Kara Kızıl Notlar dergisinin Mart 2006 tarihli 5. Sayısında yayınlanmıştır
Faşist birlikler 26 Ocak 1939’da, yani şehre saldırının başlamasından tam bir ay sonra, anarşizmin kalesi Barcelona’ya girdiler. Bu olayın tanıkları şehre hâkim olan yenilgi ruhunda birleşiyordu: “1939, 1936 değildi […] Ölümüne direnmenin koşulları artık yoktu” (Fraser, 1995, s.643). Bu yenilgi Mayıs 1937’deki yenilgiyle ya da Kasım 1936’da anarşistlerin merkezi hükümete katılmasıyla başlayan gizli karşı-devrimin sonu oldu. Arda kalan karşı-devrimi bir kural haline getirmeyi hedefleyen faşizmin zaferi, 21. yüzyılın en güçlü anarşist hareketinin sosyal ve ekonomik alandaki tüm yaratıcılığının ve özgürlükçülüğünün aksine politik olarak binlerce yılık köhne devlet aygıtına teslim olmasıydı. Faşizm, devlet aygıtının tamamen yıkılmasıyla insanın kendi kendisini yönetir hale gelmesini ve diğer insanlarla metalar veya devlet gibi aracılara ihtiyaç duymadan doğrudan ilişki kurmasını savunun anarşist idealin tamamen zıddıydı. Mussolini’nin ünlü tanımında da belirttiği gibi her şeyi devletin bir parçası yapmayı amaçlıyordu: “Her şey devletin içinde, hiçbir şey devletin dışında değil, hiçbir şey devlete karşı değil” (Adler, 2001). 20. yüzyıl kitle demokrasisinin sürekli krizinin alevlendirdiği bu yeni hareket, komünizmin devletsiz insan topluluğuna karşı sermayenin ve devletin topluluğuydu. Bu yazının amacı bir kitle hareketi ve devlet biçimi olarak faşizmi incelemek ve onu toplumsal devrim mücadelesindeki yerine oturtarak anarşist bir anti-faşizmin teorik temellerini atabilmektir.
Bonapartizm
Faşizm olgusuyla ilk defa karşılaşan Avrupalı devrimciler, özellikle de Gramsci gibi İtalyan Marksistleri, onu Marks’ın Bonapartizm teorisi çerçevesinde kuramsallaştırmaya çalıştılar. Charles Louis Napoléon Bonaparte, Kral Louis Phillipe’in 18 yıllık iktidarına son veren Şubat 1848 ayaklanmasına kadar İngiltere’de yaşadı. Bonaparte, askeriye ile bağlantıları kuvvetli olduğu için daha önce 1836 ve 1840’ta ülkeye gizlice girmiş ve darbe girişimlerinde bulunmuştu. Louis Phillipe’in iktidarının sonu onun ülkeye girme yasağını fiili olarak kaldırmıştı ve ilk seçimlerde kurucu meclise girmeyi başardı. Kurucu meclisin, ülkeye burjuvazinin isteklerine göre şekil verme çabasının bir temsili olduğunun görülmesini takiben Blanqui’nin 15 Mayıs darbe girişimi ve işçi sınıfının Haziran Ayaklanması gerçekleşti. “Haziran günlerinde, bütün sınıflar ve bütün partiler, proletarya sınıfının karşısında, yani ‘anarşi partisi’nin, sosyalizmin, komünizmin karşısında, ‘düzen partisi’ içinde birleşmişlerdi” (Marks, 1852). İşçi sınıfının kanlı yenilgisini, Mayıs 1849’da yeni anayasanın ilanı izledi ve Bonaparte, siyasal tercihleri pek olmayan, fakat Bonaparte soyadının hatırlattığı ‘eski güzel günler’ yüzünden ona oy veren köylü kitleleri sayesinde oyların yaklaşık %75’ini alarak cumhurbaşkanı oldu.
Yükselen ekonomik bunalımın ve işçi sınıfının eskisi kadar güçlü olmasa da halen süren mücadelesinin da etkisiyle burjuva iktidar bloğu iç uyumluluğunu koruyamıyordu. Bonaparte, 1849’da yardımlaşma derneği adı altında kendi özel ordusu gibi işleyen 10 Aralık Derneği’ni kurdu. Başkanlığının 3. yılında sosyal ve ekonomik programını tamamlayamadığını öne sürerek anayasanın cumhurbaşkanının ikinci defa seçilmeyi yasallaştırılacak şekilde değiştirilmesini istedi, fakat içindeki kısır iktidar kavgaları yüzünden halk nezdinde otoritesini yitirmekte olan meclis son nefesinde bu yasa değişikliğini engelleyerek Bonaparte’a şiddet yolunu açtı. Zaten değersizleşen meclisin yanında Bonaparte’ın görev süresinin bitmesiyle onun yerine koyacak bir adamı olmadığını gören egemen sınıfın fraksiyonları yakın zamanda politika arenasına tekrar çıkması beklenen ‘anarşi partisi’nin gelişini önlemek için Bonaparte’ın temsil ettiği ‘düzen partisi’ altında birleştiler ve Bonaparte darbesi 2 Aralık 1851’de askeriyenin ve 10 000 kişilik 10 Aralık Derneği’nin desteğiyle kolayca meclisi def etti.
