Uzunca bir süreden beri mâlûm yönetenler ile ortaklarının, değişen “dünya düzeni” ve onun kuralları dahilinde kendilerini hiç gitmemek üzere yuvalamak ve bunu da ebedi bir hükümranlıkla devam ettirmeyi istedikleri korku surlarıyla çevrilmiş heybetli “yeni devlete” geçiş aşamasındayız.
Bu aşamalar boyunca; katliamlarıyla, yağmalarıyla, baskılarıyla, en temel kişi haklarına ve özgürlüklerine tecavüzleriyle, yaşayabilmek için ölmeyi gerektirecek iş koşullarıyla ve bunun sonucunda da iş cinayetleri veya yaralanmalarıyla, harcanan emek karşılığında elde edilen gelirin sürekli düşen değeriyle ve temel yaşam maddelerini satın alabilmek için gereken çalışma süresinin sürekli artışıyla, nüfusun %1’inin (en zengin) payına düşen toplam ülke servetinin %60’lara ve %99’a düşenin de %40’lara sürüklenmesiyle, nefret söylemleriyle, insanları kimliklerine göre kamplaştırmalarıyla, içeride ve dışarıda her türden emperyalist işbirlikleriyle, terörü ve korkuyu olağanlaştırmalarıyla, “milli iradenin” kendilerini seçmesi durumunda terörden ekonomiye tüm “dertleri” çözebileceklerini alenen dillendirerek biât kültürü oluşturmalarıyla öyle veya böyle emelleri yolunda kondisyonlarını çoğunlukla üst düzeyde tutup bu doğrultuda kendilerine mübâh kıldıkları tüm yolları uygulayarak devamlılıklarını sağladılar.
Bunu da Türkiye’nin geçmişinde yaşanan benzer örneklerin aksine, çeşitli ortaklarını ve kendilerine tehdit oluşturduğunu düşündükleri çevreleri tasfiye edip, devletin güç odaklarını “legal” olarak lehlerinde kullanıp/ele geçirip tabanlarını da koruyarak başardılar. Fakat diğer yandan, tüm bunların bir iktisadi nasılı da vardı ve elmanın içi dışarıdan göründüğü gibi değildi. Bugüne kadar 2002 öncesi atılan ekonomi politikalarının, dünyadaki likidite bolluğunun, AB sübvansiyonlarının, Dünya Bankası fonlarının, alınan kredilerin, özelleştirmelerin, yabancı yatırımcıların, konsolidasyonların ve sıcak paranın kaymağını yiyen mâlûm yönetenler her ne kadar suçu sağa sola atarak (örn. 2013 yılında Türk lirasının dolar karşısındaki değer kaybının ana nedeninin Gezi direnişinin değil Fed’in dolar akışını kesmiş olması) ve ekonomi güzellemeleri yaparak yoluna devam ettiyse de bir müddettir dünya genelinde kapitalizmin yaşadığı ciddi krizin de yardımıyla Türkiye ekonomisinde neredeyse her gün bir yenisi açılan delikler artık kapatılamaz ve sürdürülemez hale gelmiştir. Bu deliklerin en belirgin örnekleri için şunlar sayılabilir:
- Cumhuriyet dönemi %4,8 -ve 2. Dünya Savaşı dönemi hariç tutulursa %5,6- olan ekonomik büyüme ortalamasının 2016 da %2,9’a düşmesi (Tüik’in yeni ve tartışmalı hesaplama yöntemi yerine eskisine bakılırsa büyüme %2,5 ve 2017 tahminleri de %2,5 civarında) ve hatta daralmaların başlaması(2016 3. Çeyrek %1.8 küçülme), var olan büyümenin de yalnız tüketimden ileri gelmesi ve bu yapılan tüketimlerin de krediler yardımıyla sağlanabiliyor olması
- İşsizliğin Mart 2017’de 2008 krizi dönemindeki Aralık ayı değeri olan %12,7’yi tekrar yakalaması
- Yüksek enflasyon (Mart 2017 değeri %11,29 ile Ekim 2008’den bu yana en yüksek seviyede)
- Tarım ürünleri üretiminin düşüşü, düzgün bir tarım politikasının olmaması, ekilebilir tarım alanlarının sürekli azalması ve mevcut olanların da yeterli seviyede kullanılamaması
- Yıllardır “milli” uçak ve otomobil yapmaya çalışan Türkiye ağır sanayisinin montaj yapmaktan öteye geçememesi, hatta doğru düzgün bir ağır sanayinin varlığından bile söz edilememesi ve neredeyse hiçbir ciddi teknoloji, sanayi üretiminin ve planının olmaması
- Çözülemeyen krizler ve otoriterleşmeler nedeniyle yatırımlar için ülkenin cazibesini kaybetmesi ve gittikçe zor kredi bulunması (örn. Moody’s’in Mart 2017’de Türkiye’nin kredi notunu negatife düşürmesi)
- Alınan kredilerin ve yatırımların anca cari açığı kapatmaya yetmesi
- Enerjide dışa bağımlılık (örn. elektrik üretiminin büyük kısmının Rusya ve Azerbaycan’dan alınan doğalgazla yapılması)
- Hammadde yetersizliği
Yakın döneme geldiğimizde ise hâli hazırda gündemi oldukça kalabalık ve sorunlu olan Türkiye ahvâli ve siyaseti (örn. Suriye savaşına giriş, yargı güvensizliği, terör…), yönetenlerin daha fazla otorite ve denetimsizlik için çözümler arayıp durmasıyla sürerken seçimlerle erişemedikleri ve çıkmazdaki “meşru” siyasal güç bir anda kendilerine “lütfedilerek” 15 Temmuz Darbe Girişimi’yle karşılarına çıktı. Ancak şunu da belirtmek gerek ki oluşumu, gelişimi ve yaratıcıları üzerine belirsizliğinden dolayı -haklı olarak- çeşitli tezlerin, varsayımların, iddiaların hâla tartışıla geldiği ve toplumu doğal olarak doğrudan ilgilendirdiği için de merak uyandıran bu önemi hayli yüksek olan olayın nasılını, gelişimini irdelemek değil aciliyeti sebebiyle sonuçları ve kendi hatalarımız bizi daha yüksek öncelikle ilgilendirmektedir.
Sürecin devamında ise yönetenlerimiz beklenildiği gibi maksatları doğrultusunda bu olayı biçip, istedikleri koşulları oluştururken ve de yoksul kesimleri ahlaksızca kendilerine bağlarken bizler tüm olanlara seyirci konumunda kalarak her zaman olduğu gibi yine güçlü bir işçi sınıfı muhalefetinin eksikliğini çekmekteydik. Bu yüzdendir ki bu mevcut durumun oluşmasında, hâlâ devam etmesinde ve koşulların öncekinden daha da tehditkâr hâle gelebilecek olmasında bizlerin payı hiç de yadsınamaz. Kimi zaman mâzur görülebilecek nedenlerle de olsa yeteri kadar özveriye ve azme sahip olmamamız, asgari eylemliliği/tepkiyi bile gösteremememiz, evlere kilitlenip sinmemiz, işçi sınıfıyla birlikte durmamamız, bir alternatif olarak değil tüm gerçekliğiyle tek seçenek olarak kendi siyasetimizi ortaya koyamamamız ve devrimci bir politik temelden değil de gündelik siyasetin iyileştirmeleri savunusu (bilinçli veya bilinçsiz) var olan durumun oluşmasında ciddi bir rol oynadı.
Esâsında uzunca denilebilecek bir süredir halimiz gittikçe paranoyaklaşan, işe yaramaz hareketlerle oyalanarak, evlerimizde olan bitene şaşırıp internet mecrasında “tepkicikler” göstererek, her yeni can yakan gelişmeyi konforumuzu bozmadan karşılayıp kitlesel tepkisizlikle devam ettirme gibi belirtilerle kendisini göstermekteydi. Fakat üzerimizdeki ölü toprağını atmanın zamanı gelip de geçmektedir. Bizler ne “resmi olarak” tanınmış haklar etrafında geri kalan tüm şeylere seyirci kalmalı ne de görüşlerimizi kendi dar çevremizde sıkışarak birbirimizle tartışmalı, ne kanaatkâr, ne de uzlaşmacı olmalıyız ve bizler hedeflerimizi ne şu anda sahip olduklarımızı koruma ve onlar için direniş gösterme düzeyinde, ne de kendi görüşlerimizi yaşatacak düzeyde tutmalıyız. Bizlerin yegane hedefi her türden acıları yaşadığımız bu düzeni ve bizlere düşman olan bu düzenin yürütücülerini sınıf savaşımıyla ortadan kaldırmak, nihayetinde de özgürlüğümüzü kendi ellerimize almak olmalıdır. Günden güne emekçiler için kötüleşen şartların ve derin bir kriz olasılığının yükselmeye başladığı şu dönemde daha fazla geç kalmadan var gücümüzle çalışıp, üretmeyi kesmeyip, yapamadıklarımızı ve yapılamayanları düzeltip sınıf siyasetini ve gücümüzü hep beraber her birimiz adına ele alabilmek için uğraş vermeliyiz. Bunu da, geçmiş deneyimlere saplanıp kalmak ve onlarla tatmin olmak yerine (örn. Gezi direnişi) yenilerini ve işe yarar olanları oluşturmak/örgütlemek için bir araya gelerek, işçi sınıfıyla bütünleşik ama onları ön plana taşıdığımız ve onlara asla tepeden bilinç götürmeden yanyana durarak hatta çoğu zaman arkalarında kalarak, yönetenlerin kendilerine muhtaç bıraktığı fakir halk kitlelerini hiçbir zaman hor görmeden -ve bunu yapanlara karşı mücadele ederek- onları kazanmak için çalışıp siyasetimizi onlara göre şekillendirerek toplumdan “kopuk” olmayan biçimde yapmalıyız.
Bugüne baktığımızda ise yönetenlerimizin yapmış olduğu planlarını “mili irade” nezinde ve “meşru” olarak bir ileri noktaya taşıyabilmeleri için önemli bir düğüm noktası olan referandum öncesindeyiz. Tabii şunu da belirtmek gerek, hâli hazırda yasal çerçevede aradıkları bu meşruiyet istemedikleri bir sonuç(lar) çıkması durumunda yakın ve geçmiş dönemlerde de örneklerini gördüğümüz üzere “farklı yollardan” bir meşruiyet arama çabasına dönüşecektir. Öte taraftan ise, yapılacak olan bu oylama geçmiştekilerin aksine partiler üstü bir kisveye kavuşmuş, mâlûm yönetenlerimizin ve onların ardıllarının mutlakiyeti altında sürecek otokratik bir devletin ön ilanı haline gelmiştir. Bu nedenle referandumdan çıkacak sonuç elbette ki önemlidir. Ancak şuna da değinmek gerek, referandumu ne aşacak toplumsal gücü, ne insanlara önerebilecekleri sağlam siyasetleri, ne de çeperleri içerisinde kendi faydalarını arttırmaya yönelik çalışmaktan başka bir şey yapamayan (ya da yapmak istemeyen) bazı çevrelerin aldığı boykot kararı her anlamda karşılıksız, gerekçeleri son derece temelsiz ve kör bir ısrardan öte değildir. Bunun yanında, kendini yalnız düzenin gündemine göre ayarlayan ve şimdi de “HAYIR” a endekslemiş, ayakları yere basmayan, kof ve kuyrukçulukla politik varlıklarını sürdüren çevrelerin pozisyonları da eş ölçüde anlamsızdır ve hiçbir işe yaramayacağı geçmiş örneklerden de görülebileceği üzere oldukça açıktır. Yâni asıl sorun, ne boykot edip etmemek, ne de “devrimcilerin, komünistlerin, anarşistlerin” oy verip vermemesinin tartışması değildir. Asıl sorun mevcut sistemin sunduklarını aşıp aşamamızdır ve halka ulaşamamamızdır. Bu yüzden verilecek hayır oyu bizler için yalnızca yerine koyulabilecek tüm seçenekler arasında fırsat maliyeti en fazla yararı sağlayacak (yani maliyeti en düşük) olandır. Bir silkinme, toparlanma ve geçiş noktası olabilir yalnızca bizler için. Bu yüzden, harekete geçip geçmememize göre sonucun etkisi göreceli olacaktır. Diğer yandan bizlerin, sonuç ne olursa olsun düzen içi ve işçi sınıfı dışı hiçbir siyasi özneye, yönteme ve yönelime bel bağlanmamasının nihai hedefimiz adına hayâti olduğunu ve diğer yolların bizi hiç mi hiç ilgilendirmediğini anlamamız gerekmektedir. Böylelikle, geçmişteki hataları tekrarlayıp sınıf ekseninden sapmadan, mevcut sistemdeki nispi iyileşme veya kötüleşmelerin bizlerin hedefine etkisi olmayacağını bilerek ve oturduğumuz yerden ne umut ne de umutsuzluk duymadan, yılgınlığı atıp harekete geçmemiz artık her birimiz için hiç olmadığı kadar elzem ve acildir.
Bir yanıt yazın