbirine karıştırdığını vurgulamaktadır:

Bununla birlikte, sosyalizm için çabalarken, bunun komünizme dönüşeceğine ve dolayısıyla, genel olarak insanlara karşı şiddete, bir insanın diğerine ve nüfusun bir kesiminin diğerine tabi kılınmasına duyulan ihtiyacın tamamen ortadan kalkacağına inanıyoruz, çünkü insanlar sosyal yaşamın temel koşullarını şiddet olmadan ve tabi kılınmadan sürdürmeye alışacaklardır. (CW, Vol. 25, s.461)

Açıkça görüldüğü üzere, Lenin komünizmin ilk aşamasını hala bir tahakküm aşaması olarak görmektedir, çünkü bunu yalnızca devlet iktidarının ele geçirilmesi ve özel mülkiyetin devletleştirilmesi açısından düşünebilmektedir. Bu nedenle Lenin şöyle devam eder:

…komünist toplumun ilk evresinde (genellikle sosyalizm olarak adlandırılır) “burjuva hukuku” bütünüyle değil, sadece kısmen, sadece o ana kadar ulaşılan ekonomik devrimle orantılı olarak, yani sadece üretim araçlarıyla ilgili olarak ortadan kaldırılır. “Burjuva hukuku” bunları bireylerin özel mülkiyeti olarak kabul eder. Sosyalizm bunları ortak mülkiyete dönüştürür. Bu ölçüde -ve sadece bu ölçüde- “burjuva hukuku” ortadan kalkar.

Sosyalist ilke olan “Çalışmayan yemeyecek” zaten gerçekleşmiştir; diğer sosyalist ilke olan “Eşit miktarda emeğe karşılık eşit miktarda ürün” de zaten gerçekleşmiştir. Ancak bu henüz komünizm değildir ve eşit olmayan bireylere, eşit olmayan (gerçekten eşit olmayan) miktarda emek karşılığında eşit miktarda ürün veren “burjuva hukukunu” henüz ortadan kaldırmamaktadır. (CW, Vol. 25, s.472)

Bu Marx’la tamamen çelişmektedir. Marx burjuva hakkı der, devleti varsayan hukuku değil. Lenin, üretim ilişkilerine, üreticinin üretim araçlarından ayrılmasına odaklanan Marx’ın aksine, ‘ekonomik devrim’e yalnızca teknik açıdan, ‘üretim araçları’ açısından odaklanır.

“Sosyalizmin” yalnızca burjuva özel mülkiyetinin ortak mülkiyete dönüştürülmesine eşit olduğu fikri Marx’ı tamamen yanlış anlamaktadır. Marx için özel mülkiyet, kapitalist sınıfın toplam mülkiyetinde olduğu gibi, bir bütün olarak kapitalist mülkiyet anlamına gelir, sadece hukuken tanınmış bireysel mülkiyet olarak değil. Devlet kapitalizmi, özel mülkiyeti, yani kapitalist mülkiyeti asla ihlal etmeden bireysel mülkiyeti ortak mülkiyete dönüştürmüştür (bkz. Paresh Chattopadhyay, The Marxian Concept of Capital and the Soviet Experience, Praeger, 1994). Dolayısıyla, Lenin yalnızca kapitalizmin farklı bir biçimini ortaya koymaktadır, çünkü “sosyalizm” altında sosyal üretim ilişkilerinin hiçbiri değişmemektedir.

Hatta Lenin en özgürlükçü eserinde devleti işçi sınıfının karşısına koyar. Aşağıdaki iki paragraf Lenin’in Marx’tan ne kadar uzak olduğunu vurgulamaktadır.

Bizler ütopyacı değiliz, bir anda tüm yönetimden, tüm itaatten kurtulmayı “hayal etmiyoruz”. Proletarya diktatörlüğünün görevlerinin kavranamamasına dayanan bu anarşist hayaller, Marksizme tamamen yabancıdır ve aslında sadece insanlar değişinceye kadar sosyalist devrimi ertelemeye hizmet eder. Hayır, biz sosyalist devrimi şu anda olduğu gibi insanlarla, itaatten, kontrolden ve “ustabaşı ve muhasebecilerden” vazgeçemeyen insanlarla istiyoruz. (CW, Vol. 25, s.430)

Biz işçiler, kapitalizmin halihazırda yaratmış olduğu temelde, işçiler olarak kendi deneyimlerimize dayanarak, silahlı işçilerin devlet iktidarıyla desteklenen katı, demirden bir disiplin kurarak büyük ölçekli üretimi örgütleyeceğiz. Devlet görevlilerinin rolünü, sorumlu, geri alınabilir, mütevazı ücretli “ustabaşılar ve muhasebeciler” olarak talimatlarımızı yerine getirme rolüne indirgeyeceğiz (tabii ki her türden, tipten ve dereceden teknisyenin yardımıyla).

Geçen yüzyılın yetmişli yıllarından muzip bir Alman Sosyal-Demokrat, posta hizmetini sosyalist ekonomik sistemin bir örneği olarak nitelendirmişti. Bu çok doğrudur. Şu anda posta hizmeti, tekel devlet-kapitalisti çizgisinde örgütlenmiş bir işletmedir. Emperyalizm giderek tüm tröstleri, aşırı çalıştırılan ve aç bırakılan “sıradan” insanların başında aynı burjuva bürokrasisinin bulunduğu benzer tipte örgütlere dönüştürmektedir. Ancak sosyal yönetim mekanizması burada zaten elimizin altında. Kapitalistleri devirdiğimizde, bu sömürücülerin direnişini silahlı işçilerin demir eliyle ezdiğimizde ve modern devletin bürokratik mekanizmasını parçaladığımızda, “parazitten” kurtulmuş muhteşem donanımlı bir mekanizmaya sahip olacağız; bu mekanizma, teknisyenleri, ustabaşılarını ve muhasebecileri işe alacak ve hepsine, genel olarak tüm “devlet” memurlarına olduğu gibi, işçi ücretlerini ödeyecek olan birleşik işçilerin kendileri tarafından pekala çalıştırılabilir. Burada, tüm tröstlerle ilgili olarak derhal yerine getirilebilecek somut, pratik bir görev, yerine getirilmesi emekçileri sömürüden kurtaracak bir görev, Komün’ün halihazırda uygulamaya başladığı şeyi (özellikle devletin inşasında) dikkate alan bir görev söz konusudur.

Tüm ekonomiyi, teknisyenlerin, ustabaşıların ve muhasebecilerin yanı sıra tüm memurların, silahlı proletaryanın kontrolü ve önderliği altında “bir işçi ücretinden” daha yüksek olmayan maaşlar alacağı şekilde posta hizmeti çizgisinde örgütlemek – acil hedefimiz budur. Parlamentarizmin ortadan kaldırılmasını ve temsili kurumların korunmasını sağlayacak olan da budur. Emekçi sınıfları burjuvazinin bu kurumlar üzerindeki fuhuşundan kurtaracak olan da budur. (CW, Vol. 25, s.430-1)

Daha da ileri gitmeli ve Lenin’in Marx’ın komünizmin ilk aşaması altında burjuva hakkı tartışmasını tamamen yanlış anladığını, Marx’ın ücretli emeğin varlığını sürdürmesini kastettiğine inandığını söylemeliyiz. Komünizmin ilk aşaması zaten paranın ve ücret ilişkisinin sonunu varsayar. Devletin ve kapitalist üretim ilişkilerinin sonunu varsayar. Komünizmin her iki aşaması da Marx’ın “üreticilerin özgür birliği” olarak adlandırdığı şeye bağlıdır; burada her birinin özgürlüğü herkesin özgürlüğünün ön koşuludur.

Bu, Marx’ın proletaryanın kapitalist sınıfı bastırmak için, geçiş dönemi ve hemen ölmekte olan bir devlet de olsa, bir devlete ihtiyacı olduğuna inanmadığı anlamına mı gelir? Birincisi, Marx’ın aklında bir tür geçici devlet biçimi olduğu açıktır, ancak bu devlet yalnızca mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi devam ettiği sürece vardır. Bunun komünizmin ilk aşamasıyla (Lenin ve diğerlerinin sosyalizm olarak adlandırdığı şey ile) hiçbir ilgisi yoktur.

İkincisi, Marx belirli bir devlet biçimini “diktatoryal” olarak, modern anlamda bir diktatörlük olarak düşünmemiştir, başka bir yerde belirttiğim gibi, belirli bir devlet biçimi sorununu açık bırakmıştır. En fazla, Komün’ün onun anlayışının çekirdeğini oluşturduğunu söyleyebiliriz, ki bu biçim kesinlikle terimin modern anlamında bir diktatörlüğün özelliklerinden hiçbirine sahip değildir. Fransa’da İç Savaş ve Adolph Wagner Üzerine Notlar’daki yazıları daha da açık bir şekilde devlet karşıtı bir yöne eğildiğinden, Marx’ın daha ‘devletçi’ alıntılarından birkaçı bu noktayı belirtmek için yeterli olacaktır. Marx şu yorumu yapmaktadır:

“…Proletaryanın gelişiminin en genel aşamalarını tasvir ederken, mevcut toplum içinde az ya da çok örtülü bir iç savaşın izini sürdük; bu savaşın açık devrime dönüştüğü ve burjuvazinin şiddetle devrilmesinin proletaryanın egemenliğinin temelini attığı noktaya kadar…

“…Yukarıda işçi sınıfının devrimindeki ilk adımın, demokrasi savaşını kazanmak için proletaryayı egemen sınıf konumuna yükseltmek olduğunu gördük.

“Proletarya siyasi üstünlüğünü, burjuvazinin elinden tüm sermayeyi derece derece almak, tüm üretim araçlarını devletin, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde merkezileştirmek ve toplam üretici güçleri mümkün olan en hızlı şekilde artırmak için kullanacaktır.”

(s.31 ve 37, Komünist Manifesto, Almanca yedinci baskı, 1906, Lenin şurada alıntılamıştır:, CW, Vol. 25, s.407)

“Eğer işçi sınıfının siyasi mücadelesi devrimci bir biçim alırsa,” diye yazıyor Marx, siyaseti reddettikleri için anarşistlerle alay ederekten, “ve eğer işçiler burjuvazinin diktatörlüğü yerine kendi devrimci diktatörlüklerini kurarlarsa, ilkeleri ihlal etmek gibi korkunç bir suç işlemiş olurlar, çünkü sefil, bayağı günlük ihtiyaçlarını karşılamak ve burjuvazinin direnişini ezmek için, silahlarını bırakıp devleti ortadan kaldırmak yerine, devlete devrimci ve geçici bir biçim verirler.”

(Neue Zeit Vol.XXXII, 1, 1913-14, s.40, Lenin şurada alıntılamıştır: CW, Vol. 25, s.440-1)

“Kapitalist ve komünist toplum arasında, birinin diğerine devrimci dönüşümü dönemi yer almaktadır. Buna paralel olarak, devletin proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamayacağı bir siyasi geçiş dönemi de vardır.”

(Gotha Programının Eleştirisi, Marx, Lenin şurada alıntılamıştır: CW, Vol. 25, s.464)

Parti ve Bilinç Meselesi

Lenin’in parti anlayışı, Kautsky ve İkinci Enternasyonal’den türettiği bir bilinç kavramına dayanır. Açıkça görülüyor ki, Lenin, Ne Yapmalı? kitabında, işçi sınıfının sendikal bilincin ötesine, devrimci bilince, partinin dışarıdan müdahalesi olmadan geçemeyeceğini iddia ederken bu bağlantıyı açıkça ortaya koyar. Devrimci bilinç sınıf mücadelesinin dışından, bilimin gelişiminden gelir. (Bu görüşün eleştirisi için bkz. Open Marxism: Vols. 1-3, Bonefeld, Gunn, Psychopedis ve diğerleri, 1993-4)[3]

Birçok kişi Lenin’in Devlet ve Devrim’de olduğu gibi farklı anlarda bu perspektifin ötesine geçtiğini iddia etmiştir. Lenin’in sınıfın kendi kendini özgürleştirmesi sorununa farklı bir perspektiften baktığı iddia ediliyor. Bu görüşü destekleyebilir miyiz?

Ben öyle düşünmüyorum. Lenin, sınıf bilincinin gelişimini, partiyi sınıf bilincinin gerekli bir katalizörü ve somutlaşmış hali olarak varsayan mekanik bir şekilde görmeye devam ediyor. Lenin Devlet ve Devrim’de partinin rolüne şu şekilde açıklık getirmektedir,

“Marksizm, işçi partisini eğiterek, iktidarı üstlenme ve tüm halkı sosyalizme götürme, yeni sistemi yönetme ve örgütleme, burjuvazi olmadan ve burjuvaziye karşı sosyal yaşamlarını örgütlemede tüm çalışan ve sömürülen insanların öğretmeni, rehberi, lideri olma yeteneğine sahip proletaryanın öncüsünü eğitir.”

(Lenin, CW, Vol. 25, s.430?)

Partinin rolüne dair bu kavrayış, işçi sınıfının aksine, partiye bilinç taşıyıcılığı rolünü hâlâ çok fazla yüklemektedir. Parti eğitmen, özel bilgi ve tekniğin taşıyıcısı olarak var olmaktadır. Elbette şunu sormaya hakkımız var: Bu ayrıcalıklı malumat, bu ayrıcalıklı bilgi nereden geliyor? Lenin bize net bir şekilde cevap veriyor: Marksizmin pozitif biliminden.

Ama o zaman birkaç sorunumuz var. Marx fikirlerini pozitif bir dünya bilimi olarak ortaya koymamıştır. Marx bilim terimini kullandığında, bunu olumsuz bir şekilde, “var olan her şeyin acımasız bir eleştirisi” anlamında kullanmıştır (bkz. Kutsal Aile) Marx için diyalektik her zaman olumsuz diyalektik anlamına gelir. Engels bunu kavrayamayan ilk kişidir ve onun kısmi hataları üzerine, Lenin’in tamamen özümsediği, diyalektiğin bütünüyle pozitivist bir şekilde ele alınması ortaya çıkmıştır. Bu nedenle, Lenin’in Marksizm kavramı Marx’ın Marksizm’i ile yan yana durmaktadır.

Sınıf mücadelesinin dışında, yabancılaşma ve fetişleştirmenin dışında, bu pozitif bilimi talep edebileceğimiz bir alan da bulamayız. Marx’ta sermaye-emek ilişkisinin dışında, işçi sınıfını, kendi faaliyetimizi ya da başka herhangi bir şeyi saf bir çalışma nesnesi haline getirebileceğimiz ayrıcalıklı, mesafeli, nesnel bir alan bulamayız. Sermaye yabancılaşmış emekten, sermaye içindeki emekten başka bir şey olmadığı için, sermayenin emekten ayrı bir varlığı yoktur. Ancak emek sermaye altında yabancılaşmış emekten başka bir şey ifade etmediği için, kapitalizm üreticilerin üretim araçlarından ayrılması olarak var olduğu için, emek de sermayeye karşı var olur. Bu, birbirine bağlı ama asimetrik bir antagonizma ilişkisi ortaya koyar: sermayenin emeğe ihtiyacı vardır ama emeğin sermayeye ihtiyacı yoktur. Emek aynı anda hem sermayenin içinde-karşısında-hem-de-ötesinde var olur.