Bonapartizme dair klasik yorum, ne işçi sınıfının ne de burjuvazinin iktidarını sağlayamadığı, deyim yerindeyse güçlerin eşit olduğu, bir dönemde askeriyeden destek alan bir lider şahsında devletin toplumdan özerkleşmesidir. Sınıflararası denge gibi bir kavramın gerçeği ne kadar yansıttığı sorgulanabilir (Pirdal, y.y.). Örnekte açıkça görülen Bonapartizmin iç savaş sırasında değil, tam tersine iç savaştan sonra devrim güçleri hali hazırda yenilmiş ve kendilerini toparlayamazken ortaya çıktığıdır. 20. yüzyılda ise faşizm öncesi – genelde merkez sağ partilerden oluşan ve eğer faşizm parlamenter yollarla gelecekse faşist partiyi de kapsayabilen – koalisyon hükümetleri için ve faşizmin devrimci biçimde çökertilemediği, bizzat egemen sınıflar tarafından çözüldüğü otoriter parlamenter ya da askeri diktatörlükler için kullanılagelmiştir (Troçki, 1934). Genel olarak dayandığı askeri zor aygıtlarıyla emekçi sınıfların politik talepler öne sürmesinin engellendiği bir rejim olsa da, fakat faşizmin klasik burjuva özgürlükleri fiili ve aynı zamanda yasal olarak yok etmesiyle nitel olarak farklı olan bir durumdur.
Tekelci Kapitalizmde Devlet
19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçiş aynı zamanda genel hatlarıyla serbest rekabet kapitalizminden tekelci kapitalizme, yani finans kapitalin egemenliğine geçişi simgeler. Bu devlette de nitel bir değişimi ifade eder. 19. yüzyıl devletinin ekonomiye müdahalesini tek engelleyen şey klasik liberalizmin egemenliği değildi; en büyük olduğu ve en güçlü mutlakıyetçi geleneğe sahip göründüğü Fransa örneğinde bile ancak kriz zamanlarında özerk bir devlet aygıtından söz edilebilinirdi. Devlet aygıtı esas olarak sınıf iktidarının basit bir aleti görünümündeydi.
Poulantzas’ın faşizm üstüne ayrıntılı incelemesinde yapısalcı felsefenin teleolojik sözde-tarihçiliğinden sonraki en önemli hata Bonapartizm gibi kriz döneminde oluşan devlet biçimlerinden yola çıkarak kapitalizmin tüm dönemlerinde hâkim olmuş sınıflardan özerk bir devlet biçimini varsaymasıdır (Rabinbach, 1976). Poulantzas’ın işlevselci bakış açısıyla devlet, burjuvazinin sınıf egemenliğinin korumak için onun genel çıkarlarını toplumun çıkarları olarak benimseyen ve bu işlevi sürdürebilmesi için de görünüşte sınıflardan özerk olarak hareket eden bir aygıttır. Fakat böyle bir yorum ancak devletin tekelci kapitalizmde aldığı yeni biçime tekabül etmektedir.
Troçki’de ise serbest rekabet kapitalizmi döneminde geliştirilen devlet teorisinin bir sonucu olarak faşizmin gelişiminde devlet aygıtının rolü minimize edilmiştir ve faşizm bir şekilde birbirine mahkûm olan küçük burjuva kitlelerin partisiyle tekelci burjuvazinin buluşması olarak görünür. (Bunun Troçki’nin teorisinin bir karikatürizasyonu olduğu açıktır, fakat esas noktaları doğru yakaladığına inanıyorum. Troçki şüphesiz 1930’larda faşist tehlikeyi analiz etmeye en çok emek harcamış devrimcilerdendir.) Bu kuramsallaştırmada devlet aygıtı başına kim geçerse onun emirlerini yerine getiren bir cihaz olarak enstrümentalist bir biçimde kavranmıştır. Bu kavrayış 19. yüzyıl devrimci düşüncesinde genel bir eğilimi temsil eder: Sadece Marks değil; Bakunin, Malatesta ve Mahno gibi anarşistler tarafından da devlet özerkliği olmayan bir sınıf iktidarı aracı olarak görülmüştür. Zaten 19. yüzyılda klasik anarşizmin Marksizm’e yaptığı eleştiri devletin özerk bir aygıt olup olmadığı noktasında değil, karakteristik olarak bir azınlığın egemenlik aracı olduğundan insanlığın gerçek kaynaşmasını (“gerçek demokrasiyi”) engellediği için emekçi sınıflar tarafından devrimci amaçlar için kullanılamayacağı noktasınaydı.
Devlet aygıtının sermaye düzenine uygun olarak genişlemesi ve büyümesi, bir yandan onun serbest piyasa dönemindeki gibi bireysel olarak burjuva siyasetçiler tarafından kontrol edilmesini güçleştirirken diğer yandan da bu kontrolü gereksizleştirdi. Dolayısıyla 19. yüzyılda burjuvaziyi korkudan titreten sosyal-demokrat partilerin olası iktidarları 20. yüzyılda norm haline geldi. Devlet aygıtındaki bu – en azından görünümde – özerkleşmeye paralel olarak 20. yüzyıl kitle demokrasisi ortaya çıktı ve en azından erkeklere sınıf farkı gözetmeksizin oy hakkı hızla yaygınlaştı. Artık siyasete katılım sadece eğitimli bir azınlığın uğraşı olmaktan çıkmıştı.
Faşizm
Tekelci kapitalizmin eski orta sınıflarda yarattığı proleterleşme dalgalarına paralel olarak 19. yüzyıl muhafazakâr düşüncesine hiç benzemeyen ve sosyalist temaları kullanmaktan çekinmeyen bir düşünce forumu olarak faşizm ortaya çıktı. “19. yüzyıl Avrupa’sının büyük ‘-izm’leri – muhafazakarlık, liberalizm, sosyalizm – ileri gelenlerin iktidarıyla, eğitimli liderlere saygıyla, yüksek entelektüel seviyede tartışmalarla ve (sosyalizmin bazı formlarında bile) sınırlı halk denetimiyle özdeşleşmişti. Faşizm 20. yüzyılın kitle siyasetine uygun bir politik pratikti. […] (Eski ideolojilerin) aksine evrensel geçerlilik iddia eden biçimsel felsefi pozisyonlar üstünde temellenmiyordu. […] Faşistler aklı ve düşünceyi küçük görüyor, dolayısıyla entelektüel pozisyonları terk ediyor ve pek çok entelektüel yoldaşlarını zamanla uzaklaştırıyorlardı. Geleneksel sağın yaptığı gibi aklı ve düşünceyi inanca değil, kana ve gurubun tarihsel kaderine övgülere tali kılıyorlardı. Tek ahlaki kıstasları ırkın, ulusun, topluluğun cesaretiydi. Meşruiyet iddiaları en güçlü topluluğun Darwinci yükselişi dışında hiçbir evrensel standarda dayanmıyordu.” (Paxton, 1998)
Faşizm doğası gereği modern parti kavramından çok bir hareket, eylem olarak var olmuştur. “Faşizmin orijinalliği bir uyuşma veya birleştirici bir ideoloji sahibi olmada her zaman için yeteneksiz olmuş bir toplumsal sınıfın örgütlenmesinin doğru biçimini bulmasında yatar: Bu örgütlenme biçimi savaş alanındaki ordudur. Milis, ulusal faşist partinin dayanak noktasıdır: Faşist partiyi tümden kaldırmadan milisi ortadan kaldıramazsınız.” (Gramsci, 1924)
Faşizm, proleterleşme dalgalarıyla birleşen kitle/burjuva demokrasisinin insanları atomizasyonunun ve yalnızlaştırmasının, yani toplumsal bir varlık olma niteliğinin hızla yitirilmesinin, tetiklediği bir kaçış isteğini simgeliyordu. Kitle demokrasinin yeterli miktarda geliştiği ve hayal kırıklığı yaratığı her yerde faşizm ortaya çıkabilir. Ulus konusu modern dönemde devlet iktidarıyla doğrudan bağlantılı olduğu için faşistlerin dillerinden düşürmediği bir ırkçı, en iyi ihtimalle aşırı milliyetçi, söylem vardır. Fakat bunun yanında dini, cinsel, yaşa bağlı vs. hiyerarşilere saygı ve onları koruma isteği değişik derecelerde faşist söyleme eklenir. Bu elbette zorunlu bir kural değildi: Mussolini 1919’daki ilk programına kadınlara oy hakkını dahil etmişti; keza Naziler de modernitenin doğa üstünde egemenlik kurma düşünü zorlayan ekolojik bir gelenek geliştirmişlerdi.
Faşist partiler büyük burjuvazi ile doğrudan ilişkiye genelde oldukça güçlendiklerinde geçseler de devlet aygıtıyla o ya da bu şekilde bağlantı kurarlar, onun yasallığın sınırlarından dolayı gerçekleştiremediği görevleri yerine getirirler. Faşizmin kendi kendine bir hoşnutsuzluk olarak gelişmesi onun devlet nezdinde ufak işler için kabulüne kadar uzanan bir kuluçka dönemidir. Dolayısıyla faşizm basitçe ne ümitsiz kitlelerin hareketine ne de büyük sermayenin manipülasyonuna indirgenebilecek bir akımdır. İzlenmesi gereken sağlıklı mücadele hattı iki yönlüdür: Kapitalist demokrasinin sürekli bir kriz üreterek, kitleleri hayal kırıklığına uğratarak işlemesi ataerkil, ulusal vs. tahakkümü yeniden ürettiği için kapitalizm yıkılmadan bu tahakküm biçimlerin kurtulmak söz konusu değildir, fakat bu tahakküm biçimleri de kapitalizm indirgenemezler – hatta kitle partisi olarak faşizm örneğinde olduğu gibi bazen ona karşı bir tür direnişi simgelemektedirler. Devrimci bir hareketin başarısı bu iki farklı nitelikteki görevi başarıyla birleştirebilmesine bağlıdır.
Faşist söylemin en önemli noktası – ve onu klasik muhafazakârlıktan da ayıran en önemli nokta – soldan aldığı temalardır. Nasyonal Sosyalizmdeki, sosyalizm vurgusu hareketin alt sınıflar için en çekici öğelerindendi. Mussolini’nin Birinci Dünya Savaşı sırasında bir savaş çığırtkanı olup Sosyalist Parti’den atılmadan önceki radikal kariyeri de bilinir. Faşizmin kökü olan fasci zamanında pek çok sol yerel örgütün ‘birlik’ ya da ‘kolektif’ manasında kullandığı bir isimdi. İki hareketin de kuruluşlarında zamanına göre oldukça radikal programları vardı: Kadınlara oy hakkı, 8 saatlik iş günü, savaş zenginlerine ağır vergiler, kilise topraklarının kamulaştırılması ve endüstriyel yönetime işçilerin katılması gibi başlıklara sahip Nisan 1919 tarihli ilk faşist programla Mussolini’nin daha sonraki maço imajı ve iş çevreleriyle bağlantıları arasında açık bir zıtlık vardı. Nazilerin 1920’deki Yirmi Beş Madde adlı programlarında küçük meta üretimi dışındaki kapitalizm türlerine yönelik nefretin de Nazi rejimi ve Alman burjuvazisinin yeniden silahlanmadaki verimli işbirliğiyle alakası yoktu. (Paxton, 1998) MHP de benzer şekilde 60’lı ve 70’li yıllarda soldan açıkça isim kullanarak kopya çekmemiş olsa da ‘Yıkılsın bu Düzen, Yaşasın Devlet’ gibi sloganlar benimsemiştir (Yanardağ, 2002)
Faşist hareketin nasıl böyle bir dönüşüm geçirebildiği temsili demokrasiyi bilen biri için pek de şaşırtıcı sayılmaz: Söylediklerinin tersini yapmayan kaç politikacı var ki? Faşist partilerin kelimenin tam manasıyla yukarıdan aşağıya doğru yapılandıkları göz önüne alındığında yapılanı sorgulamanın ihtimali dahi yoktur. Eski programda direnen sol kanat Nazi örneğinde görüldüğü gibi iktidarın alınmasından sonra fiziksel olarak tasfiye edilebildiği gibi (1934’te Nazi paramiliter örgütü SA’nın şeflerinin fiziksel olarak tasfiyesi) İtalya örneğindeki gibi liderin varlığı partideki farklı kanatların çatışmalarında hakemlik yapmaya dayandığında sürekli iğdiş edilerek korunabilir.
Faşist dönem sırasında sol ve emekçi direnişi söz konusu olduğunda Alman ve İtalyan örneklerinde farklı tepkiler ortaya çıkmıştır. 1930’arın ortasındaki endüstriyel huzursuzluklara Mussolini’nin cevabı ekmek yerine demagoji vererek “bencil ve doğası gereği anti-faşist olan ‘burjuva ruhu’na karşı bir polemik başlatmak” oldu (Adler, 2001). Mussoini’nin ‘burjuvazinin karnına üç yumruk’u şunlardan oluşuyordu: lei olarak adlandırılan halk düşmanlarına karşı bir kampanya, orduya Nazi benzeri adım atma düzeninin getirilmesi ve burjuva ruhunun yaşayan temsilcileri olan Yahudilere karşı ırksal bir yasa. 1936-1937 yıllarındaki Alman işçi direnişinde ise 2 700 Alman Emek Cephesi (DAF – Nazi devlet sendikası) üyesi vatana ihanet suçundan yargılandı (Bologna, 1993). Taylorizme ve hızlandırmaya karşı direnen işçiler hakkında DAF bülteninde şöyle yazıyordu: “Nasyonal Sosyalist olsun olmasın işçiler hala Marksist ve sendikal tavrı sürdürüyorlar. Üretim kıstaslarını ve bireysel üretim üstünde denetimi reddediyorlar.” (Sakai, 2002)
Faşizmin İlerleyişi
Tekelci kapitalizmde devletin nitelikleri kavrandığında çok kafa karışıklığına neden olan faşizmin bir kitle partisi yoluyla iktidarı ele geçirmesi ile mi sınırlanması gerektiği yoksa askeri darbelerin de faşizm olarak değerlendirilmesi gerekip gerekmediğine dair tartışmaya doğru bir cevap verilebilir. Faşist hareket, her örnekte görülebileceği gibi devlet aygıtının dışında değildir ki bir devlet içinden bir de devlet dışından iktidara gelme yolundan bahsedebilelim. Hitler, Bavyera’da pek çok benzeri olan Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’ne (NSDAP) bir ordu ajanı olarak dahil olmuştu. Devlet, emekçi hareketine doğrudan saldırıya geçemediği zamanlarda bu gibi ufak gurupları hareketi yormak için kullanıyor ve destekliyordu. Mussolini ise 1919 seçimlerinde aldığı ağır yenilgiden sonra yüz kadar faşistle beraber sokakta silah patlatmaktan tutuklanmıştı. Ardından hükümet emriyle serbest bırakıldı. Orta ve kuzey İtalya’da işçi sınıfı saldırıya geçmişken Mussolini’nin birlikleri güneydeki kır işçilerinin grevlerini kırmakla ve egemen sınıflarla ile ilk ittifaklarını kurmakla meşguldüler. ‘İki kızıl yıl’ (1919-20) bittiğinde 1921 Ekiminde İtalyan Başbakanı Bonomi 60 000 civarındaki askerden ayrılmış subaya faşist guruplara liderlik etmeleri ve deneyimlerini aktarmaları karşılığında maaşlarının 4/5’ini almaya devam etmelerini önerdi. (Dauve, 1979; Sakai, 2002)
Askeri diktatörlük, sermayenin Alman Nazizminin ve İtalyan faşizminin devletin sürekliliğini ve sermayenin birliğini tehlikeye düşürecek hamlelerinden aldığı bir dersti, fakat gelişin yönü farklı olsa da emekçi sınıfın tam entegrasyonunu sağlamak ve ekonomik örgütlerini bile yok etmek için kitle partisi ile gelen faşizme benzer yöntemler kullanıldı. Devlet iktidarının, genelde yaydığı propagandadan kendisi de etkilenen ve devlete bağlılığı burjuvazi gibi ekonomik çıkarlardan çok kendi otorite isteklerinin tatminini sağlamak olan küçük burjuva kökenli faşistlerin eline geçmesiyle bürokrasinin içinde yetişmiş ve Türkiye örneğinde OYAK gibi bir şirketi yönetme tecrübesi sayesinde burjuvazinin halinden anlayan generallerin eline verilmesi arasında bir ayrım olduğu açıktır.
Devlet aygıtı emekçi sınıflara karşı mücadelede yeterli olduğunda faşist hareketler kuluçka aşamasında kaldı. Alman ve İtalyan faşizmlerinin devlet ve sermaye tarafından ilk defa destek buldukları olay kır işçilerini grevlerini bastırmaktı: Savaş sonrası kriz dönemi boyunca (1919-1923) Almanya’da Elbe’nin doğusunda ve 1920-21’de İtalya’da Po vadisi ve Apulia’da. Benzer şekilde Halk Cephesi hükümeti sırasında 1936 ve 1937 yıllarının yaz aylarında kuzey Fransa’da ve Paris havzasında kır işçilerinin grevleri gerçekleşti. Yeşil Gömlekliler (chemises vertes) olarak anılan Fransız faşistlerinin rolü sembolik eylemlerle sınırlı kaldı ve Almanya’da ve İtalya’da faşist çetelerin gerçekleştirdikleri görevi Fransa’da Halk Cephesi’nin komutasındaki jandarma yaptı (Paxton, 1998). Stalinist, sosyal-demokrat ve burjuva partilerinden oluşan ve Komintern tarafından kutsanan anti-faşist (!) koalisyon hükümeti bir bakıma faşizmi engellemekte başarılı olmuştu: Karşı-devrimi gerçekleştirme görevini üstüne alarak.
Faşizm karşı-devrim değildir, emekçi hareketini sosyal demokrasinin yasalcılığı ve devrimcilerin sekterliği ve yetersizliği öldürür. Faşizmin iktidarı, ancak emekçi hareketi yenilgi dönemine mümkün olur. Bu yenilgi döneminin, yani faşistleşme sürecinin, manası “işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesi gittikçe iktisadi hak talepleri alanına sıkışıp kaldığı halde, burjuvazinin işçi sınıfına karşı savaşının gittikçe siyasal bir karakter kazanmasıdır” (Polantzas, 2004). Askeri ya da sivil faşist parti, ancak tüm toplumu arkasında birleştirebilecek duruma geldiğinde sermayenin ve devletin onayını alabilir. Amacı kapitalizmi aşmaya çalışıp bunu başaramamış bir sınıfı tekrar bir vatandaşlar kitlesi haline getirmek ve onun hafızasından devrim fikrini kazıyarak politik saldırısını imkânsızlaştırmaktır. İtalyan anarşisti Luigi Fabbri’nin deyişiyle faşizm “önleyici karşı-devrim”dir (Dada, 1982). Türkiye devrimcilerinin 1970’lerin sonundaki deneyimlerinin de gösterdiği gibi faşizm devrimci hareketi – hareket kendi kendisini öldürecek bir yasalcılığa kapılmadığı sürece – bastıramamıştır. Esas başarısı onu sürekli bir savunma savaşına hapsedip izole ederek emekçilerin ve orta sınıfların ‘anarşi partisi’nden vazgeçip ‘düzen partisi’ tarafına geçmesini sağlamaktır (Pirdal, y.y.).
Faşist İktidar
Faşizmin iktidarından sonra egemen sınıfların temsilcilerinin devlette stratejik karar alma konumlarına geldikleri ayrıntılı bir şekilde belgelenmiştir (Poulantzas, 2004; Yürükoğlu, 1991; Bologna, 1993). Faşizmin kitle partisi yoluyla iktidara geldiği durumlarda ise parti ile devletin birleştirilmesiyle – bunun manası her zaman devletin partiyi yutması olmuştur – partinin otonomisine de son verilir. Bu adım faşizmin devletin zor aygıtlarının gücünü inanılmaz şekilde arttıran, ideolojik aygıtların özerkliğini ise yok eden (örneğin ailenin devlet aygıtını ile bütünleşmesi) ana mantığının bir sonucudur: “Burjuva düşüncesinin kamusal ve özel alanlar arasındaki ayrımının geleneksel burjuva meşruiyet biçimlerinin ilgası ile kaldırılması” (Rabinbach, 1976). Eskiden kitle hareketinin gerçekleştirdiği baskı ve toplumsal denetim görevini zamanla siyasal polis eline alır.
Bu, Stalinizm gibi devlet aygıtını dışarıdan ele geçiren yönetim biçimlerinden önemli farklar taşır. İktidardaki faşizm aralarında iktidar mücadelesi süren değişik güç odaklarına sahiptir: “Lider, partisi (ki militanları yeni istihdam olanakları, yayılımcı maceralar, ilk dönemdeki radikal programın tamamlanmasını vs. istemektedirler), yargıçlar ve polis şefleri gibi memurlar ve geleneksel elitler – kiliseler, ordu ve iş adamları” (Paxton, 1998). Bu odakların sayısı ve özerklik dereceleri zamana ve mekâna göre değişse de en azından bir iki tanesi sürekli var olmaktadır. Stalinizmde ise devrim devlet dışındaki sosyal ve ekonomik güç odaklarını yok etmişti ve parti oldukça basitleştirilmiş bir sivil toplum üzerinde hüküm sürmekteydi.
Faşizmin sonunu iç ve uluslararası dengeler belirler. Daha önce değindiğimiz gibi faşizm sınıf hareketinin politik taleplerini engelleyebilmesine ve örgütlerinin özerkliğini yıkabilmesine karşın onun ekonomik talepler öne sürmesini ya da kendi haklarını koruma mücadelesini sonlandırmada başarılı olamamıştır; başarabildiği onun ulus çatısı atında birleşmesidir. Faşizm, görevini tamamladığında ve/veya faşist rejimin kendisi burjuva düzenin diktatöryel yüzünü açığa vurduğundan bu görev için bir tehlike arz ettiğinde sona erer. Egemen sınıfların iç dinamikleriyle çözülerek Bonapartist bir geçiş rejimine dönüşebileceği gibi bir devrimci duruma da yol açabilir (1976’da İspanya ve 1974’te Portekiz örnekleri için bkz. Yörükoğlu, 1991).
Faşizme Dair Yanlış Algılayışlar
Antonio Gramsci ve August Thalheimer gibi faşizmi teorize eden ilk devrimciler onun Bonapartizm gibi sınıflar arasında bir denge durumunu temsil ettiğini zannederek sınıf hareketinin yenilgi döneminde olduğunu görmediler ve bu iyimserliğin sonucu politik sekterlik ve her tür birleşik cephe taktiğinin reddi oldu (Poulantzas, 2002). Amadeo Bordiga gibi sol komünistler ve Üçüncü Dönem’de (1928-1933) Komintern partileri faşizmi sosyal-demokrasi ile ya da faşizm öncesi Bonapartist rejimlerle bir kılarak aşırı sol bir retorikle onun gelişine kapıyı araladılar (Anarcho, 2005). Faşizme dair diğer bir zararlı algılama ise Komintern’im 7. Kongresi’nde Dimitrov tarafından faşizmin “en gerici, en şövenist ve en emperyalist öğrelerinin açık terörist diktatörlüğü” olarak tanımlanmasıdır (Çağlı, 2004). Tanımdaki “en..en…en” vurgularının bir teorik zayıflığa işaret etmesi bir yana faşizmin kitle tabanını ve egemen sınıfların tamamı için ifade ettiği önemi görememek Komintern üyesi Komünist Partileri Halk Cephesi gibi faşist olmayan burjuva partilerinin de dahil olduğu parlamenter koalisyonlara girmeye itmiştir.
Bu yanlış kavrayışların daha güncel bir örneği sol komünist Gilles Dauve’ye aittir. Dauve’nin metninde (1979) açıkça komünist veya devrimci olmayan her tür anti-faşizm yararsız, hatta zararlı olarak bir kenara itilmiş (ki metin boyunca anti-faşizmin tanımı onun devrimci olmaması üzerinden yapılmıştır) ve emekçi sınıfın faşizmi engelleyemeyeceği savunulmuştur. Buna “emekçi sınıfın kabiliyetlerini küçük gördüğü” şeklide bir eleştiri yöneltilmiştir (Aufheben, 1992), fakat esas sorun daha derinlerdedir. Dauve’nin materyalizm anlayışı öncelikle sermaye ve proletaryanın tarihsel konumlarına yerleştirildikleri bir arka plan hazırlamaya ve pratiği bu statik arka planın bir kuklası haline getirmeye dayanmaktadır. Sınıfın pratik yanını oluşturan örgütlerinin oluşumu, iç yapılanmaları, taktikleri Dauve için İspanya ve Rusya örneklerini karşılaştırdığı bölümde görülebileceği gibi olması gerekenin olmasından başka bir şey değildir. Tarih insanların yaptığı değil, yaşadığı bir şeye dönüşünce her tür kadercilik de mubah olmaktadır (Elbette ki “kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan veri olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar” (Marks, 1852)). Bu tür bir materyalizm anlayışının sakatlığı yüz elli yıl önce Marks tarafından da Feuerbach Üzerine Tezlerde sergilenmişti:
“Feuerbach’inki de dâhil olmak üzere şimdiye kadar var olan tüm materyalizmin başlıca eksiği, şeyin, gerçekliğin, duyusallığın duyusal insan faaliyeti, pratiği olarak değil, öznel olarak değil, yalnızca nesne ya da sezgi olarak kavranmasıdır. Böylece etkin yön, materyalizme karşıt bir biçimde, idealizm tarafından geliştirilmiş oldu – ama yalnızca soyut olarak, çünkü idealizm, bu biçimdeki gerçek, duyusal eylemi elbette bilmez. Feuerbach, düşünce nesnelerinden gerçekten farklı duyusal nesneler istiyor, ama insan faaliyetinin kendisini nesnel faaliyet olarak kavramıyor. Böylece Hıristiyanlığın Özü’nde teorik tutumu, biricik gerçek insan tutumu olarak görüyor, oysa pratik yalnızca iğrenç, Yahudice görünüm biçimi içersinde kavranıyor ve sabitleştiriliyor. Böylece “devrimci” faaliyetin, “pratik-eleştirel” faaliyetin önemini anlamıyor.” (Marks, 1845)
İtalya’da Anarşizm ve Faşizm
İtalyan anarşizmi içersinde ayaklanmacı ve örgütlenme karşıtı bir gelenek her zaman güçlü olmuştu. Rusya’da 1917 Şubat Devrimi’nin yankılarıyla başlayan ve 1920 yılının sonuna kadar sürecek olan dönemde anarşist hareket içersinde devrimci durum tespitleri yapılmaya başlanmıştı ve 1919 başında değişik yerel örgütlerden sınıf mücadelesi anarşistlerini birleştiren İtalya Anarşist Komünist Birliği (UCAdI) kuruldu. 1920’deki Bologna Kongresi programatik netliği zayıflatmak pahasına daha geniş bir örgüt olarak İtalyan Anarşist Birliği’ni (UAI) kurdu. Şubat 1920’de resmi günlük gazete olarak kurulan Umanita Nova kısa sürede 50 000’lik bir tiraj yakaladı.
1920 sonuna kadar sürecek olan çap olarak kısa zamanda yerelden bölgesele genişleyen işçi grevleri serisi hep benzer bir hat izledi. UAI’nin, anarko-sendikalist USI’nin, bağımsız sendikaların ve daha sonra Komünist Parti’yi (PCdI) oluşturacak L’Ordine Nuovo çevresinin hareketi yayma çabalarına karşın Sosyalist Parti (PSI) ve CGL (Sosyal demokrat sendika) sayesinde hareket boğuldu. Ekim 1920’de son grevler de yenilgiyle sona erdiğinde devletin ilk yaptığı iş UAI ve USI’nin ofislerini basıp Malatesta ve Borghi gibi önde gelen anarşistleri ‘devlete karşı komplo’ suçundan tutuklamak oldu ve mahkeme Temmuz 1921’e kadar başlamadı. (Malatesta Şubat 1920’de tutuklandığında ise batı İtalya’nın Tuscany bölgesindeki tüm büyük kasabalarda ilan edilen genel grev sayesinde salıverilmişti.)
Sosyal demokrat politikacıların ve sendika bürokratlarının ihaneti doğaları gereğiydi, fakat sınıf hareketinin yenilgisi sadece buna bağlanamazdı. Devrimci guruplar arasında koordinasyon zayıftı. Hareketin bel kemiğini oluşturan anarşistler yerelde oluşan güç birliklerinin her zaman parti bürokrasilerine karşı etkili bir merkezkaç kuvveti uygulayabildiğini ve parlamenter yolları reddeden eylem cephelerinin PSI üyelerini ve siyasallaşmamış emekçileri anarşist fikirlere kazandırdığını görmüşlerdi. Ne var ki yereli aşıp ulusal ve küresel bir strateji oluşturabilme konusunda ve yeni üyeleri çekebilecek nitelikli bir örgüt yaratabilmekte başarılı olamamışlardı. UAI’nin sentezci yapısı zaten bunun gerçekleşmesine izin vermiyor, anarşist örgütü yerellerin koordinasyon ağına indirgeyen ve bu şekilde korumaya yeminli kötü bir uzlaşmaya dayanıyordu.
Faşist hareket ortaya çıktığında anarşistler 1920 Kongresi’nde kabul edilen Birleşik Devrimci Cephe taktiğinin bir uygulaması olarak Arditi del Popolonun (AdP – Halkın Cesurları) kuruluşuna öncülük ettiler. AdP emekçi mahallelerinden temellenen bir anti-faşist direnişi savunuyor ve destekçi örgütlerin kendi ayrı örgütlerini kurmalarına karşı çıkıyordu. PSI Ağustos 1921’de faşistlerle bir Pasifikasyon Paktı imzalayıp AdP’den gücünü çekti. Faşizmin iktidara geleceğini göremeyen Bordiga’nın önderliğindeki genç PCdI AdP’de bir polis sızması olduğu ve genel sekreteri anarşist Secondari’nin bir polis ajanı olduğu yalanlarını yayarak ve AdP’yi yeterince devrimci olmadığını savunarak parti üyelerinin AdP’den ayrılmasını emretti. Bu kararda şüphesiz Rus anarşistlerine karşı Bolşevik hükümet tarafından gerçekleştirilen saldırıların haberleri İtalya’ya ulaştıkça anarşistlerin Leninist tek parti diktatörlüğüne karşı daha eleştirel olmaları ve onların tam tersine Bordiga’nın bu diktatörlüğü onun karakterini (çoğu Troçkistin daha sonra yapacağının aksine) çarpıtmaksızın sevmesi, hatta demokrasi karşıtlığını kendi teorisinin bir parçası haline getirmesi etkili olmuştu. Emekçilerin faşist sızmalara ve toplanmalar karşı mücadelesi AdP dışında da devam etti. Yalnızlaştırılan AdP’nin son büyük zaferi Ağustos 1922’de anarşist geleneğin güçlü olduğu Parma’da yüz kadar AdP’linin binden fazla faşisti halkın da desteğiyle kentten yaka paça atmalarıydı.
Fransa ve İspanya
Fransa’da anarşist anti-faşizm İtalya’dakinin anti-parlamenter ve emekçi tabanlı mücadele biçiminin ve ne yazık ki aynı zamanda onun örgütsel sorunlarının bir tekrarıydı. 6 Şubat 1934’te aşırı sağcı göstericilerin Ulusal Meclis’e saldırması anarşist hareketi bir toparlanma kongresine sevk etti. Sonuç Devrimci Anarşist Komünist Birlik’in (UACR) büyük kısmının Anarşist Birlik’i (UA) oluşturmak için kendi örgütlenmeci hatlarından taviz vermeleri, azınlık gurubunun Liberter Komünist Federasyon’u (FCL) oluşturması ve Fransızca konuşan Anarşistler Federasyonu’nun (FAF) sentezci ve anarşist olmayan guruplara karşı uzlaşmaz pozisyonunu korumasıydı.
UA özellikle İspanya’da anarşizmin elde ettiği saygınlıktan aldığı ivmeyle hızla güçlendi. 1936 ilkbaharıyla 1937 ilkbaharı arasında üye sayısı 4 kattan fazla artmıştı ve örgütün gazetesi La Libertaire Clichy’de anti-faşistler ile polis arasında yaşanan çatışmalardan birkaç hafta sonraki 1 Mayıs için 100 000 baskı yapmıştı ve Fransa çapından bundan başka on dört anarşist yayın vardı. Fakat sürekli eylem döneminde olan örgüt taktiğe ve stratejiye dair sağlıklı bir tartışma ortamı oluşturmayı başaramıyordu ve yeni üyeler hareketin sürekli katılımcıları haline gelemiyordu. Esas ciddi çelişki ise Fransa’da Halk Cephesinin parlamenter ve sınıf işbirlikçisi karakterine cepheden karşı olan örgütün İspanya’daki benzer bir hükümet içersinde olan anarşistleri eleştirisiz desteklemesiydi. İspanya’daki yenilgi Fransa’da da UA’nın güçsüzleşmesinin temel nedenlerinden oldu.
İspanya’da anarko-sendikalist CNT’nin kafası Halk Cephesi konusunda seçimlerden beri karışıktı. Daha önceki seçimlerde izlediği oy vermeme kampanyasının aksine 1936 seçimlerinde bu tür bir tutum almadı. Kendinden önceki sağcı koalisyonun yaşattığı acılardan sonra Halk Cephesi’nin daha ılımlı olacağına dair bir umut sadece anarşistlere de hâkim olmuş gibi görünmekteydi. Bu yüzden Franco’nun darbesi olduğunda herkes hazırlıksız yakalandı. “Çıkan ayaklanma bir kez daha şiddet sorununun sadece teknik bir sorun olmadığını gösterdi. Zafer silahsal üstünlüğü olanın (askeriye) veya sayıca üstün olanın (halk) değil, inisiyatifi eline almaya cesaret edenin oldu. İşçiler devlete güvendiklerinde, Zaragoza’da olduğu gibi devlet ya pasif kaldı ya da imkânsızı vaat etti. Mücadeleleri odaklı ve keskin olduğunda (Malaga’daki gibi) işçiler kazandı; zindeliği eksik olduğunda kana boğuldu (Seville’de 20 000 kişi katledildi).” (Dauve, 1979)
Cumhuriyetçi bölgede darbeyi yenen ve onu bir iç savaşa dönüştüren halkın direnişi olmuştu. Dolayısıyla emekçi kitleler Madrid hükümetinin ve Franco’nun dışında özerk bir iktidar odağı olarak öne atıldılar. Böyle bir durumda doğru anarşist politika Madrid’deki hükümete politik destek vermeksizin, ondan özerk olarak mücadele edebilmekti. Nasıl 1917’de Rusya’da Kornilov darbesine karşı öncelikli olarak mücadelenin hedefini Kerensky hükümetinden Kornilov’a çevirmek gerekiyorsa (ki burada da darbenin asıl hedefi aslında Kerensky değil, onun hükümetini işe yaramaz hale getiren işçi sovyetleriydi) 1936’da da öncelikli hedefin Madrid değil, Franco olması doğaldı. Fakat bu taktiğin seçimi konusunda şunu net olarak ortaya koymak gerekir: Bunun nedeni burjuva demokrasisinin faşizmden daha insancıl ya da özgürlükçü olması değildi. Burjuva demokrasisinin faşizme kucağını açması Mussolini’nin iktidara gelişinden beri rastlanan bir olaydı. Baskının derecesi meselesine gelince, 1937 Mayısından sonraki karşı-devrim ve özellikle de İspanyol ve Rus gizli servislerinin seri cinayetleri bu ılımlılık iddiasının temelsizliğini gösterdi.
Son
20. yüzyıla adını kanlı harflerle yazan faşizmin kapitalizmin tekelci aşamasıyla ve kitle demokrasisinin gelişi ile olan bağlantısını çizmeye ve Bonapartist veya Sosyal demokrat iktidarların ne açıdan ona benzediğini ve ne açılardan da farklılaştığını göstermeye çalıştık. Kapitalizme doğrudan karşı çıkmadan – karakteristik olarak hiyerarşik olan – kapitalizm öncesi topluluk formlarına bir dönüş özlemini içeren faşist hareketin kökenlerine karşı mücadele değindiğimiz gibi iki yönlü bir biçim arz etmektedir. Bu iki yönlü mücadeleyi indirgemeciliğe düşmeden ve toplumsal formasyonun bütünlüğünü görerek yürütmek gerekir. Faşizmin kendisine karşı örgütsel mücadele ise ancak parlamenter ve yasalcı ya da devlet aygıtının iyi niyetine dair bir umut taşımadan, sınıf işbirlikçiliğinden ve aynı zamanda da mücadelenin nicel gücünü zayıflatacak sekter tutumlardan uzak durarak sürdürülmelidir. Bu mücadele salt bir savunma şeklini alır ve hareket tüm enerjisini bununla uğraşmaya ayırırsa yenilgi kaçınılmazdır, çünkü bu sadece düşmanın bir yüzüdür.
Kaynakça:
Adler, F. (2001). Reconsidering Fascism. Telos, Iss.119.
Anarchist FAQ (2006). A.5.5 Anarchists in the Italian Factory Occupations. Alındığı yer: http://infoshop.org/faq/secA5.html#seca55
Anarcho (2005). The Irresistible Correctness of Anarchism. Review of “The Resistible Rise of Benito Mussolini”. Alındığı yer: http://anarchism.ws/writers/anarcho/reviews/leninist/mussoliniSWP.html
Aufheben (1992). Review of “Fascism/Antifascism by Jean Barrot”. Alındığı yer: http://www.geocities.com/aufheben2/auf_1_barrotreview.html
Berry, D. (1999).‘Fascism or Revolution!’ Anarchism and Antifascism in France, 1933-39. Contemporary European History, vol.8, no.1, s.51-71. Alındığı yer: http://raforum.apinc.org/article.php3?id_article=238&lang=en
Bologna, S. (1993). Nazism and the Working Class – 1933-93. Alındığı yer: http://www.emery.archive.mcmail.com/public_html/sergio_bologna/nazism.html
Çağlı, E. (2004). Bonapartizm Faşizme: Olağanüstü Burjuva Rejimlerin Marksist Bir Tahlili. Alındığı yer: http://www.marksist.com/kitaplik/onlineKitap/Bonapartizm/index.htm
Dada, A. (1982). Class War, Reaction and Italian Anarchists. Alındığı yer: http://www.fdca.it/fdcaen/press/pamphlets/sla-3/
Dauve, G. (1979). Fascism/Antifascism. Alındığı yer: http://libcom.org/library/fascism-anti-fascism-gilles-dauve
Fraser, R. (1995). İspanya’nın Kanı: İç Savaş Deneyimi (1936-1939). Belge Yayınları: İstanbul
Gramsci, A. (1924). The Italian Crisis. L’Ordine Nuovo. Alındığı yer: http://www.marxists.org/archive/gramsci/works/1924/09/italian_crisis.htm
Marks, K. (1845). Feuerbach Üzerine Tezler. Alındığı yer: http://www.kurtuluscephesi.com/marks/tezler.html
Marks, K. (1852). Louise Bonaparte’ın 18. Brumaire’i. Alındığı yer: http://www.kurtuluscephesi.com/marks/18brumaire.html
Paxton, R.O. (1998). The Five Stages of Fascism. The Journal of Modern History, Vol.20, No.1 (1-23)
Pirdal, H.H. (y.y.). Faşizme Karşı Mücadele Toplumsal Devrim Mücadelesidir. Apolitika, Sayı 2. Alındığı yer: http://www.anarsi.org/arsiv.php?isl=oku&id=149&tip=2&ust=42
Poulantzas, N. (2004). Faşizm ve Diktatörlük. İletişim Yayınları: İstanbul
Rabinbach, A.G. (1976). Poulantzas and the Problem of Fascism. New German Critique, No:8, (157-170)
Sakai, J. (2002). The Shock Of Recognition: Looking at Hamerquist’s “Fascism & Anti-Fascism”. Alındığı yer: http://kersplebedeb.com/mystuff/books/fascism/shock.html
Troçki, L. (1934). Bonapartism and Fascism. Alındığı yer: http://www.marxists.org/archive/trotsky/works/1930-ger/340715.htm
Yanardağ, M. (2002). MHP Değişti Mi? Ülkücü Hareketin Analitik Tarihi. Gendaş A.Ş.: İstanbul
Yürükoğlu, R. (1991). Faşizm ve Burjuva Demokrasisi. Alev Yayınevi: İstanbul
Bir yanıt yazın