Anasayfa / Makaleler / Ne vatan ne patron, ne Le Pen ne Macron – Alican Tayla

Ne vatan ne patron, ne Le Pen ne Macron – Alican Tayla

23 Nisan’da Sosyalist Parti’ye oy veren sol seçmen ne kadar dövünse yeridir. Sahici solun adayı Mélenchon yüzde 1,8’lik farkla Le Pen’in gerisinde kaldı. 7 Mayıs’taki ikinci turda, Fransa Cem Uzan’ın ruh ikizi Macron’la “asena” arasında tercih yapacak. “Sıtma”ya razı olacağı kesin gibi. İlk turu yüzde 24 oyla önde bitiren, ikinci turda cumhurbaşkanı koltuğuna oturmaya hazırlanan “ne sağcı ne solcu” Macron çöken “merkez”in bir armağanı, zamanımızın bir kahramanı.  

Dünya basınının el birliğiyle “tarihî” olduğunu ilan ettiği 2017 Fransa cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk tur sonuçları açıklanmış, Paris’in Taksim’i République yavaş yavaş boşalmışken, meydandaki sol mücadelenin sembolü heykelin dibine yazılmış şu slogan milyonlarca Fransızın hayal kırıklığını özetliyordu: Ni patrie, ni patron… Ni Le Pen, ni Macron! (Ne vatan ne patron… Ne Le Pen ne Macron!)

Hayal kırıklığının bu derece büyük olmasının sebebi, sağcı ve liberal adayların ilk üç sırayı almasının ötesinde (Emmanuel Macron – liberal merkez: yüzde 23,9, Marine Le Pen – aşırı sağ: yüzde 21,4, François Fillon – muhafazakâr ultraliberal sağ: yüzde 19,9), sahici bir sol adayın onlarca yıldır ilk kez ikinci tura kalmaya bu kadar yaklaşmış olması ve son âna kadar bu umudu sürdürmüş olmasındandı.

Fakat maalesef Jean-Luc Mélenchon ve önderliğini yaptığı France insoumise (Boyun eğmeyen Fransa) hareketi yüzde 19,6’da kaldı. Şimdi, 7 Mayıs’taki ikinci turda Fransızlar katıksız liberal Macron’la ırkçı Le Pen arasında tercih yapmak durumunda. İlk turun ertesi günü sokakta bir teyzeden duyduğumuz gibi, “vebayla kolera arasında bir tercih”. Ya da açmazı reddedip sandığa gitmemek, ikinci turu boykot etmek.

Liberal hegemonya ve merkezin çöküşü

Birçok kişinin bu seçimin tarihî olduğunu iddia etmesinin en temel ve basit nedeni, 1958’de ilanından beri, Fransa 5. Cumhuriyeti tarihinde ilk kez merkezdeki sol ve sağ partinin adaylarının ikinci tur görememesiydi. Bu merkezî hegemonya öyle büyük ki, şu âna kadar sadece o iki partinin adayı cumhurbaşkanı olmuş ve hatta ikinci tura başka bir adayın çıkması sadece bir kez görülmüştü –2002’de, Marine Le Pen’in babası, “başbuğ” Jean-Marie Le Pen.

Bu durumun temelinde birçok ülkede olduğu gibi fiilen iki partili bir rejim yaratmayı hedefleyen iki turlu seçim sistemi yatıyor. Temsiliyet kapasitesi son derece tartışılır bu sistemin en belirgin sonucu “uç” adayları silip süpürmesi, dolaylı olarak da halihazırdaki geçerli söylemin azıcık dışına çıkan herkesi marjinal, yani “uç” kılması. ‘70’lerden bu yana liberalizmin giderek hegemonyasını tesis ettiği bir dünyada bu durumdan en mustarip olan tabii ki soldu. ‘80’lerde etkisini iyice artırıp ‘90’larda doruk noktasına ulaşan bu liberal hegemonya merkez sağı aşırı sağa yaklaştırıp merkez solu sağa iterken, anti-kapitalist, hatta daha geleneksel Keynes’çi solu dahi oyun tahtasından neredeyse silip atmıştı.

Bu erozyon ve liberal merkezdeki birleşme, en azından seçmenin büyük bir kısmının gözünde miadını dolduruyor. Yalnızca Fransa’da değil, ABD’de Trump’ın seçilmesinden (ve Bernie Sanders’ın son âna kadar Hillary Clinton’ı zorlamasından) Britanya’daki Brexit oylamasına ve belki daha da önemlisi, dünyanın dört bir yanındaki sivil direniş hareketlerine baktığımızda da bunu görüyoruz. Bu madalyonun bir yüzünde soldan gelen ve düzeni temelinden sorgulayan dinamik, diğer yüzündeyse Trump ve Le Pen gibi popülist aşırı sağcı hareketlerin ve figürlerin tırmanışı var.