Marx’ta devrimci bilinç, bir entelektüeller partisinin ya da hatta işçi sınıfı militanlarından oluşan bir “öncünün” değil, işçi sınıfının kendine özgü ayrıcalığıdır. Sermayenin içinde ve karşısında olmanın antagonizması tarafından kirletilen işçi sınıfı, bir bütün olarak, fetişizasyon sürecinin ötesini görebilecek konumdaki tek sınıftır. Sınıfı bir bütün olarak devrimci sınıf bilincine götüren “bilimsel sosyalist fikirler” değil, sömürü ve yabancılaşmış emektir. Marx’ın sınıfın kendi kendini özgürleştirmesi nosyonu (ve Komünist Manifesto’da, Uluslararası Emekçiler Birliği’ndeki çalışmalarında ve Gotha Programı Eleştirisi de dahil olmak üzere hayatının sonlarına doğru yazdığı mektuplarda belirtilen örgütlenme nosyonlarında) Lenin’den farklı bir bilinç nosyonuna işaret eder. Bilincin oluşumuna dair bu farklı kavrayış, tamamen farklı bir devlet ve devrim kavramını ima eder. Aynı zamanda tamamen farklı bir örgütlenme anlayışını da ima eder.

Eğer Lenin’in örgüt kavramının Marx’ın bilinç ve dolayısıyla örgüt sorununa yaklaşımından bir sapma içerdiği konusunda haklıysam, o zaman nereden başlayacağız?

Öncelikle, Leninist olmayan örgütlenme biçimlerini, hatta nihayetinde başarısız olanları bile ciddi bir şekilde yeniden incelememiz gerekiyor. (Bir anlamda hepsi başarısız oldu ama bazıları diğerlerinden daha iyi başarısız oldu). Konsey komünistleri, belli bir noktada konseyleri fetiş[4] haline getirmiş olsalar bile, işçi konseyleri sorununu ele alıp geliştirdiler. Nihayetinde, devrimci örgütlerin kendilerini konseyler içinde eritmeleri ve devrimden sonra işçilerin iktidar organlarından ayrı bir varoluş önermemeleri gerektiğine karar vermiş görünüyorlardı. Marksist-Hümanizm ve Socialism ou Barbarie öncülük fikrine karşı çıkan, ancak kritik noktalarda ayrışsalar da teori ve pratik birliğine güçlü bir vurgu yapan farklı örgütlenme anlayışları geliştirmiştir. Sitüasyonist Enternasyonal önemli bir ‘militanizm’ eleştirisi geliştirmiştir. Aynı zamanda Marksist örgütlerin işçi konseylerindeki rolüne ilişkin konseyci pozisyonu geliştirerek, tamamen olumsuz, bürokrasi karşıtı ama devrimden sonra da devam eden bir rol öngördüler. İngiltere’deki Solidarity bu farklı grupların fikirlerinin bir karışımını aldı ve daha fazla araştırmaya değer bir dizi fikir geliştirdi. Burada sadece benim için kritik olan müdahalelerden bahsediyorum ve umarım her birimiz masaya başka örnekler ve fikirler getiririz.

İkinci olarak, “Devrimci bilinç sınıf mücadelesi sırasında geliştiğine, ancak Marksizm her devrimci işçinin aklına gelmediğine göre, Marksistlerin rolü nedir?” diye sorarak başlayabiliriz. Yeniden düşünmemizin bir parçası olarak Marx’ın Komünist Manifesto’da komünistlerin işçi hareketindeki rolüne ilişkin basit yorumlarına dönmekten daha kötüsünü yapabiliriz. Marx’ın örgütsel teori ve pratiğini aşağılamak Leninizmin (özellikle de Lenin sonrası Leninizmin) temel bir parçasını oluşturmuştur. Marx için böyle olmadı, dolayısıyla bizim için de böyle olması gerektiğini düşünmüyorum. Hâlâ “Devrimciler olarak ne yapmalıyız?” diye sormak zorundayız. Leninizmin cazibesi, yanlış bir cevap olsa bile, her zaman bir cevabı olmasıydı.

Bir Devrim Anlayışına Doğru

Her ne kadar bunu düşünmüş olsam da ve böyle bir tartışma tüm bu makalede örtük olarak yer alsa da Bolşeviklerin iktidarda olup olmaması sorununa, hatta Ekim’e değinmedim. Bu, burada sahip olduğumuzdan çok daha fazla yer gerektirecektir. En iyi ihtimalle, insanların başvurabileceği, her biri Leninizmin, özellikle de iktidardaki Leninizmin daha ileri bir eleştirisini geliştirmek olarak göreceğim şeyin bir parçasını yakalayan bir dizi çalışma önerebilirim.

Bunun yerine bazı sonuçlara varmak istiyorum. Birincisi, Lenin’in tutarlı bir Marksist devlet analizi geliştirdiği fikrini savunabileceğimizi sanmıyorum. Aksine, güçlü bir işlevselcilik ve pozitivizmden muzdarip bir görüş geliştirmektedir. İkinci olarak, Lenin’in devrim kavramının Marx’ın işçi sınıfının kendi kendini özgürleştirmesi olarak devrim kavramıyla çok az ortak noktası vardır. Lenin haklı olduğu yerlerde, Marx’tan zaten alamayacağımız hiçbir şey söylemiyor. Lenin genel olarak Marx’ın Gotha Programının eleştirisini yanlış anlamaktadır. Komünizm ve proletarya diktatörlüğü üzerine tüm tartışması Marx’tan bir ayrılıştır, bir uzantı değil. Daha ziyade Lenin, devleti fetişize etmesiyle Lassallecılık olarak adlandırabileceğimiz düşünce çizgisini genişletir. Başka bir deyişle, sadece Lenin’in ötesine geçmek zorunda değiliz; Leninizmi tarihin çöplüğüne terk etmek zorundayız. Tamamen başka bir yerden başlamak zorundayız.

Bu sadece Marx’a geri döneceğimiz anlamına mı geliyor? Soracak yeni sorularımız ve özümseyecek yeni deneyimlerimiz var. Marx’tan bu yana dünya durmadı, devrim de durmadı. Marx’ın boğuştuğu bazı sorunları Marx’ın boğuştuğu şekliyle yeniden inceleyerek, belki de John Holloway, Werner Bonefeld, Richard Gunn ve diğerlerinin “Açık Marksizm” olarak adlandırdığı farklı bir Marksizmin yeniden formüle edilmesine yardımcı olabiliriz.

Kuşkusuz, 20. yüzyıldan sonra, iktidar ve devrim hakkında artık aynı terimlerle düşünemeyiz. Sadece “Komünarların ne yaptığına bakın” da diyemeyiz. Ancak en azından bu deneyimi görmezden gelemeyiz. Cevaplarım olduğunu iddia etmiyorum ama sorularım var. Bu yüzden burada yeni bir devrim anlayışı önermeyeceğim, ancak bu anlayışı kolektif olarak geliştirmemize yardımcı olabilecek bir dizi noktayı ortaya koymak istiyorum.

1. Bu tartışmanın merkezinde devlet kavramı ve onu nasıl anladığımız yer almaktadır. Holloway, Bonefeld, Simon Clarke ve Vital’in başlattığı hayati öneme sahip bu çalışmayı devam ettirmemiz ve geliştirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Genel devletin ya da sermaye-emek ilişkisinin dışında bir araç olarak devletin ötesine geçmeliyiz. Bu yaklaşımı, bu makalede söylediğim birkaç şeyin ötesinde burada detaylandıramıyorum.

2. İşçi sınıfı devrimi sorununu tartışırken, daha önce gördüğümüz işçi iktidarı biçimlerini, özellikle de fabrika konseyleri ve işçi konseylerini yeniden tartışmaya açmak zorundayız. Bu tartışma hiçbir zaman tam olarak sona ermedi, ancak tüm cevapları bildiğini varsayan Leninist egemen bir tartışmanın sınırlarında Marksizmin azınlık tartışması haline geldi. ‘Devleti yıkma’ kavramının devlet ve devrim ilişkisine dair tüm sorunu gerçekten yeterince değerlendirip değerlendirmediğini sormalıyız. Artık devrimin neye benzediğini gerçekten bilmediğimizi kabul ederek (Rusya’da bir devrim türünü diğeriyle karıştırdık ve son 30 yılda büyük ölçüde değişen bir dünyada o zamandan beri nispeten az sayıda devrim gördük) devrimin hatları sorusunu yeniden açmalıyız.

3. Proletarya diktatörlüğü kavramıyla boğuşmak zorundayız. Öncelikle, artık bu terimi kullanmak istiyor muyuz? Marx’ın zamanında zaten modası geçmiş görünüyordu ve Engels devrimci devletten bir devlet olarak değil, Komün kelimesinin Almancasını kullanarak bahsetmeyi bile önerdi (1875’te Bebel’e yazdığı ve Devlet ve Devrim’de Marx’ın Gotha Programının Eleştirisi bölümünde alıntılanan bu konuyla ilgili mektubuna bakın). Ancak bunun ötesinde, Marx’ın deyimiyle “geçici durum”un aşmamız gereken bir engel mi yoksa devrimin geri dönemeyeceği ölümcül bir sapak mı olduğunu sormalıyız.

4. Komünizmi nasıl anlayacağız? Elimizde Marx’ın içgörüleri, Komün’den sonraki tartışmaları var. Yararlanabileceğimiz çok çeşitli Leninist olmayan fikirler var ve hatta söylemeye cüret ediyorum, anarşizmi ciddi bir şekilde yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor.

5. Örgütlenme sorununu ve devrimcilerin rolünü yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor. Yukarıda bu soruları yönelttim, ancak sadece en kısa hatlarıyla.

Bunlar sadece bazı geçici sorular ve öneriler, ama belki de başlamamız gereken yer burasıdır. Artık tüm cevaplara sahip olmadığımız gibi, hiçbir zaman sahip olmadığımız gerçeğini de hesaba katmak zorundayız. Marx’ı taze gözlerle görmek ve devrimi yeniden keşfetmek için elimizden geleni yapmalıyız.

Çeviri: Serapion & Konzept (Heimatlos Kolektif)

Kaynak: Contra State and Revolution


Çevirmen Notları:

[1] ‘Meta’ kelimesi İngilizcedeki ‘commodity’ anlamında değil ancak ‘meta’ anlamında kullanılmaktadır: ‘üst’ anlamındadır (üst-kategori vb.)

[2] Bu sefer ‘commodity’ anlamında.

[3] Türkçesi için bkz. Açık Marksizm: Geleneklere Karşı, Otonom Yayınları.

[4] Konseyin bir ideolojiye dönüşümü en çok Sitüasyonist Enternasyonal’de ortaya çıkar. Socialisme ou Barbarie ile olan etkileşimleri sonrasındaki bu konsey fetişizasyonu Sitüasyonistlerin içinden asla çıkamayacakları bir biçim-içerik çukuru yaratmıştır. Daha ayrıntılı bir tartışma için bkz. Endnotes 1. Issue, Bring out your dead.


Yorumlar

“Devlete Karşı ve Devrim – Chris Wright” için bir yanıt

  1. […] devletler olarak var olurlar. Ancak Engels’in yaklaşımı buradan başlamaz, bir meta-kategoriden[1] başlar. Richard Gunn, “Marksizm ve Felsefe” makalesinde (Capital and Class 37, 1989), bu […]

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir