Amasra Maden Katliamı: Kader Değil Kapitalizm

14 Ekim’de maden katliamlarına bir yenisi eklendi. Bartın’ın Amasra ilçesinde bulunan Amasra Taşkömürü İşletme Müessesesi maden ocağında gerçekleşen katliamda 41 sınıf kardeşimiz hayatını kaybetti. Katliamın ardından konuşan Recep Tayyip Erdoğan “Biz kader planına inanmış insanlarız. Kader planına da inandığımız için bunun ne dünü ne bugünü ne yarını hiçbir zaman olmayacaktır. Bunlar her zaman olacaktır” derken bir gerçeğin altını çiziyor: Kapitalizm var olduğu sürece böylesi iş katliamları da olacak. Ve biz bu düzenin bizim kaderimiz olduğuna inandığımız sürece kapitalizm var olmaya devam edecek.

Diğer yandan Erdoğan’ın “kader” sözüne “muhalefetin” çeşitli kesimden tepkiler gelse de aslında onlar da kapitalizmin bizim kaderimiz olduğunu kabul etmiş durumdalar. Önerileri de işçi sınıfının bu düzeni bir kader olarak kabul etmeleri aslında. Bugüne kadar gerçekleşen maden katliamları sonrasında en radikal çözüm önerileri “devletleştirme” olan ve kapitalizmi ortadan kaldırmak gibi bir hedef aklının ucundan bile geçmeyen düzen solu, Amasra katliamı sonrasında ne diyeceğini şaşırmış durumda. Çünkü katliamın gerçekleştiği maden Türkiye Taşkömürü Kurumu’na ait, yani bir devlet işletmesi. Bu durumda dile getirebildikleri tek argüman madenin iyi işletilemediği ve denetlenmediği oluyor. Düzen solunun, CHP’nin peşine takılarak bugün yaşadığımız sorunların yöneticilerin “liyakat sahibi” olmamasından kaynaklandığını kabul etmesi oldukça manidar. İşin çelişkili yanı, devlet kurumlarının iyi işletilmediği eleştirisinin, aslında 1980’lerle birlikte hız kazanan özelleştirmeleri savunmak için kullanılan bir argüman olması.

Ancak Amasra katliamı işçi sınıfı için patronun, devlet ya da bir kapitalist şirket olması arasında bir fark olmadığını ve dolayısıyla devletleştirmenin çözüm olmadığını tekrar gösterdi. Üretim araçlarının devlet mülkiyetine geçmesi onların kapitalist doğasını ortadan kaldırmayacaktır. Üretim ilişkileri değişmeksizin, üretimin tümüyle devletin kontrolüne geçse dahi devlet kolektif kapitalist aygıt olarak varlığını sürdürecektir. Günümüzde ise sermayenin genel çıkarları adına devletler zaman zaman piyasaya müdahale etmekte ve piyasadaki ilişkileri düzenlemektedirler. Sermayenin yeterince gelişmediği dönemlerde veya sermaye açısından kârlı olmayan sektörlerde, sözünü ettiğimiz devlet müdahalesi doğrudan işletmelerin kurulması, var olan işletmelerin devletleştirilmesi veya kapitalist şirketlerin sübvansiyonlarla desteklenmesi şeklinde olmaktadır. İş cinayetlerinin en yoğun yaşandığı kömür madenciliği de aslında, hala bizzat veya rödovans sistemiyle devletin kontrolünün en fazla olduğu sektörlerden biridir.

Kuşkusuz katliamın adım adım geldiğini gösteren raporlara rağmen önlem almayan kurum yetkilileri, üst düzey bürokratlar ve hükümet bu katliamın asli sorumlusudur. Yine,  katliam öncesinde iş güvenliği önlemlerinin alınması noktasında çaba harcamak ve sonrasında katliama tepki göstermek bir yana “En yakın zamanda da bütün riskler ortadan kalktıktan sonra ocaklarımız üretime başlayacaktır”, “Kimse provokatif eylemlere girmesin. bu zamana kadar başka hiçbir eyleme girmedik, girmeyiz de. Çizgimiz, yapacağımız, yaptığımız işler belli” şeklindeki açıklamalarıyla tek dertlerinin patronların çıkarları için çalışmak olduğunu gösteren sendikacılar bu katliamın failidir.

Ancak büyük maden kazalarının neredeyse tamamının gerçekleştiği kömür madenlerinde yaşanan katliamların sebebinin yetersiz iş güvenliği veya yöneticilerin beceriksizliğinden ibaret olmadığı, çözümünün ise devletleştirme olmadığı açık. Farklı sektörlerdeki iş cinayetlerinin iş güvenliği önlemleri ile engellenmesi teorik olarak mümkün olsa da kömür madenlerinde derine indikçe katliam boyutunda iş kazalarının yaşanma riski artmaktadır. Ancak Ukrayna-Rusya savaşı sonrasında enerji krizinin giderek derinleştiği koşullarda kömür madenlerinin kapatılması tartışmasının bile yapılmadığını görüyoruz. Oysa kömür tüketiminin sonlandırılması, etkilerinin doğrudan hissettiğimiz iklim krizini engellemenin de şartlarından biridir. Ancak bu düzende bunun gerçekleşmesini beklemenin ve egemenlerden bunu talep etmenin hayalcilik olduğunun farkındayız. Bu yüzden gerçekçi olmalı ve kapitalizmin yıkılması için mücadele etmeliyiz. Üretimin toplumsal ihtiyaçlara değil kapitalistlerinin çıkarlarına ve piyasanın gerekliliklerine göre şekillendiği bu düzende iş cinayetleri de kaçınılmazdır. İşçi sınıfı için kapitalizmin ve onun çıkarlarına hizmet eden devletlerin ortadan kaldırılmasından ve insan ve doğanın uyum içinde olacağı, sınıfsız özgür bir toplumsal düzen kurulmasından başka bir çözüm bulunmamaktadır.

Bu katliama kader diyenler, işçilerin onu yok edebileceklerini anladıkları ve bunun için ayağa kalktıkları anda kapitalizmin varlığını sürdürmesinin mümkün olmadığını çok iyi biliyorlar. Devlet bir yandan baskı ile bir yandan ise propaganda ile işçi sınıfını kontrol etmeye çalışırken düzen içi çözümler üretmek yalnızca düzenin politik hegemonyasını sağlamlaştırmaya yarıyor. Bu hegemonya ancak bu düzenin yıkılabilir ve yıkılmak zorunda olduğunu açıkça ifade eden devrimci politikalarla sarsılabilir. Ve bugün, bunu geniş kesimlere anlatan propaganda biçimleri geliştirmemiz ve kapitalizmin kalbi olan iş yerleri başta olmak üzere yaşamın tüm alanlarında var olarak mücadeleleri radikalleştirmemiz gerekiyor.

Yeryüzü Postası


Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir