13 Kasım’da sivillere yönelik vahşi bir katliam gerçekleştirildi. Aralarında çocukların da olduğu 6 kişi hayatını kaybetti, onlarca insan yaralandı. Amacı, failleri ve sonuçları belirsiz bu saldırı sonrasında, ortaya atılan sayısız iddia ve senaryo arasında yine boğulmuş, çaresiz ve endişe içinde olan biteni anlamaya çalışıyoruz.
Bizler -siyasal güce sahip olmayan milyonlarca insan gibi- iktidar kavgalarının, emperyalist savaşların uzantısı olan çatışmalarda ve pazarlıklarda neler yaşandığı ile ilgili ancak bize gösterildiği kadarıyla tahminlerde bulunabiliyoruz. Paylaşılan bilgileri, parçası olduğumuz işçi sınıfının tarihsel deneyimleri ışığında yorumlayabiliyoruz ve aslında ancak sonuçları gördükçe bu karanlık senaryoları gerçek anlamıyla çözümleyebiliyoruz. Halen birçok belirsizlik olsa da şunu biliyoruz ki, devletin Kürt sorununda savaşa dayalı militarist politikalarının zemin hazırladığı böylesi karanlık saldırılar, yaşadığımız bölgede yıllardır devam eden emperyalist paylaşım savaşlarının bir uzantısı ve bölgedeki çatışmaları körükleyecek etkileri olabilir.
2015 yılında barış sürecinin sonlandırılmasının ardından gerçekleşen, yoldaşlarımızı ve dostlarımızı yitirdiğimiz katliamlar hafızamızda tazeliğini koruyorken 13 Kasım Taksim katliamı sonrasında herkes “Benzer bir sürece mi giriyoruz?” diye soruyor. Bugüne kadar ortaya çıkan bilgilerle bunun kirli bir planın parçası olduğunu anlayabiliyoruz ancak hava öylesine puslu ki pek çok olasılık hala mümkün gözüküyor. Polis katliamı gerçekleştirenin Suriye uyruklu Ahlam Albashir isimli bir kişi olduğunu ve şahsın sorgusunda PKK tarafından eğitildiğini ve Kobani’den İstanbul’a eylem yapma talimatıyla geldiğini iddia ederken, bir yandan da işkence gördüğü anlaşılan fotoğrafı servis etmekten çekinmedi. Öte yandan PKK’nin silahlı kanadı HPG tarafından saldırıyla herhangi bir ilgileri olmadığı açıklandı.
Neler olup bittiği tümüyle belirsiz ama saldırıyı gerçekleştirdiği iddia edilen kişi ve olayın oluş biçimine ilişkin sayısız iddia, çelişki ve belirsizlik varken, akıl ve vicdan sahibi hiç kimse yalnızca işkence gördüğü anlaşılan şüphelinin “itirafı” ile devletin iddialarını doğru kabul etmeyecektir. Devletin savaş politikalarını sürdürmek için böylesi olayları bahane olarak kullandığını hepimiz çok iyi biliyoruz. Benzer biçimde 2015’te Ceylanpınar’da iki polisin öldürülmesini, devlet barış sürecini sonlandırmanın, Suriye ve Irak’a yönelik askeri operasyonların bahanesi olarak kullanmıştı. Daha sonra PKK üyesi oldukları ve bu cinayetleri işledikleri iddia edilen kişiler beraat etmiş, cinayetler faili meçhul olarak kalmıştı.
Bugün de bu katliam bahanesiyle bir yandan yabancı ve mülteci düşmanlığı körüklenirken, bir yandan da devlet tarafından Suriye’ye dönük yeni işgal operasyonlarının zemini oluşturulmaya çalışılıyor. Uzun süredir körüklenen özellikle Kürtleri ve mültecileri hedef alan ırkçılığın, bu katliam sonrasından daha da tehlikeli bir boyuta varma olasılığı bulunuyor. Ayrıca 2011’den bu yanan Suriye’de devam eden savaştan nemalanan egemen güçlerin, daha fazla insanının yaşamını yitirmesi, yeni yıkımlar ve bölgedeki sorunların daha da içinden çıkılmaz hale gelmesi pahasına yeni maceraların peşinde oldukları anlaşılıyor. Öte yandan bu saldırı devlet içindeki iktidar mücadelesi bakımından da önem taşıyor.
Bu saldırı 2015’te olduğu gibi AKP’nin iktidarını korumak için çeşitli hamleler yapmasına olanak sağlayabileceği gibi, iktidarın alternatifi olan güçlerin mülteci ve Kürt düşmanlığı ekseninde sürdürdükleri propagandalara da zemin açabilir. Kuşkusuz savaş politikaları, Kürt sorunu, ırkçılık ve benzeri meseleler söz konusu olduğunda iktidara aday olan güçler arasında bir ayrılık söz konusu değil. Aralarındaki rekabet rağmen “bu düzenin bekası” söz konusu olduğunda tüm düzen partilerinin ittifak halinde olduğunu görüyoruz.
Kapitalist barbarlık dünyanın her yerinde ve yaşadığımız coğrafyada sonu gelmeyen savaşlar ve çatışmalara neden oluyor. Sömürü ve baskı gibi, şiddet de bu düzenin kaçınılmaz sonucu ve tüm düzen partileri o ya da bu şekilde bu politikalara hizmet ediyor. Bu nedenle bu düzen karşısında yalnızca kendi gücümüze güvenebiliriz.
Her geçen gün yoksullaşırken, ekonomik kriz giderek derinleşirken, mülteci sorununun körüklediği ırkçılık giderek palazlanırken savaş ve çatışmaları körükleyecek her tür politikanın karşısında durmak zorundayız. Halklar arasında düşmanlığı körükleyecek, Kürt sorununun barışçıl çözüm ihtimalini tümüyle ortadan kaldıracak, yaşadığımız sorunların daha da derinleşmesine neden olacak politikaların karşısında sınıf mücadelesini güçlendirmek zorundayız. Bizler için savaş, katliam, yoksulluk ve baskı anlamına gelen bu düzene meydan okumak ve onun yıkılması için dünya çapında örgütlemekten başka çaremiz yok.
Uluslar arasında savaşa, sınıflar arasında barışa hayır!
Savaşa karşı sınıf savaşı!
Yeryüzü Postası
Bir yanıt yazın