Fransa’da son yılların hiç kuşkusuz en hararetli seçim kampanyası bu genel bağlamda açılırken, popülaritesi görülmemiş seviyelere (bazı anketlere göre yüzde 4!) düşmüş halihazırdaki “sosyalist” cumhurbaşkanı Hollande’ın ikinci kez aday olmayacağını açıklamasıyla ilk fire verilmiş oldu: Sosyalist Parti’deki (SP) ön seçimi Hollande’ın yarattığı hayal kırıklığının etkisiyle kazanan ve SP’nin sol kanadını temsil eden Benoît Hamon partiyi bir türlü arkasında birleştiremedi. İlk turda, bırakın ikinci tura kalmayı, SP tarihinin en düşük oyunu alarak yüzde 6,7’yle havlu attı.

Yakın geçmişte adını Les Républicains (LR – Cumhuriyetçiler) olarak değiştiren ana sağ partinin ön seçiminde ise uzun süre iyice aşırı sağa yanaşan eski cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ile daha merkeze yakın bir liberal sağı temsil eden eski başbakan Alain Juppé yarıştı ve bütün uzmanları, kamuoyu araştırmacılarını (ve bu arada bizi de –bkz.birdirbir.org’da yayınlanan “Juppé başk…” başlıklı yazı) yanıltarak François Fillon galip geldi. Fillon’un Fransız siyasetinin bu iki ağır topuna karşı en etkili kozu, rakiplerinin karıştığı çeşitli siyasi ve hukukî yolsuzluklara karşı kendi sicilinin temiz olmasıydı. Gelin görün ki, bu zaferden kısa süre sonra bu kez de Fillon’un yolsuzlukları (en önemlisi eşi ve çocuklarını yapmadıkları işler için kamusal fondan maaşa bağlamış olması) ortaya saçıldı. Ve alabildiğine madara olan, tüm anketlerde ciddi oy kaybeden Fillon’un da ikinci tura kalma ihtimali son derece zayıfladı.

Bu seçimin “tarihî bir seçim” olmasının esas sebeplerine işte burada geliyoruz. Bu iki ana partinin (SP’nin tümden, LR’nin ise kısmen –nitekim Fillon ikinci tura kalma umudunu her şeye rağmen son âna kadar sürdürdü) ikinci plana düşmesiyle, ilk tur tartışmaları daha önce vaki olmamış bir şekilde üç farklı hareket arasında cereyan etti: aşırı sağ, liberalizm ve sahici sol. Böylece ilk tur öncesi kampanya süreci, Fransa’nın yakın tarihinde görülmemiş ateşli tartışmalara, kimi zaman Türkiye’deki 2010 referandumunu hatırlatan “camia içi” çarpışmalara sahne oldu. Tabii ki esas olarak bu tartışmalar solda yaşandı.

Bugüne dek, ilk turdaki ayrımlar ne olursa olsun, ikinci turda sağa karşı, çok beğenmese de merkez sol partinin adayına oy vereceğini bilmek Fransa’da kendini genel olarak solda addetmek için yeterliydi. Fakat iki merkez adayının, özellikle de solun geleneksel birleştirici adayının ikinci turu görme ihtimalinin ortadan kalkması, merkez sol seçmeninin derinlere gömdüğü, neredeyse tabulaştırdığı varoluşsal soruyu gün yüzüne çıkardı: “Ben liberal miyim, anti-liberal miyim?” Başka bir deyişle, Macron mu, Mélenchon mu?

Sistem karşıtı yatırım bankacısı!

Bu sorunun taşıdığı yükün hakkını verebilmek için Macron’un kim olduğunun ve neyi temsil ettiğinin üzerinde durmakta fayda var. Fransa kamuoyu Macron’u 2014 ağustos ayında cumhurbaşkanı Hollande tarafından ekonomi bakanlığına atanmasıyla tanıdı. O âna kadar hiç doğrudan siyaset yapmamış, dolayısıyla hiçbir seçime katılmamış olmasının getirdiği meşruiyet sorununun ötesinde, Hollande’ın danışmanlığına getirildiği 2012’ye kadar ünlü yatırım bankası Rothschild için çalışmış olması, haliyle “solcu” SP iktidarının zaten azalmış kredisini iyice tüketmişti.

Aniden ülkenin en önemli pozisyonlarından birine getirilen bu “genç ve başarılı” bankacı, sağ liberallerin yanısıra merkez liberallerin iteklemesiyle, göreve geldikten iki yıl sonra, 30 Ağustos 2016’da, “ne solcuyum ne sağcı”, diyerek hükümetten istifa etti ve cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmak üzere “En marche” (Yürüyelim) isimli kendi hareketini kurdu.

Peki Macron hareketinin, başta kendisi tarafından olmak üzere, öne çıkarılan temel özelliği neydi? Düzen karşıtı olması! Macron 2002’de Türkiye’de Cem Uzan’ın “Genç Parti”yle denediği ve az kalsın başarılı olduğu yöntemi akla getiriyor: Herhangi bir siyasi partiye bağlı olmadığı, kendini sağ ve sol kategorileri dışında tanımladığı için yaygınlaşan “anti-sistem” dalgadan faydalanmak.

Ekonomi bakanlığı yapmış, arkasında TÜSİAD’ın Fransa versiyonu MEDEF’in başkanı Pierre Gattaz da dahil olmak üzere onlarca büyük şirket ve medya patronunun açık desteği olan, birkaç ay içinde Hamon’a sırtını çevirip SP’den ayrılan eski tüfek liberal solculardan kurmaylarını seçen eski bir yatırım bankacısı, “düzen karşıtı” oylara talip! Bu da yetmezmiş gibi, seçim kampanyasını resmen lanse etmek için yayınladığı kitabın adı Révolution (Devrim)! Ve bu absürd vaziyet Fransız seçmeninin önemli bir kesiminde yankı buldu. Üstüne üstlük söz konusu kesimin yadsınamaz bir bölümü –en azından şu âna kadar– kendisini solcu addeden kişilerden oluşuyor. İşte bu noktada Sosyalist Parti’nin eskisi gibi birleştirici rol oynayamaz halde olması Macron ve Mélenchon karşılaşmasında en geniş yelpazesiyle solcu seçmeni kendi safını belirlemeye itmiş oldu.

“Maximilien Ilitch Mélenchon”

Bu arada, ana akım medyanın Macron taraftarı tavrı günden güne şiddeti artan Mélenchon karşıtı kampanyayla iyice belirginleşmişti. Öyle ki, Fransa’nın sağcılığıyla bilinen en ünlü gazetelerindenFigaro’nun 11 Nisan tarihli başyazısı ipin ucunu iyice kaçırmış, giyotin ve soğuk savaş korkusundan medet umarak, “Maximilien Ilitch Mélenchon” başlığını atmıştı. Robespierre’in Maximilien’i, Lenin’in Ilitch’i…

Fakat Mélenchon’un temsil ettiği liberalizm karşıtı hareketi karalamak, gayrimeşrulaştırmak adına başvurulan en yaygın strateji, onu ırkçı aşırı sağla bir göstermeye çalışmak üzerine kurulu. Bu seçim kampanyasında Fransız medyasında da bunun örnekleri bolca görüldü. Bu taktik büyük ölçüde subliminal bir yöntemle işliyor: Mélenchon ve Le Pen’i olabildiğince aynı cümlede kullanmak, program ve önerileri çarpıtmak. Mesela “popülist liderler” veya “Avrupa karşıtı iki lider” (Le Pen’in aksine, Mélenchon’un programı liberal AB anlaşmalarının daha sosyal ve demokratik bir şekilde yeniden müzakere edilmesini öngörüyor) diyerek aynı yolun yolcuları oldukları izlenimini yaratmak. Ana akım medyada vaziyet böyleyken Mélenchon’un çoğunluğu gençlerden oluşan militanları sosyal medyada görülmemiş bir etkinlikle mücadele ederek kampanyayı sürdürdü. Her şeye rağmen bu seçimi “tarihî” kılan noktalardan biri, Mélenchon önderliğinde “merkez solun solu”nun ‘70’lerin Komünist Partisi’nden beri ilk kez bu kadar yüksek bir oran elde etmesiydi.

Liberallerin zaten ikinci tura kaldığı, solun solununsa böyle bir dinamik yakaladığı bu tabloda Sosyalist Parti’nin gelecekte kendisini ve konumunu nasıl tanımlayacağını kestirmek zor. Ama denklem hiç olmadığı kadar basit: Macron’un cumhurbaşkanlığında muhalefette mi olacaklar, yoksa doğrudan Macron’la ittifak yapmaya çalışıp genel seçimlere liberal-merkez sol kimlikle mi gidecekler?

Evet, Macron’un ikinci tur zaferi çok büyük ihtimal. Le Pen sempatizanlarının sayısı korkutucu bir seviyeye ulaşmış olsa da, kendi tabanı dışından gelecek oy oranı ikinci turda Macron’a aktarılacak “aşırı sağa karşı cumhuriyetçi ittifak” oyları kadar olmayacaktır. İlk turda büyük oranda Mélenchon’a oy vermiş solcu seçmenlerse ikinci turda Le Pen’e karşı Macron için sandığa gitmekle boykot arasında tereddüt etmeye ve kendi aralarında uzun zamandır görülmemiş bir şiddetle tartışmaya devam ediyor.

ABD seçimlerinden beri haliyle her fırsatta dünyanın dört bir yanından popülist adaylar Trump’la karşılaştırılıyor. Fransa’da da Le Pen ve Trump’ın ırkçı ve göçmen karşıtı söylemlerinin benzerliği üzerinde duruluyor. Evet, bu Trump’ın bir yüzü. Fakat öbür yüzü de, onu Beyaz Saray’a getiren seçim kampanyası boyunca geleneksel partilerden sıtkı sıyrılmış seçmenler önünde en önemli kozunun, iş ve finans dünyasına, büyük şirketlere yakınlığıyla tamamen günümüz sisteminin bir ürünü olmasına rağmen, “düzen karşıtlığı” yanılsamasını yaratması –tıpkı Emmanuel Macron gibi.

Kaynak: Express (birdirbir.org)

Adresi kontrol edin

Aaron Bushnell’in Gazze ile Dayanışma Eylemi Üzerine – Crimethinc

“Yöneten sınıfımızın normal olmasına karar verdiği şey bu” 25 Şubat Pazar günü, bir kişiden [1] …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir