Rudolf Rocker’ın yazısının Radikal Perspektif tarafından yapılan çevirisini paylaşıyoruz.
Yabancı Sermayenin Rolü
19 Temmuz, militarist maceracıların İspanya’daki cumhuriyet rejimine karşı ayaklandıkları ve dış güçlerin ve yabancı birliklerin yardımıyla ülkeyi kanlı bir savaşa sürükledikleri günün yıldönümüydü. Bu kanlı savaş, bugüne kadar binlerce kadın ve çocuk dahil olmak üzere yaklaşık bir milyon insanın hayatına mal oldu ve ülkenin geniş bir bölümünü çorak bir çöle dönüştürdü. Bu kanlı dramın derin trajedisi, bunun sıradan bir iç savaş değil, aynı zamanda bugün İspanya topraklarında iki farklı yabancı güç grubu arasında süren bir mücadele olması gerçeğinde gizlidir. İki düşman emperyalist kamp, yabancı bir ülkenin doğal kaynakları ve kıyılarının stratejik avantajı için mücadele etmektedir. Dahası, bu savaşın sürdürülmesi, İspanyol halkının özgürlük mücadelesine açık bir etki yaratmaktadır ve bu etki, bugün ülkenin devrimci ve karşı devrimci güçleri arasındaki iç savaşta giderek daha açık bir şekilde kendini göstermektedir.
İspanya’ya yatırılan yabancı sermayenin güçlü etkisini yeterince dikkate almadan bu olayların önemini anlamak mümkün değildir. İşte İngiltere ve Fransa’nın tutumunun ve sözde “tarafsızlık politikasının” sırrı budur. Aynı zamanda Sovyet Rusya hükümetinin başından beri İspanyol halkının kanlı trajedisinde oynadığı ve hâlâ oynamaya devam ettiği belirsiz rolün açıklaması da budur.
Karar verici öneme sahip bir konu da İspanyol tarımı ile ülkenin sanayi sektörleri arasındaki ilişkidir. Toprak mülkiyeti söz konusu olduğunda, devrim öncesinde ülkenin toprakları neredeyse tamamen İspanyol mülk sahiplerinin elindeydi, ancak ülkenin farklı bölgelerinde koşullar çok farklıydı. Birçok ilde, özellikle kuzeyde, küçük toprak sahipleri nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturmaktaydı; diğer illerde, örneğin Levante ve Katalonya’da, topraklar üzerinde mülkiyet hakkı olmayan küçük kiracı çiftçiler tarafından işlenmekteydi; Endülüs ve Estramadura’da ise tüm kırsal alanlar, kiralık işçilerle çalışan birkaç büyük toprak sahibine aitti.
Ancak sanayide çok farklı bir durum söz konusudur. Perakende ticaret ve küçük sanayi dalları çoğunlukla İspanyolların elindeyken, büyük sanayi dalları ve ülkenin en önemli ticari işletmeleri neredeyse istisnasız olarak dış sermaye tarafından kontrol edilmekteydi. Bu sermaye içinde İngiliz sermayesi en güçlü şekilde boy göstermektedir.
İngiliz sermayesi, Bilbao çevresindeki zengin demir madenlerine, madenlerin görünürde İspanyol sahiplerine ait olmasına rağmen, çok büyük ilgi göstermekteydi. Oldukça zengin demir madeni bölgesi olan Orconera, neredeyse tamamen İngiliz sermayedarlarının kontrolü altındaydı; aynı durum, özellikle Desirto demir fabrikaları olmak üzere, diğer birçok demir bölgesinde de geçerliydi. Bilbao’daki liman tesislerinin büyük bir kısmı İngiliz sermayedarlarının mülkiyetindedir; aynı şekilde, cevherleri kıyıya taşıyan demiryolları da öyle. İngiliz gemi hatları, İngiltere ile Bask demir yatakları arasındaki bağlantıyı tamamlamaktadır.
İspanyol demiri, İngiltere’nin yürürlükteki yeniden silahlanma programında çok büyük bir rol oynamaktadır. Ve faşist isyanın patlak vermesinden Bilbao’nun düşüşüne kadar, buradan yapılan demir ihracatının tamamının İngiltere’ye yapıldığı da bir gerçektir.
İspanyol madencilik sektöründe bir diğer önemli bir faktörde, İspanya’nın Huelva eyaletinde bulunan en zengin bakır madenlerini işleten İngiliz Rio Tinto Şirketi’dir. 3.750.000 sterlin sermayeye sahip bu şirketin merkezi Londra’dadır. Şirketin başkanı Sir Auckland C. Geddes’tir. Şirket 1873 yılında kurulmuştur ve İspanyol hükümetinden aldığı imtiyazın süresi sınırsızdır. Şirket, toplamda 1 milyon 333 bin sterlin değerinde 450.000 adet adi hisse ve 350.000 adet imtiyazlı hisse senedi ihraç etmiştir. Rio Tinto Şirketi ayrıca zengin kükürt ve demir madenlerine de sahiptir. İspanya’nın her yıl ortalama olarak ürettiği 540.000 ton bakırın büyük bir kısmı Huelva madeninden çıkmaktadır. Ağustos 1936’da bu bölge isyancıların eline geçmiştir, ancak Burgos cuntası özel bir kararname ile Rio Tinto Şirketi’ne haklarının ihlal edilmeyeceğini ve faşist ordunun askeri amaçlarla ihtiyaç duyduğu bakırın ortalama piyasa fiyatından ödeneceğini garanti etmiştir.
Rio Tinto Şirketi’nin sahipleri arasında, İspanya’da birçok başka büyük sanayi kuruluşuna da ilgi duyan Rothschild ailesi de bulunmaktadır. Örneğin, en önemlilerinden biri olan Madrid-Zaragoza demiryolu hattı gibi çeşitli demiryolu hatlarına sahiptir. Ancak Rothschild ailesi, Ciudad Real eyaletindeki Almaden’in zengin cıva madenlerine özellikle ilgi duymaktadır. Bu madenler, tüm dünyada eşi benzeri olmayan madenlerdir. İspanya, dünyanın en büyük cıva üreticisi olarak bilinirken, İtalya ikinci, Amerika Birleşik Devletleri ise üçüncü sıradadır. 1934 yılında İspanya bu değerli maddeden 1160 ton üretirken, Amerika sadece 532 ton üretmiştir. Cıva, savaş için en vazgeçilmez ihtiyaçlardan biridir. Bu nedenle, yabancı güçlerin İspanya’ya neden bu kadar büyük ilgi gösterdiğini anlamak mümkündür.
İngiliz sermayesi, İspanyol alüminyum endüstrisine ve İspanyol demiryolu inşaatı ve makine imalatındaki bir dizi endüstriyel girişime de büyük ilgi göstermektedir. Tanınmış Vickers-Armstrong firması, “Sociedad Española de Construcción Naval” (İspanyol Gemi İnşa Şirketi), “International Paint Company” ve İspanyol savaş sanayisine de büyük ilgi göstermektedir. Bu gerçekler göz önüne alındığında, Londra basınının neden İspanyol ordusunun kanlı girişimine ilk andan itibaren açıkça sempati duyduğunu anlamak mümkündür.
İspanyol sanayisindeki bir diğer önemli faktör ise, merkezi Paris’te bulunan ve 309.375.000 frank sermayeye sahip olan “Société Minèrere et Métallurgique de Peñarroya” (Peñarroya Madencilik ve Metalurji Şirketi) ‘dir. Bu şirket 1881 yılında kurulmuş olup, İspanyol hükümetinden aldığı imtiyaz 2003 yılına kadar geçerlidir. Şirketin başkanı, kapitalist Mirabaud grubunun önde gelen isimlerinden biri olarak bilinen ve Fransız savaş sanayisiyle yakın ilişkisi olan Charles Emile Heurteau’dur. Yöneticileri, bir dizi İspanyol sanayi işletmesiyle ilgilenen Frédéric Ledoux ve Alman silah sanayisinin en tanınmış temsilcilerinden biri olan Dr. Aufschlager’dir. Bu kuruluşun yönetim kurulunda, Avrupa’nın tanınmış büyük finansçıları yer almaktadır: Fransa Merkez Bankası’nın eski yöneticisi Pierre Mirabaud, Baron Robert Rothschild, Baron Antony de Rothschild’in kayınbiraderi Charles Cahen, “Banque de l’Union Parisienne” ve uluslararası Suez Kanal Şirketi’nin direktörü, İtalyan Kont Errico San Martino di Valperga ve İspanya’nın en zengin adamları arasında yer alan iki İspanyol, Kont Ramonones ve Marki Villamejor. Şirket, çok sayıda madenin ve bunlarla bağlantılı endüstrilerin işletilmesinde tekel konumundadır ve özellikle İspanyol kurşun endüstrisine büyük ilgi duymaktadır. Şirketin adı, Birinci Dünya Savaşı sırasında, Fransız Meclisi’nde yapılan bir oylama ile Peñarroya’da üretilen tüm kurşunun Alman hükümeti için ayrıldığı ortaya çıktığında kötü bir şöhret kazandı. Ancak şirketin en önde gelen temsilcileri iyi birer Fransız vatanseveriydi. Ama iş iştir.
Bu, İspanya’daki dış sermayenin ilgi alanlarının uzun listesinden sadece kısa bir alıntıdır. Bunların çok daha fazlası bulunmaktadır. Bu nedenle, Madrid’deki telefon santralinin bir Amerikan şirketinin elinde olduğu, Barselona telefon sisteminin ise İngiliz hissedarların kontrolü altında olduğu genel olarak bilinmektedir. Ancak bu önemli konuyu tamamen incelemek çok uzun sürer. Bizim tek ilgilendiğimiz konu, İspanya’daki son olayların net bir resmini elde etmek isteyenlerin, İspanya’ya yatırılan yabancı sermayenin güçlü etkisini doğru bir şekilde değerlendirmeleri gerektiğidir. Bizim tek amacımız, bu talihsiz ülkede son zamanlarda yaşanan olayları net bir şekilde anlamak istiyorsanız, İspanya’ya yatırılan yabancı sermayenin güçlü etkisini doğru bir şekilde değerlendirmek gerektiğini göstermektir.
Yabancı büyük sermayelerin temsilcilerinin İspanya’daki siyasi gelişmelere büyük ilgi duymaları gayet doğaldır. Ve işte sorunun cevabı burada yatıyor: Kendi kaynakları olmayan isyancı generallere, kendi halklarına karşı işledikleri kanlı suçları sürdürmeleri için gerekli mali imkanları kim sağladı? İspanya’nın en zengin adamı olan Señor Juan March, yabancı sermayeyle çok yakın ilişkiler içinde olmasına rağmen, bunu tek başına yapamazdı. İspanya’nın iç koşulları hakkında en ufak bir bilgisi olan herkes, paranın nereden geldiğini en başından beri biliyordu. İspanya’ya yatırım yapan yabancı sermaye yöneticilerinin, giderek daha güçlü bir şekilde yayılan ve İspanya’daki tekellerini tehlikeye atabilecek devrimci işçi hareketini bastırmak için generallerin komplosunu desteklemeye büyük ilgi duydukları bir sır değildi. Tabii ki, İspanya’yı yöneten bu adamlar için kimin iktidarda olduğu önemli değildi. Onlar sadece yatırım yaptıkları sermayenin güvenliğiyle ilgileniyorlardı ve amaçları için gerekli garantileri sağlayan herhangi bir hükümeti desteklemeye hazırdılar.
Almanya ve İtalya’nın Rolü
İspanya’da şu anda yaşanan olaylar Dünya Savaşı’ndan önce ortaya çıkmış olsaydı, İngiliz hükümeti, benzer durumlarda sık sık yaptığı gibi, İspanya’daki İngiliz sermayesini korumak için isyancı generallerin kanlı işlerine açıkça yardım etmekten bir an bile çekinmezdi. Ancak, kaçınılmaz siyasi ve ekonomik sonuçları ile Dünya Savaşı, Avrupa’da yeni bir durum yaratmış ve bu durum, İtalya ve Almanya’da faşizmin zaferi ile büyük ölçüde yoğunlaşmıştı. Faşizmin zaferi, bu ülkelerde sadece güçlü bir askeri yapı getirmedi; aynı zamanda eski emperyalist emellerin yeniden canlanmasının da habercisi oldu. Bu emellerin destekçileri, yeni sistemlerini iç ve dış alanda yaygınlaştırmak ve İngiltere ve Fransa’nın muhalefetini başarıyla aşmak için sürekli olarak yeni destek arayışı içindeydiler. Ve bu yeni güçler, eski diplomasinin öngördüğü formülleri ya da ciddi antlaşmaları hiç umursamadıkları ve istedikleri sonucu vaat eden hiçbir yöntemden çekinmedikleri için, hesaplanamayacak kadar güçlüydüler.
İspanya’nın demir, bakır, çinko, cıva, kükürt, magnezyum ve diğer değerli minerallerdeki muazzam zenginliklerinin faşist devletlerin açgözlülüğünü körüklemesi gayet doğaldı. İngiltere’nin yeni bir savaşa henüz yeterince hazır olmadığı ve Fransa’nın askeri desteği olmadan bir savaşı üstlenemeyeceği bir sır değildi, bu yüzden Hitler ve Mussolini bu durumdan mümkün olan en büyük kârı elde etmek için en güçlü kozlarını oynadılar.
İtalya ve Almanya’nın İspanya’da planlanan faşist ayaklanmanın tüm ayrıntılarını bildiği gibi, İngiltere ve Fransa’ya sürekli olarak daha büyük zorluklar yaratmak için ellerindeki tüm imkanları kullanarak bu ayaklanmayı destekledikleri de herkes tarfından bilinmektedir. Faşist komplonun ruhu olan General Sanjurjo, İspanya’daki olaylardan hemen önce, kendi hain davranışının kurbanı oldu. Hitler ve Mussolini’yi ziyaret etmişti ve Berlin ve Roma’daki görüşmelerin planlanan bir piknikle ilgili olmadığı ortadaydı.
Alman ve İtalyan faşizmi olmasaydı, İspanyol generallerin isyanı İngiliz hükümetine baş ağrısı yaratmazdı. İspanya’daki zayıf cumhuriyet rejiminin, sürekli çalkantılarla boğuşan ve İngiliz sermayesinin çıkarları için gerekli siyasi güvenliği kalıcı olarak sağlayamayacağı kanıtlandıktan sonra, askeri diktatörlük ve nihayetinde monarşinin geri dönüşü, Thames Nehri kıyısındaki zeki politikacılar tarafından bile memnuniyetle karşılanmıştı. Londra’da, İspanya ve Portekiz’in iç politikalarında kayda değer hiçbir değişikliğin İngiliz hükümetinin onayı olmadan mümkün olmadığına inanmaya uzun zamandır alışmışlardı. Her iki ülke de uzun zaman önce siyasi ve ekonomik bağımsızlıklarını kaybetmişlerdi ve artık büyük Avrupa güçlerinin siyasetinde herhangi bir rol oynamıyorlardı. Bu nedenle, İngiliz çıkarları için gerekli garantileri sağlamak amacıyla, Franco’nun İspanyol halkını diz çöktürmesi ve genel olarak onlara kanun koyması için gerekli araçları şüphesiz onun emrine sunacaklardı.
Ancak bugün durum farklıydı. Franco’nun arkasında, İspanya’nın maden kaynakları ve Akdeniz’i hakimiyet altına almak için stratejik noktalara sahip olma haklarını ısrarla savunan Hitler ve Mussolini’nin siyasi talepleri vardı. İngiliz diplomatların acı sürprizine, Mussolini Akdeniz’in bir İtalyan denizi olduğunu açıkça ilan etmişti. İngiltere’de böyle bir şeyi kolay kolay unutmazlar. Bu koşullar altında Franco’nun zaferi, sadece İspanya’daki İngiliz tekelini ciddi şekilde tehdit etmekle kalmayacak, uygun koşullar altında İngiliz dünya imparatorluğu için de ciddi bir tehlikeye dönüşebilir.
Londra’da, Franco’nun Mussolini’ye Balear Adaları’nı vaat ettiği ve aldığı yardımın karşılığı olarak İspanyol Fas’ındaki bazı stratejik noktaları Almanya ve İtalya’ya devretmeye hazır olduğu yönünde giderek artan bir vurguyla tekrar tekrar yapılan açıklamaların boş bir söylenti olmadığını çok iyi biliyorlar. İngiltere’de de, Mısır ve Filistin’deki Arap milliyetçiliğinin İngiliz karşıtı eğilimlerini kışkırtmak için tüm becerisini kullanan ve Yakın Doğu’da İngiltere’ye daha fazla sorun çıkarmak isteyen kişinin kim olduğu çok iyi biliniyor.
Franco ve komplocularının İngiltere ve Fransa’dan çok Almanya ve İtalya’ya yakın durdukları da Londra’da hiç kimsenin şüphesi olmayan bir gerçektir. İspanyol askeri klik, Hitler ve Mussolini ile gizli anlaşmalar yaparak bir isyan planladı ve onların yardımıyla bunu gerçekleştirdi. Üstelik, gerici amaçları ve acımasız barbar yöntemleri ile içsel bir akrabalıkları olduğu için, entelektüel ve duygusal olarak da bu iki faşist güce çok daha yakındılar. İtalya ve Almanya’nın desteğiyle Franco, İngiltere ve Fransa’ya karşı kozlarını oynayabilir ve aynı zamanda İspanya’da daha önce hiç duyulmamış bir dil kullanarak büyük bir Avrupa gücüne seslenebilirdi.
İsyan Öncesinde İspanya’daki Durum
Cumhuriyet, birkaç yıl içinde halk nezdindeki prestijini yitirmişti. Cumhuriyetçi parti politikacılarının ebedi kararsızlığı, kararlı adımlardan korkmaları, ülkenin eski gerici unsurlarının giderek artan bir şekilde yeniden bir araya gelmesine yol açtı. İşçi hareketine yönelik sistematik zulüm, özellikle C.N.T.’ye karşı acımasızca yürütüldü. (Confederacion Nacional del Trabajo anarşist-sendikalist işçi sendikaları) karşı yöneltilen sistematik zulüm, bu sendikanın sekiz veya dokuz bin üyesinin cumhuriyet hapishanelerine sokulması, Pasajes, Jerica, Burriana, Epila, Arnedo ve Casas Viejas’taki kanlı olaylar ve özellikle de 1934 Ekiminde Asturias’taki ayaklanmanın Afrika birlikleri tarafından kanlı bir şekilde bastırılması ve bunun korkunç sonuçlarıdır. Tüm bunlar, İspanyol halkının cumhuriyetten tamamen tiksinmesine katkıda bulunmuştur. Cumhuriyet, onlar için sadece yeni bir cepheydi ve arkasında aynı eski karanlık güçler saklanıyordu.
Ve işin aslında, din adamları ve monarşist unsurlar giderek daha tehditkar bir şekilde başlarını kaldırıyor ve dağınık güçlerini yeniden birleştirmek ve kaybettikleri konumlarını geri kazanmak için inatçı bir ısrarla çabalıyorlardı. O sırada, 1934 Ekiminde Samper bakanlığının düşmesinden sonra, faşist Gil Robles tarafından kurulan “Katolik Halk Hareketi”nin üç üyesi yeni Lerroux kabinesine dahil edildiğinde, herkes hangi yöne doğru gittiklerini biliyordu ve siyasi ve sosyal krizin parlamento yoluyla çözülmesi artık söz konusu olamazdı. Asturias’taki ayaklanma bu durumun doğrudan bir sonucuydu ve insanlık ilkelerini tamamen hiçe sayan acımasız bastırma, ateşe körükle gitmekten başka bir şey olmadı ve hükümet ile halk arasında bir daha asla kapatılamayacak bir uçurum açtı.
Bu açık tepki, C.N.T. ve F.A.I. (İberya Anarşist Federasyonu) içinde devrimci çıkış noktasını bulan büyük halk kitlelerinin çaresiz direnişiyle karşılaşmadan asla zafere ulaşamazdı. Almanya’da mümkün olan şey İspanya’da düşünülemezdi. Bunun garantisi, yıllarca tüm gerici güçlere karşı inatçı bir mücadeleyle kendini koruyan İspanyol işçi ve köylü hareketinin devrimci ve özgürlükçü karakterinde yatıyordu. Nitekim, Asturias’taki olaylardan birkaç ay sonra, İspanya’yı yeni bir devrimci dalga sardı ve bu dalga, Şubat 1936’daki seçimlere de damgasını vurdu.
Sözde Halk Cephesi’nin zaferi, hiçbir şekilde cumhuriyete olan halkın güveninin bir göstergesi değildi, sadece büyük kitlelerin direniş göstermeden sahneyi gericilere terk etmeyeceklerini ve monarşinin yeniden kurulmasına izin vermeyeceklerini ilan etmelerinden ibaretti. Seçimlerin duruma etkili bir çözüm getiremeyeceği ve devrim ile karşı devrim arasındaki çatışmanın parlamento dışında sürdürüleceği, görebilen herkes için açıktı. Ve çok geçmeden, yeni Halk Cephesi hükümetinin bu durumu çözme yeteneğine sahip olmadığı ve ne çözebileceği ne de çözmek istediği sorunlarla karşı karşıya kaldığı da ortaya çıktı. Gericilerin, seçim yenilgisinin meseleyi sona erdirmesine izin verme niyetinde olmadıkları, aksine silahlı güçle gerçek bir çözüm bulmaya kararlı oldukları, yeni parlamentonun toplanmasından çok geçmeden ortaya çıktı. Monarşist milletvekili Calvo Sotelo’nun ordu liderlerine cumhuriyeti devirmeleri için yaptığı açık çağrı, yaklaşan olayların gölgesini önlerine düşüren ilk hamleydi.
Bugün genel olarak bilindiği üzere, Başkan Azaña generallerin niyetlerinden haberdardı; ancak kabine, tehdit oluşturan tehlikeyi önlemek için parmağını bile kıpırdatmadı. Tıpkı 1932’de cumhuriyet hükümetinin tamamen suçlu olan kararsızlığının Sanjurjo’nun askeri isyanından sorumlu olduğu gibi, bu sefer de sözde Halk Cephesi hükümeti, militarist haydutların ihanet planlarını huzur içinde örmelerine izin verdi ve onlara karşı tek bir adım bile atmadı. Fas’taki ayaklanmanın ilk haberleri İspanya’ya ulaştığında, hükümet aslında savaş bakanlığını General Mola’ya devretmek üzereydi. Ancak artık çok geçti; Mola, cumhuriyete son darbeyi vurmak için birliklerini Madrid’e doğru yönlendirmişti bile.
Tüm bunlar İspanya’da iyi biliniyordu. Anti-faşist basın, özellikle de C.N.T.’nin günlük gazeteleri, yaklaşan tehlikeye karşı sık sık uyarıda bulunmuştu; ancak Halk Cephesi hükümeti, küstahça bir hafiflikle tüm önlemleri bir kenara attı. Ardından, faşist isyan patlak verdikten ve C.N.T. ile F.A.I.’nin kahramanca direnişiyle birkaç gün içinde Barselona’da bastırıldıktan sonra, Katalonya düşmandan kurtulmuş ve iyi planlanmış bir stratejik sürprizle İspanya’yı ele geçirme planını boşa çıkarmıştı. Katalonya işçilerinin, bir sonraki fırsatta aynı tehlikeye bir kez daha maruz kalmak istemiyorlarsa, yarı yolda durmayacaklarını anlamak kolaydır. Böylece toprakların kolektifleştirilmesi ve sanayi tesislerinin işçi sendikaları tarafından devralınması süreci başladı; C.N.T. ve F.A.I.’nin inisiyatifiyle başlayan bu hareket, karşı konulamaz bir güçle Aragon, Levante ve ülkenin diğer bölgelerine yayıldı. Faşistlerin isyanı, İspanya’yı sosyal devrime doğru yola çıkarmıştı.
İspanya’ya yatırım yapan yabancı sermaye yöneticilerini, tekellerinin geleceği konusunda derin bir endişeye sürükleyen de bu gelişmeydi. Generallerin kendi halkına karşı başlattığı isyan tamamen İspanya’ya özgü bir mesele olsaydı, İngiliz hükümeti İspanya’daki İngiliz sermayesinin çıkarlarını korumak için hiç tereddüt etmezdi. İstenilen amaç gerçekleştirilebildiği sürece, bütün bir halkın cellada teslim edilmesi İngiliz diplomatların vicdanını ciddi şekilde rahatsız etmezdi.
İngiltere ve Fransa’nın Rolü
Hitler ve Mussolini’nin politikaları, İngiltere’nin muhafazakar hükümetini zor bir duruma sokmuştu. Franco’nun tam yenilgisi, İspanya’nın yeni gelişme sürecine hayal bile edilemeyecek ufuklar açacak ve halihazırda başlamış olan toplumsal dönüşüm çalışmalarına güçlü bir ivme kazandıracaktı. Ancak, tüm makul varsayımlara göre, Franco’nun kesin bir zaferi, daha da felaketle sonuçlanacak ve İtalya ile Almanya’nın Avrupa’daki siyasi konumunu büyük ölçüde güçlendirecektir. Bir yandan, bu durum, İspanya’daki İngiliz tekellerine, sosyal bir devrimden daha tehlikeli olabilir, çünkü bu durumda, yabancı güçlerle şiddetli bir çatışmayı önlemek için, yabancı sermayeye kısa veya uzun vadede bazı tavizler vermek zorunda kalınabilir. Öte yandan, bu durum İngiltere ve Fransa için öngörülemez boyutlarda siyasi sonuçlar doğurabilir. Hitler, 27 Haziran’da Würzburg’da yaptığı konuşmada, Almanya’nın dört yıllık planını gerçekleştirmek için İspanya’nın madenlerine acil olarak ihtiyaç duyduğundan, Franco’nun zaferinden en büyük çıkarın Almanya’ya ait olduğunu açıkça belirtmişti. Resmi raporda, Hitler’in konuşmasındaki bu bölüm, İngiltere’deki kötü izlenimi silmek için büyük ölçüde yumuşatılmıştı; ancak orada da oyunun ne için oynandığını biliyorlardı. İngiliz Avam Kamarası’nda İspanya’daki durumla ilgili heyecanlı tartışmalar bunu çok net bir şekilde gösterdi. 1935 yılında Almanya, İspanya’dan büyük miktarda demir ve bakır cevheri tedarik etmişti; ancak İngiltere’deki askeri hazırlıklar bu kaynaktan gelen tedariki büyük ölçüde azalttı.
Ancak İtalya, Almanya’dan daha da fazla ilgiyle İspanya’nın doğal kaynaklarına yönelmiştir. İtalya’nın demir ve çelik üretimi şu anda yılda bir milyon ton civarındadır, oysa gerçek ihtiyacı için yılda üç milyon ton gereklidir ve bu eksiklik yurt dışından karşılanmak zorundadır. İspanya ise her yıl yedi milyon ton demir üretmektedir. Bu koşullar altında Mussolini’nin Bask bölgelerinin zengin demir yataklarına nasıl ağzının suyunun aktığını kolayca anlayabiliriz.
Ancak, büyük Avrupa güçlerinin İspanya üzerinde sürdürdüğü mevcut mücadelede, sadece bu ülkenin topraklarının ve madenlerinin hazineleri değil, çok daha fazlası söz konusudur. Franco’nun kesin bir zaferi, İspanya’yı tamamen İtalya ve Almanya’nın kucağına atacak ve Mussolini ile Hitler’in güç politikasına, İngiltere ve Fransa’yı büyük tehlikeye sokacak bir destek noktası kazandıracaktır. Almanya ve İtalya’nın hava kuvvetleri için uygun liman tesislerine sahip birleşik bir filo tarafından İspanya kıyılarının hakimiyeti, Fransa’yı kolonilerinden koparacak ve savaş durumunda Kuzey Afrika’dan Fransız sömürge birliklerinin nakliyesini büyük ölçüde tehlikeye atacak, hatta tamamen imkansız hale getirecektir. Bu, Pireneler’in ötesinde faşist bir komşunun olması, Fransız sınırının savunmasını çok daha zor hale getireceği gerçeğinden ayrı bir konudur.
Üstelik İngiltere için, böyle bir durumda Cebelitarık’ın stratejik konumu değerini yitirmiş olacaktı. Ayrıca İngiltere’nin Akdeniz’deki hakimiyetine bir sınır getirilecek ve Yakın Doğu’daki İngiliz hegemonyası stratejik temelinden mahrum kalacaktı. Mısır, Filistin, Irak ve hatta Hindistan doğrudan tehdit altında kalacak ve bu ülkelerdeki milliyetçi propagandayı iyi tasarlanmış bir İtalyan propagandasıyla desteklemek geri kalan işi halledecekti. İngiltere’de, Mussolini’nin Libyalılar’a yaptığı, kendisini İslam’ın ve Arap birliği hareketinin koruyucusu olarak gösteren konuşmasını o kadar çabuk unutmayacaklardı.
Ve bu durumda, İspanya meselesine ilişkin İngiltere’nin tüm tutumunun açıklaması yatmaktadır. Bu durum, İngiliz ve Fransız diplomatların sözde “tarafsızlık politikasını” belirlemiştir. Bu politika, Avrupa’daki iki farklı güç grubu arasındaki mevcut mücadelenin yalnızca demokrasi ve faşizm gibi soyut sorunlarla ilgili olduğunu düşünenler için anlaşılmaz görünmektedir. Bu açıdan yargılayacak kadar naif olanlar için, İngiliz ve Fransız devlet adamlarının görünürdeki körlüğü elbette ciddi bir baş ağrısına neden olacaktır; ancak bu kişiler sorunun özünü hiç anlamamış olacaklardır.
Faşizm ve demokrasi gibi siyasi sloganlar, tıpkı Birinci Dünya Savaşı’nda “Prusya militarizmine karşı demokrasi savaşı” sloganının amacına hizmet ettiği gibi, yaklaşan savaşta da bir rol oynayacaktır. Rus çarlığının o dönemde “militan demokrasi”nin yanında yer alması, o büyük ikiyüzlülük çağında kişinin kendi düşüncelerinin hâlâ bir rol oynayabildiği durumlarda, en saf insanlara bile şüpheli gelmiş olabilir.
Hayır, Thames Nehri üzerindeki muhafazakar iktidar sahipleri ne kör ne de anlayışsızdır. Onların öyle olduğunu söyleyenler, kendilerini ve başkalarını aldatmaktadırlar ve bununla sadece kendilerinin gerçekleri görmezden geldiklerini kanıtlamaktadırlar. Bu adamlar ne yaptıklarını çok iyi biliyorlar. Hesaplarını yanlış yapabilirler ve olaylar karşısında şaşkına dönebilirler, ki bu olaylar nihai analizde onların ince dokunmuş diplomatik ağlarından daha güçlüdür; çünkü diktatörlerin tehlikeli oyunu, kendi mantığı olan devrim kadar hesaplanamaz. Ama onlar gerçekten kör değiller.
İngiliz diplomasisinin taktiği, İngiltere’nin kıta üzerindeki hegemonyasını sürdürmek için her zaman bir gücü diğerlerine karşı kullanmak olmuştur. Bu taktikler, Britanya İmparatorluğu’nun dünya gücü konumuna göre belirlenmiştir. İngiltere, her kıtaya dağılmış kolonilerini, ancak onlara yabancı saldırılara karşı koruma sağlayabildiği sürece elinde tutabilirdi. Ancak bu, İngiltere’nin Avrupa’daki prestijinin sarsılmaması koşuluyla mümkündür. İngiltere, Avrupa’daki siyasi etkisini kaybettiği anda, dünya imparatorluğunun iç bütünlüğünün devamı da kesin olmaktan çıkacaktır.
Bu nedenle İngiltere, bu tehlikeye karşı koymak için bugün her zamankinden daha fazla güçlü ittifaklara muhtaçtır. Bu bağlamda, İngiliz devletinin yöneticileri, amaçlarına hizmet ettikleri sürece müttefiklerin seçiminden hiç endişe duymuyorlar. Bu nedenle, Sir John Simon’dan Anthony Eden’e kadar, Dünya Savaşı’ndan bu yana İngiliz dış politikası, her koşulda kendisine en büyük avantajı sağlayacak ittifaklara elini serbest bırakacak şekilde, sözde “Milletler Cemiyeti”ni basitçe sabote etmekten ibaret olmuştur.
İngiliz diplomatlar, Fransa ve Prusya’yı amaçlarına uygun hale getirdikten sonra, İspanya meselesinde de en başından beri aynı taktikleri izlediler. Bir yandan İspanya’da sosyal devrimin zaferini imkansız kılmak için her yolu denediler; diğer yandan ise, o anda İtalya ve Almanya için büyük bir avantaj teşkil eden Franco’nun hızlı bir zaferini önlemek için Valensiya hükümetine yeterli desteği verdiler. İngiltere ve Fransa’nın çıkarına, bu kanlı savaşın uygun bir anda, hiçbir tarafa İspanyollara dışarıdan dayatmak istedikleri barış şartlarını dikte etme imkanı vermeyecek bir uzlaşma ile sona erdirilebilmesi için devam etmesi vardır.
Savaş ne kadar uzun sürerse, Hitler ve Mussolini’nin Franco’ya desteklerini sürdürmeleri o kadar zorlaşacak, Almanya ve İtalya’nın maddi kaynakları zamanla tamamen tükenecek ve iki güç de bir dünya savaşı için zayıflayacaktır. Son iki yılda Almanya ve İtalya’daki ekonomik gelişmenin, bu ülkeleri sürekli artan bir hızla bir felakete doğru sürükleyen bir nitelik kazandığı çok iyi bilinmektedir. Ancak Franco, İngiltere ve Fransa’nın sunduğu gizli şartları kabul etmeyi reddettiği sürece, iki faşist devletin yardımına tamamen bağımlıdır. Bugün müttefiklerinden 125.000 asker, beş yüz uçak, elli top bataryası ve buna karşılık gelen sayıda tank talep ediyor, böylece Madrid’e ve aynı zamanda Teruel cephesine karşı yeni bir saldırı başlatabilecektir. Bilbao için verdiği mücadele ona 20.000 asker ve savaş malzemelerinin yüzde yirmisini mal oldu.
Almanya ve İtalya ona bu ek yardımı sağlamaya karar verseler bile, bu genel durumu değiştirmeyecektir. İngiltere ve Fransa, bozulan dengeyi yeniden sağlamak için Valensiya hükümetini kollarına alacaklardır. Bilbao’nun düşüşünden hemen sonra Madrid cephesinde ve güneyde başlatılan sadıkların saldırısı bunun en iyi kanıtıdır.
Yabancı Güçlerin Baskısı Altında
İspanya’da oynanan bu satranç oyununda İngiliz diplomatlar, şu anda İngiltere için hiç de arzu edilmeyen bir Avrupa savaşı tehlikesini önlemek için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Hitler ve Mussolini’nin tüm küstahlıklarına sakin bir şekilde katlandılar, ki bu birçok kişiye anlaşılmaz gelebilir; ancak bir an olsun hedeflerinden sapmadılar. İngiliz dışişleri bakanı Eden’in ifadesiyle, “neredeyse her bedeli” ödeyerek barışı satın almaya hazırdılar; ancak bu tehlikeli oyunda ne kadar ileri gidebilecekleri konusunda da çok netti. Chamberlain’in 3 Temmuz’da Birmingham’daki seçmenlerine yaptığı konuşma ve Eden’in aynı gün Coughlan’da yaptığı konuşma, bu konudaki son şüpheleri de ortadan kaldırdı.
Her iki konuşma da Hitler ve Mussolini’ye yönelikti ve netlik açısından hiçbir eksiklik bırakmadı. Eden, İngiltere’nin İspanya’nın hükümet biçimiyle hiçbir şekilde ilgilenmediğini belirtti; ancak hemen ardından şunu ekledi: “Ancak bu, İspanya’nın kara ve deniz sınırları içindeki İngiliz çıkarları ve İspanya kıyıları boyunca ticari iletişim hatları sorgulanırsa ilgilenmeyeceğimiz anlamına gelmez.” Böylece İngiliz dışişleri bakanı, İngiltere’nin Akdeniz’de herhangi bir Avrupa gücüne hakim bir konum vermeye niyetli olmadığına, çünkü bunun Yakın Doğu’daki İngiliz hegemonyasını tehlikeye atacağına ve hükümetinin, İngiliz dünya imparatorluğunun hayati önem taşıyan çıkarlarını korumak için gerekirse son çare olarak savaşa başvurmaya kararlı olduğuna dair hiçbir kuşkuya yer bırakmadı.
İngiltere’nin bugüne kadar hiçbir yolu denemeden bırakmadığı ve Franco ile uygun zamanda bir anlaşmaya varmak için İspanyol hükümetine en güçlü baskıyı uyguladığı bir sır değildir. Franco’nun İtalya ve Almanya’nın etkisinden çekilmesini ve İngiltere ile Fransa’nın önerdiği barış koşullarını kabul etmesini sağlayacak tek yol buydu. Bu amaçla İngiliz-Fransız diplomasisi her iki tarafla da bağlantılarını sürdürdü ve yabancı ajanlar, bir anlaşma için gerekli duyguyu yaratmak üzere İspanya’ya akın etti. Madrid’in düşüşü kaçınılmaz hale geldiğinde, dış diplomatların uygun kişi olarak gördüğü General Miaja ile temasa geçerek onu askeri diktatörlüğe ikna etmeye çalıştılar. Miaja, en iyi kendisinin bildiği nedenlerle bu teklifi reddetti.
Tüm bu manevralar İspanyol devrimcilerinden saklı kalmazdı. C.N.T. basını ve diğer anti-faşist cephe organları, neredeyse her hafta İspanya’daki yabancı diplomatların ve onların yardakçılarının gizli faaliyetlerini ortaya çıkaran yeni haberler yayınladı. Yurtdışındaki büyük burjuva gazeteleri ise, İspanya’daki kararsız kesimlere faşizmle uzlaşmanın makul görünmesi için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Böylece, Paris’teki büyük muhafazakar gazete “Le Temps”, Valensiya hükümetindeki son kriz sırasında çok anlamlı bir şekilde şöyle yazdı:
“Anti-faşist cephenin bazı unsurlarının Pireneler’in ötesinden gelen uzlaştırıcı tavsiyelere kulak vermesi hiç de imkansız değildir. Madrid’in düşüşü ve bunun sonucunda ortaya çıkan siyasi karışıklıklar, Prieto tarzı sol cumhuriyetçiler ve sosyalistlerden oluşan bir koalisyon hükümetinin kurulmasına elverişli olabilir. Böyle bir hükümet, karşılıklı anlayış önerisine daha açık olacak ve umutsuz bir savaştan daha iyi bir şekilde cumhuriyetçi İspanya’ya hizmet edecektir.
Caballero kabinesinin devrilmesi ve hemen ardından burjuva-komünist Negrin kabinesinin hükümeti ele geçirmesi, “Le Temps” gazetesinin editörlerinin ne kadar iyi bilgilendirilmiş olduklarını göstermektedir. Şüphesiz Londra ve Paris’teki devlet adamları, zamanlarının geldiğine ve Negrin hükümetinin planlarını gerçekleştirme için gerekli temeli sağlayacağına inanıyorlardı. İngiltere’nin Franco ile müzakerelere girmek için Bask hükümetini kullandığı bilinmektedir. Bu yolla, İngiltere’nin acil ekonomik çıkarlarının en ciddi şekilde tehdit edilmekte olduğu Bilbao’nun düşüşünü önlemenin mümkün olacağı düşünülüyordu. Bu müzakereler sonuçsuz kalmasının nedeni, Hitler ve Mussolini’nin de Bask demir yataklarının ele geçirilmesine yoğun ilgi duymalarıydı, çünkü bu yataklar onlara İngiltere’ye karşı güçlü bir koz sağlayacaktı. Bilbao savaşında İtalyan birlikleri ve Alman pilotlarının belirleyici rol oynaması, bu şehrin ele geçirilmesinin Almanya ve İtalya için ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Bilbao’yu ele geçiren Franco değil, Alman General Faubel’di. Fransa ve İngiltere’nin isteklerinin aksine, savaşın sonu bir kez daha belirsiz bir tarihe ertelendi.
İngiliz ve Fransız devlet adamlarının amacı, ilk uygun fırsatta savaşı sona erdirmek ve muhafazakar sadık çevreler ile Franco arasında bir anlaşma yoluyla İspanya’ya, İngiltere’nin eski ayrıcalıklarını saygı gösterecek ve yabancı sermayeyi “radikallerin” saldırılarına karşı koruyacak kadar güçlü bir hükümet biçimi dayatmaktı. Ancak bu durumda radikaller, İspanyol işçi ve köylülerin büyük kitleleri ve her şeyden önce, savaşın ancak sosyal devrim ruhuyla yürütüldüğü ve halkın yaşadığı sosyal koşulları tamamen dönüştürdüğü takdirde zaferle sonuçlanabileceği sloganını ilan eden C.N.T.-F.A.I.’dir. İngiltere’nin muhafazakar hükümetini en çok endişelendiren şey, işçilerin ve köylülerin toplumsallaştırma çabalarının somut bir hal almasıyla ortaya çıkan bu tehlikeydi. Bu tehlikeyi ortadan kaldırmak, hükümetin en önemli göreviydi ve hâlâ da öyle. İngiliz muhafazakarlarının bu amaçla ne gibi önlemler almayı düşündükleri, Winston Churchill’in İspanya sorununun çözümü için yaptığı önerilerde, ülkeyi “sakinleştirmek” için beş yıllık bir “tarafsız diktatörlük”ün gerekliliğinden bahsederken açıkça ortaya koydu. Daha sonra “belki parlamenter kurumların yeniden canlanmasını bekleyebilirlerdi”.
İspanyol işçiler ve köylüler, böyle bir “sakinleştirme”nin ne anlama geldiğini deneyimlerinden biliyorlar. 1934 Ekiminde Asturias’ta ayaklanmanın korkunç bir şekilde bastırılması ve Seville, Zaragoza, Badajoz, Málaga ve diğer birçok yerde faşist kundakçılar tarafından gerçekleştirilen ve on binlerce erkek, kadın ve çocuğun kurban olduğu korkunç katliamlar, unutulamayacak kadar açık bir dille konuşmaktadır. İspanya’da “tarafsız diktatörlük”ün ne anlama geldiğini bilirler.
Çok övülen kapitalist düzenin tüm dehşeti tam da şurada yatmaktadır: Merhametsiz ve insanlıktan yoksun bir şekilde, tüm halkların cesetleri üzerinde yürüyerek acımasız sömürü hakkını korumakta ve milyonlarca insanın refahını küçük azınlıkların bencil çıkarları uğruna feda etmektedir. İspanya bugün, İspanyol halkının sırtında anlaşmazlıklarını çözmeye çalışan ve ahlaki hiçbir kaygı duymadan, hak ve vicdan olarak hiçbir şey aramadıkları bir ülkeyi yıkıma sürükleyen emperyalist yabancı güçlerin kurbanıdır. Yabancı güçlerin müdahalesi olmasaydı, faşist haydutların isyanı, İspanyol halkının büyük çoğunluğunun karşı çıkması nedeniyle birkaç hafta içinde bastırılmış olacaktı.
Kendi ülkelerini entelektüel barbarlığın çöllerine ve özgürlüğün mezarlıklarına dönüştüren Hitler ve Mussolini gibi yabancı tiranlar, İspanya’nın faşist cellatlarına ülkeye zorla savaş dayatma ve kendi halklarını boğma imkanı sağladılar. Ancak Avrupa’nın “büyük demokratları”, İspanyol halkının ellerini bağlayarak milyonlarca insanı toplu katliamın tüm dehşetine maruz bırakmışlardır. Böylece, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir kahramanlık örneği olan direnişin sonuçlarını, kendilerine uygun bir zamanda kendi amaçları için kullanabilmek için hazırlık yapmışlardır. Stalin hükümeti ise emperyalist güçlerin bu hedeflerine isteyerek hizmet etmekte ve İspanyol işçi ve köylü kitlelerine karşı karşı devrimin savunucusu haline gelmektedir.
Bu, yabancı güçlerin İspanyol halkının insan hakları mücadelesine silahlı müdahale ederek halkın kurtuluşuna karşı karşı devrimi destekledikleri üçüncü seferdir. 1823’te Fransız ordusunun işgali İspanyol liberalizmini ezdi ve Riego’yu darağacına götürdü, ülkeyi tahtı kirleten en kanlı despotlardan birinin lanetli tiranlığına teslim etti. 1874’te İngiliz ve Prusya savaş gemileri General Pavia’nın ilk İspanyol cumhuriyetini boğmasına yardım etti. Bugün aynı drama daha büyük ölçekte yeniden sahneleniyor.
Rusya’nın Rolü
İngiltere ve Fransa’nın İspanya savaşına karşı böyle bir tutum sergilemesi, sosyal meselelerin daha derin nedenlerini dikkate alan hiç kimse için sürpriz değildir. Her ikisi de, iç ve dış politikalarını yalnızca ekonomik ayrıcalıklar ve siyasi güç kaygıları belirleyen büyük kapitalist devletlerdir. Bu, aslında, her yeni gelişme aşamasında kaçınılmaz mantığıyla daha da yıkıcı bir şekilde işleyen mevcut sosyal sistemin lanetidir. İktidar politikacıları kastı, hiçbir zaman etik ilkelere göre hareket etmemiştir. Bugün bu kastın temsilcilerinin sosyal adalet ve insani değerlere daha duyarlı olduğunu varsaymak, affedilemez bir kendini kandırma olur.
Daha da önemlisi, Rus hükümetinin İspanya sorununa karşı tutumudur. Bu konuda da en ufak bir yanılgıya kapılmadık. Bolşevik diktatörlüğünün kaçınılmaz sonuçlarını en başından beri öngörmüştük ve Rusya’da daha sonra yaşanan gelişmeler, her bakımdan bizim öngörülerimizi doğruladı. Naif ruhların gerçek sosyalizme giden geçici ama kaçınılmaz bir geçiş aşaması olarak görmek istedikleri sözde “proletarya diktatörlüğü”, Stalin’in egemenliği altında, faşist devletlerin zulmünden hiçbir şekilde geri kalmayan, hatta birçok açıdan onu aşan, tüm özgür ifadeyi kanlı bir vahşetle bastıran ve insanların hayatlarını ve kaderlerini sanki cansız nesnelermiş gibi ele alan korkunç bir despotizme dönüşmüştür. bir despotizme dönüşmüştür. Bu despotizm, tüm özgür düşünceyi kanlı bir vahşetle bastırmakta ve insanların hayatlarını ve kaderlerini sanki cansız nesnelermiş gibi ele almaktadır.
Ne yazık ki, başlangıçtan itibaren Rusya’da yaşananları doğru bir şekilde değerlendirenler sadece küçük bir azınlıktı; bugün bile her ülkede Rus gerçekliğine tamamen kör olan yüzbinlerce insan var. Şu anda, Rus hükümeti tarafından kiralanmış yabancı yazarlar hakkında konuşmuyoruz; bu yazarlar, yüzsüz bir şekilde ve vicdan azabı duymadan, Rus otokratlarının en iğrenç suçlarını bile savunuyorlar ve emir aldıklarında, dün çamurda çiğnedikleri şeyleri bugün göklere çıkarıyorlar. Hayır, bizler, benzeri görülmemiş bir fanatizmle, tüm özgürlüğün ve insan onurunun acımasızca yok edilmesini gerektirecek bir hedef için çalışan, dürüst ama ne yazık ki tamamen kör olan binlerce insandan bahsediyoruz.
Bugünün tepkisi, yalnızca Hitler, Mussolini veya Stalin gibi tiranların canlı sembolleri olan siyasi iktidar sistemlerinde ifade bulmuyor. Asıl gücü, belirli bir taraf tarafından işlendiği sürece her türlü zulmü meşrulaştıran ve insan kişiliğine yönelik bu aşağılık ihlale karşı çıkan her şeyi pervasızca kınayan büyük kitlelerin körü körüne inancında yatıyor. Bu, kimsenin görüşünü tanımayan ve saygı duymayan, emir üzerine en alçakça eylemlere sürüklenen, çünkü kişisel sorumluluktan tamamen yoksun olan mantıksızlığın diktatörlüğüdür. Herhangi bir eleştirel yargıyı diktatörün yanılmazlığına karşı bir günah olarak gören bu kör fanatizm, aynı zamanda bu kitlelerin Lenin’in ölümünden bu yana Rusya’da devam eden büyük siyasi dönüşümü algılayamamalarının nedenidir. Bu nedenle, birkaç yıl önce Rus otokratları tarafından “karşı devrim” ve “proletaryaya ihanet” olarak kınanan şeyleri aynı fanatik coşkuyla savunurlar.
Burada amacımız, bugün Moskova ile ilişkilerini koparan ve sayısız komünist muhalefet gruplarından birine sığınan pek çok kişinin yaptığı gibi, Lenin’i Stalin’e karşı övmek değildir. Lenin, Troçki ve Stalin rejiminin kurbanı olan diğer herkes, onun için sadece öncüydü. Onlar, daha sonra sözde “Stalinizm”in yükseleceği temeli hazırladılar. Özgürlüğü “burjuva önyargısı” olarak gören, ikiyüzlülüğü, aldatmacayı ve kurnazlığı savaşta kabul edilebilir araçlar olarak savunan, Lenin’in açıkça yaptığı gibi, insanlarla insan arasındaki tüm etik bağları yok eden, yoldaşların birbirlerine olan güvenini ortadan kaldıran kişi, ektiği tohumun verdiği meyveyi gördüğünde şaşırmamalıdır. Stalin’in adım adım gerçekleştirdiği büyük dönüşüm, öncüllerinin çalışmalarının mantıksal sonucuydu. Bugün bu değişim sadece Rusya’da kendini göstermiyor; hiçbir zaman Rus dış politikasının araçlarından başka bir şey olmayan yurtdışındaki komünist partilerin tüm taktiklerine damgasını vuruyor. Bu, bugün Stalin hükümetinin İspanya meselesine ilişkin tutumunda etkileyici bir netlikle ortaya çıkıyor.
Faşist ayaklanmanın ilk üç ayında Rus basını İspanya’daki olaylarla pek ilgilenmedi. Stalin, eski dostlarını duvara dayayıp Rusya’daki eski Komünist Partinin tasfiyesini sistematik olarak tamamlamakla meşguldü. Eğer Franco’nun ordularına karşı çaresiz mücadelelerinde İspanyol halkına yardım etmekle gerçekten ilgilenmiş olsaydı, bunu yapmak için en iyi fırsatı antifaşist savaşın ilk birkaç ayında bulabilirdi, çünkü o sırada savaşan kitleler, Alman ve İtalyan faşizminin her türlü yardımı sağladığı, tepeden tırnağa silahlanmış bir düşmanın karşısında neredeyse silahsız kalmışlardı. Irun ve San Sebastian, savunucularının kahramanca direnişlerini sürdürmek için gerekli askeri teçhizattan yoksun oldukları için düştü. Franco o zaman İspanya’yı beklediği gibi işgal edemedi, bunun için teşekkür edilmesi gereken Rusya değil, esas olarak C.N.T. ve F.A.I.’nin kahramanca direnişiydi, bu direniş düşmanı Katalonya’dan temizledi ve böylece İspanya’yı kurtardı. Bu gerçek o zamanlar herkes tarafından kayıtsız şartsız kabul edildi ve Franco’nun basını bile bunu inkar etmedi.
Rusya’nın İspanya meselelerine ilk müdahalesi, yalnızca İngiltere ve Fransa’nın emperyalist çıkarlarından kaynaklanan sözde tarafsızlık paktını imzalamasıydı. Bu paktın ahlaki önemi, ilk başta, Şubat 1936 seçimlerinden doğan Halk Cephesi hükümetini, cumhuriyete karşı vatana ihanet eden ve onu zorla devirmeye çalışan isyancı generallerle aynı kefeye koymasıydı; örneğin Meksika’nın cumhuriyetçi hükümeti böyle bir şey yapmamıştı. Fransa’daki Komünist Parti bu paktı şiddetle protesto edip Fransız hükümetini İspanyol cumhuriyetine ihanet etmekle suçladığında, Léon Blum’un tek yapması gereken, paktı ilk imzalayan gücün Rusya olduğunu ve bu nedenle ihanet suçlamasının Stalin’e geri döndüğünü belirtmekti.
Rusya, Almanya’ya karşı askeri bir yakınlaşma ile Fransa’ya bağlıydı. Bu nedenle Almanya, bu ittifakı bozmak için her yolu deniyordu ve bu amaçla Fransa’ya her türlü siyasi baskıyı uyguluyordu. Rusya bu tehlikenin farkındaydı ve bu nedenle Hitler’in politikasını boşa çıkarmak için her türlü çabayı gösteriyor, hatta İspanya’da İngiltere ve Fransa’nın emperyalist çıkarlarının savunucusu rolünü üstleniyordu. Stalin’i bu tutumu almaya iten, ünlü “proletaryanın sınıf çıkarları” değil, Rus devletinin ulusal çıkarlarıydı. İngiltere ve Fransa ise, Franco’nun kesin zaferini engellemek ve aynı zamanda İspanya’daki sosyal devrimi durdurmak amacıyla kendi planlarını sürdürürken, Hitler ve Mussolini’nin hırslarına karşı Rusya’yı kullanabilecek bir konumdaydılar.
Diğer ülkelerdeki komünist işçiler doğal olarak perde arkasındaki bu kurnaz oyunu görebilecek durumda değillerdi ve Rusya’nın zaman zaman müttefik hükümetine büyük veya küçük miktarlarda silah ve erzak göndermesinden memnunlardı. Doğal olarak, bunun da Hitler ve Mussolini kadar tarafsızlık paktının hükümlerine saygı duymayan ve kendi amaçlarına uygun olduğu ölçüde İspanya’ya silah ithalatını örtülü olarak onaylayan Fransa ve İngiltere’nin onayıyla yapıldığından habersizdiler. Ancak komünist basın, okuyucularından özenle sakladığı şey, Rus hükümetinin İspanyollara, Valensiya hükümetinin altınlarıyla pahalıya ve nakit olarak ödenmemiş tek bir mermi bile teslim etmediği gerçeğiydi.
Ancak Rusya, İspanyol müttefiklerine ara sıra bir gemi dolusu silah göndermekle yetinmedi. Gizli ajanları ve özellikle Madrid, Valensiya ve Barselona’daki resmi temsilcileri, her türlü yolu kullanarak anti-faşist cephenin saflarında anlaşmazlık çıkarmak ve İspanyol hükümetine baskı uygulayarak onu İngiliz ve Fransız diplomasisinin fısıltılarına kulak vermeye ikna etmek için çalıştılar. Stalin hükümeti, büyük kapitalist güçlerin gizli faaliyetlerini ve İspanyol işçilerinin ve köylülerinin özgürlük mücadelesine karşı karşı devrimci hareketi kasten destekliyordu. İngiltere ve Fransa daha iyi bir ajan isteyemezdi. Kendi çabalarının haklı bir güvensizliğe yol açtığı yerlerde, Rus ajanlar tam bir şeffaflık içinde çalışabiliyorlardı, çünkü kimse sözde “proletaryanın vatanı”nın böylesine muhteşem bir halkın davasına bu kadar alçakça ihanet edeceğini düşünmezdi. İngiliz milletvekili McGovern, Büyük Britanya Bağımsız İşçi Partisi’nin son kongresinde haklı olarak şöyle demiştir:
“İspanya işçi sınıfı sadece Franco, İtalya ve Almanya güçleriyle değil, aynı zamanda İngiliz egemen sınıflarının daha da kurnazca organize ettiği destekle de karşı karşıya kalmıştı. Londra’daki büyük iş dünyası Franco’nun arkasında sağlam bir şekilde saf tutmuştu. “Kuşkusuz Rusya değerli bir yardımda bulunmuştu, ancak bu yardımın hiçbir şekilde siyasi bir hakimiyetle eşlik etmemesi gerekirdi. Silah yardımının İspanya’daki tüm siyasi harekete hakimiyet kurma girişimi ile eşlik etmesi utanç verici bir durumdu.”
Rusya’daki Büyük Dönüşüm ve Sonuçları
Hem iç hem de dış politika konusunda Rusya bugün iki ayağıyla da karşı devrim kampında durmaktadır. Stalin, planlarına herhangi bir şekilde zarar verebilecek Eski Bolşevizmin son temsilcilerinden kurtulmak için kendi Termidor’unu organize etmiştir. Ancak bu planlar, eski Rusya Komünist Partisi’nin tüm eski siyasi ilkelerinden vazgeçilmesi ve köylülerin ve sanayi işçilerinin büyük kitlelerini egemenliğine boyun eğdirmek için, tüm eski unsurlarından arındırılmış yeni bürokratik makineye dayanan bir tür Sovyet aristokrasisinin kurulmasıyla sonuçlanmaktadır. Dünyanın gördüğü en büyük saçmalık olan sözde “demokratik anayasa”, Rus otokratlarının gerçek niyetlerini gizlemek ve dışarıdan bakıldığında onlara farklı bir görünüm kazandırmak için hizmet etmektedir.
Rus diktatörlüğünün doğasındaki bu değişiklik, elbette yurtdışındaki komünist partilerin tutumunu da etkilemektedir. Burada radikal bir sağa kayma yaşandığı ve komünist partilerin bugün, birkaç yıl önce şiddetle karşı çıktıkları şeyleri savunduğu, en körlerin bile görebileceği bir gerçektir. Ancak, Lenin ve arkadaşlarının savunduğu tüm eski parti ilkelerini yüzüstü bırakan bu değişimin daha derin nedenleri, çoğu insan için gizli kalmaya devam etmektedir.
Lenin, kendi döneminde, tüm dünyadaki komünist partileri, Moskova Merkezinden gelen her emre körü körüne itaat edecek, demir gibi sıkı, merkezi bir örgüt altında birleştirmek için “yirmi bir maddelik” planını ortaya koyduğunda, kesin bir amacı vardı. Böylece, her ülkedeki proleter harekete sabit bir yön vermek ve onu burjuva veya sözde Menşevik partilerle herhangi bir koalisyondan korumak istiyordu. Herhangi bir ülkede devrimci bir durum ortaya çıktığında, işçiler derhal siyasi iktidarı ele geçirmek için harekete geçecek ve Rus modeline göre bir sovyet sistemi aracılığıyla, diğer gruplarla herhangi bir uzlaşmaya girmeden toprakların ve sanayi tesislerinin kamulaştırılmasına geçeceklerdi. Ayrıca Rusya, bu çabalara mümkün olan her türlü manevi ve maddi yardımı sağlayacaktı.
Burada bu tür taktiklerin değerini veya değersizliğini eleştirel bir şekilde yargılamak bizim görevimiz değildir; biz sadece, Stalin ve yandaşlarının mevcut taktikleri ile Lenin’in savunduğu ilkeler arasında hiçbir temas noktası olmadığını, bunların ateş ve su kadar farklı olduğunu göstermek için gerçeği ortaya koymakla ilgileniyoruz. Yurtdışındaki büyük sosyalist partilerle tam bir kopuşa yol açan, esas olarak Lenin’in bu taktikleri idi; Lenin, bu partilerin liderleriyle diş dişe mücadele etti ve onları alenen “proletaryanın hainleri” olarak suçladı. Örneğin Almanya’da, Sosyal Demokratlar, sosyal reform yoluyla sosyalizmin kurulması için önce cumhuriyetin iç ve dış olarak konsolide edilmesi gerektiği teorisini savunurken, Komünistler bu taktiğe her türlü yolla ve fanatik bir acımasızlıkla karşı çıktılar. Sosyal Demokrasi taraftarları “sosyal faşistler” ve karşı devrimciler olarak damgalandılar ve Almanya’daki her sıradan komünist, Sosyalist Parti ile karşılaştırıldığında Hitler’in daha az kötü olduğuna kesin olarak inanıyordu. ‘Menşevizm’ kelimesi, işçi sınıfına karşı her türlü ihaneti özetleyen bir kelime haline geldi. Komünistlerin bakış açısına göre, “Menşevik”ler bir numaralı halk düşmanıydı ve her türlü yöntemle mücadele edilmesi gerekiyordu.
Peki ya bugün? Birkaç yıl önce Komünist Enternasyonal tarafından dipsiz bir kuyuya mahkum edilen her şey, şimdi Stalin ve yandaşları için siyasi bilgeliğin doruk noktası haline gelmiştir. Stalin, bir zamanlar nefret edilen Menşevizmin iradesinin uygulayıcısı haline gelmiş ve burjuva dünyasına yaptığı tavizlerle onu geride bırakmaya çalışmaktadır. Halk cephesi fikri, Lenin ve Eski Bolşeviklerin belirlediği ilkelerin tamamen reddedilmesinden ibarettir. Stalin ve yurtdışındaki takipçilerinin bu eski ilkelerin savunulamaz olduğuna kendilerini ikna ettikleri ve bu nedenle yeni bir yol izlemeye başladıkları için, bunun her halükarda bir ilerleme olduğu itirazında bulunulabilir. Yeni anlayışla birlikte bir karakter değişikliği de olsaydı, sonunda başkalarının görüşlerine de saygı göstermeye ve kırmızı papaz rolünü oynamayı bırakmaya karar verselerdi, bu doğru olurdu. Ancak bu konuda en az değişiklik olan da budur.
Bugün en sığ reformizme ve burjuva devletinin savunucularına en geniş tavizleri veren Stalin, Rusya’yı devasa bir mezbahaya dönüştürmüş ve solun gerçek ya da hayali düşmanlarını, doğulu bir despotun acımasız takıntısıyla zulüm altında tutmaktadır. Bugün İspanya’da emperyalist müttefiklerinin çıkarlarını destekleyen ve İspanyol işçilerinin ve köylülerinin sosyal kurtuluş mücadelesine karşı burjuva cumhuriyetini savunan aynı adam, yurtdışındaki sefil kiralık kalemşörlerine, bu mücadelenin ön saflarında yer alan C.N.T. ve F.A.I.’nin kahraman savaşçılarını, Rusya’daki siyasi muhaliflerine yaptığı gibi, utanmazca karalamalarını ve çamurlamalarını emrediyor. Kendini sözde Birleşik Cephe’nin avukatı ilan eden aynı adam, bugün alaycı bir kasıtla İspanya’daki anti-faşist cephesini yok ediyor, böylece yabancı kapitalistlerin çıkarları için İspanyol devrimine arkadan saldırabiliyor.
İspanya’daki Komünist Partinin Tutumu
Özgürlük için verilen büyük mücadelenin ilk üç ayında, Rusya İspanya ile hiç ilgilenmezken, sosyal devrim şiddetli bir öfkeyle yoluna devam etti ve Katalonya’dan düşmanın kontrolünde olmayan diğer bölgelere yayıldı. Köylüler toprağın, şehir işçileri ise sanayinin efendisi oldular ve siyasi partilerin kararlarını beklemeden üretimin toplumsallaştırılmasına başladılar. Yeni bir İspanya inşa etmek ve faşizmin kanlı tehlikesini bir kez ve sonsuza kadar ortadan kaldırmak için doğuştan gelen bir adanmışlık ve acı verici bir sorumluluk duygusuyla işe koyuldular. Savaşabilecek durumda olanlar cepheye koşarken, geride kalan işçiler ve köylüler yeni bir sosyal düzen kurmaya ve böylece sosyalizmin yolunu açmaya çalışıyorlardı. Bu durum, bir anda olmasa da, Rusya sahneye çıkıp Madrid ve Barselona’ya resmi temsilcilerini göndererek İngiltere ve Fransa’nın çıkarları doğrultusunda gizli faaliyetlerine başladığında hızla değişti. İspanya, başından beri ünlü tarafsızlık anlaşması nedeniyle yurtdışından önemli miktarda silah ithalatı yapamadığı ve dolayısıyla bulabildiği her türlü küçük yardımı kullanmak zorunda kaldığı için, Rus ajanlar Madrid ve Valensiya hükümetlerine kendi koşullarını dayatmakta nispeten kolay bir iş çıkardılar. Bu, burjuva cumhuriyetçiler ve Sosyalist Partinin sağ kanadı, işçilerin ve köylülerin toplumsallaştırma çabalarına zaten pek sıcak bakmadıkları ve başka çareleri olmadığı için onlara katlandıkları için onlar için daha da kolaydı.
Ancak komünistler, Moskova’nın emirleri doğrultusunda, hemen sağ kanada katıldılar. Daha önce “küçük burjuva” eğilimleri nedeniyle C.N.T. ve anarşistleri yeterince küçümseyici bir şekilde eleştiremeyen komünistler, birdenbire sadece küçük burjuvazinin değil, İspanyol büyük burjuvazisinin de savunucuları haline geldiler ve işçilerin taleplerine karşı çıktılar. 1936 Temmuz olaylarının hemen ardından Komünist Parti şu sloganı ilan etmişti: Demokratik Cumhuriyet için! Sosyalizme Karşı! Geçen yılın 8 Ağustosunda Komünist Milletvekili Hernandez, işçi sendikalarının sanayi tesislerini ele geçirmesi nedeniyle Madrid’de C.N.T.’ye şiddetle saldırmış ve bu bağlamda Franco’nun yenilmesinden sonra anarşistleri kısa sürede akıllandırmak için harekete geçeceklerini açıklamıştı.
Ancak yurtdışındaki komünist işçilere, İspanya’daki yoldaşlarının işçiler tarafından toprağın toplumsallaştırılmasına katılmadıklarını, çünkü sosyalizmin gerçekleştirilmesini düşünebilmeleri için önce savaşı kazanmaları gerektiğini söylüyorlardı. Gerçekte İspanya Komünist Partisi sadece Moskova’dan gelen emirleri yerine getiriyor ve bu emirler uyarınca, Stalin’in müttefiklerinin emperyalist planlarına uymadığı için sosyalizmin gerçekleştirilmesini belirsiz bir tarihe erteledi. Bu konuda hala şüpheleri olanlar, İspanya Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin en önde gelen üyelerinden Santiago Carillo’nun şu sözleriyle gözleri tamamen açılacaktır:
“Bugün demokratik cumhuriyet için savaşıyoruz ve bundan utanmıyoruz. Faşizme, yabancı işgalcilere karşı savaşıyoruz, ancak bugün sosyalist devrim için savaşmıyoruz. Bize sosyal devrim için harekete geçmemiz gerektiğini söyleyenler var ve demokratik cumhuriyet için verdiğimiz mücadelenin gerçek amaçlarımızı gizlemek için bir bahane olduğunu iddia edenler var. Hayır, biz herhangi bir taktik manevra yapmıyoruz ve İspanyol hükümetine ve dünya demokrasisine karşı gizli niyetlerimiz de yok. Demokratik cumhuriyet için tamamen samimi bir şekilde mücadele ediyoruz, çünkü şu anda sosyal devrim için herhangi bir girişimde bulunmuyoruz ve bu, faşizme karşı kazanılan zaferden sonra da uzun bir süre geçerli olmaya devam edecek. Başka türlü bir tutum, faşist işgalcilerin zaferine hizmet etmekle kalmayacak, faşizmin geri kalan burjuva-demokratik devletlere de yayılmasına katkıda bulunacaktır. Çünkü faşistler, ülkemizde proletarya diktatörlüğünü hiçbir koşulda hoş görmeyeceklerini açıklamışlardır.
Bugün burjuva-demokratik dünyasının faşizme karşı korunmasına şüpheli bir azimle kendilerini adayan ve sözde dünya demokrasisine niyetlerinin dürüstlüğünü garanti etmek için yeterince ikiyüzlü sözler bulamayan aynı insanlar, yöntemleri Macaristan, Almanya ve diğer ülkeleri yıkıma sürükleyip bu ülkelerde faşizmin önünü açtığında hiç umursamamışlardı. Bugün İspanya’da başka bir yol izliyorlarsa, bunun nedeni Rus devletinin ulusal çıkarlarının bugün İngiltere ve Fransa’nın emperyalist emelleriyle yakından bağlantılı olmasıdır. Bu ittifakı sürdürmek için, Rusya’daki iktidar sahipleri İspanyol işçileri ve köylülerine karşı en aşağılık ihaneti yapmaktadırlar.
Bu asil amaç için, Rus Sovyet diplomasisinin temsilcileri şu anda büyük bir baskı altında ve tamamen Makyavelist bir politikanın tüm iğrenç ikiyüzlülüğüyle çalışıyorlar. Bu politika, Rusya’da diktatörlük döneminde en yüksek noktasına ulaşmış ve daha sonra Hitler ve Mussolini için bir model oluşturmuştur. Çünkü bir halkın tüm ahlaki ilkelerinin tamamen parçalanmasına diktatörlük kadar elverişli bir yönetim biçimi yoktur. Diktatörlük, toplumsal kötülükleri dürüstçe eleştirenleri acımasızca bastırır ve bütün halkları aptal köle sürülerine dönüştürür. Korku, yalan, aldatma, siyasi cinayetler ve ihaneti kamuoyunda bir erdem haline getiren ve en yakın aile çevresini bile etkileyen rezil bir casusluk sistemi ile sürdürülen böyle bir ortamda, insanın insana karşı doğuştan gelen güveni sarsılır ve insanlara karşı tüm ahlaki sorumluluklar daha doğuşunda boğulur.
Geçen yılın Temmuz olaylarına kadar Komünist Parti İspanya’da neredeyse hiç rol almamıştı. Toplamda yaklaşık üç bin üyesi vardı. Hedefleri halkın genel karakterine yabancıydı ayrıca işçi ve köylü kitlelerine nüfuz etme şansı hiç yoktu. İspanya’da işçi hareketinde en önemli rolü başından beri siyasi partiler değil, sendikalar oynamıştı. Bu nedenle Sosyalist Parti, on yıllar boyunca Madrid dışında hiç kök salamadı ve halk dilinde sadece “mikroskobik parti” (el partido microscopico) olarak biliniyordu, ta ki U.G.T. (“Union General de los Trabajadores”, Genel İşçi Sendikası) örgütlenmesiyle kuzeydeki büyük sanayi bölgelerinde, Endülüs ve Estramadura’daki birkaç kırsal bölgede yavaş yavaş yer edinmeyi başardı.
Bu nedenle İspanyol Stalinistler, gizli birimlerin çalışmalarıyla, Sosyalist Partinin siyasi ve sendikal örgütlerinde, kendi bayrakları altında asla ele geçiremeyecekleri bir alanı ele geçirmeye çalıştılar. Bu şekilde Madrid, Valensiya, Malaga ve birkaç farklı yerde birkaç U.G.T. sendikasını ele geçirmeyi başardılar, ancak bu başarılarına rağmen, U.G.T. işçilerinin büyük çoğunluğu üzerinde kayda değer bir etkileri olmadığı ve güçlü C.N.T.’nin yerel örgütleri onlara tamamen kapalı olduğu için, kendi başlarına herhangi bir eylem başlatmayı düşünemediler.
Faşist ayaklanma öncesinde Sosyalistler ve onların sendika kolu U.G.T.’nin hiçbir rol oynamadığı Katalonya’da, Stalinistler Birleşik Cephe sloganını kullanarak Sosyalist Parti’yi kandırmayı başardılar ve kısa süre sonra Üçüncü Enternasyonal’e katılan ve sosyalist arması olmasına rağmen Moskova’nın bir aracı olan sözde P.S.U.C. (“Partido Socialista Unido de Cataluña”, Birleşik Sosyalist Katalonya Partisi) adıyla bir parti kurmayı başardılar. Bu parti kısa sürede Üçüncü Enternasyonal’e katıldı ve sosyalist amblemine rağmen Moskova’nın bir aracıdan ibaretti. Rusya’nın resmi temsilcilerinin gelmesiyle bu yeraltı faaliyetleri önemli ölçüde arttı. İspanyol Stalinistlerinin bu konuda öğrenmeleri gerekenler, Madrid’deki Señor Rosenberg ve Barselona’daki Antonov- Ovséenko tarafından kısa sürede onlara öğretildi.
Avrupa ve Amerika’daki her ülkede, Moskova’daki ipleri elinde tutanların perde arkasında oynadıkları oyunu gizlemek amacıyla çalışan yüzlerce sözde “tarafsız” örgüt vardır; her iki kıtada da, uzun yıllara dayanan liberal geleneklere sahip, bugün ise tamamen Moskova’nın etkisi altına girmiş birçok tanınmış dergi bulunmaktadır. Aynı aşağılık oyun İspanya’da da tekrarlanmaktadır. Rusya’nın imaları burjuva ve sağcı sosyalist çevrelerde karşılık buldu ve Katalan milliyetçileri arasında ve Valensiya’daki Caballero hükümetinin saflarında da giderek daha net bir şekilde duyulmaya başladı.
Katalonya’daki Komünist U.G.T.
Moskova ajanları artık her şeyden önce planlarını uygulamak için daha geniş bir taban bulmak ve her yerde, uygun zamanda C.N.T. ve hatta U.G.T. ile karşı karşıya getirebilecekleri örgütler kurmakla ilgileniyorlardı. Temmuz olaylarından çok önce C.N.T., U.G.T. işçileriyle bir ittifak kurmak için samimi çabalar göstermişti. Katalonya’daki faşist ayaklanmanın zaferle bastırılmasından sonra, C.N.T. liderleri, faşistlere karşı zaferin ilk ön koşulu ve özgürlük ve sosyalizm ruhuyla dolu yeni bir sosyal yaşamın gelişmesi için gerekli temel olarak haklı olarak gördükleri bu hedef için tüm enerjileriyle çalışmaya başladılar. C.N.T. veya F.A.I.’nin günlük veya haftalık yayınlarından herhangi birini elinize almanız, burada profesyonel demagogların boş laflarla dolu sözleriyle değil, en yüce motiflerden ilham alan görüşlerin ifadesiyle karşı karşıya olduğunuzu anlamanız için yeterlidir. Bu görüşler, samimiyetleri sayesinde her zaman doğru uzlaşma sözlerini bulabilmektedir.
Rus ajanları, örgütlü işçi hareketinin birleşmesi yönündeki bu çabaları her türlü yolla engellemeye çalıştılar, çünkü planlarını gerçekleştirme yolunda en büyük tehlikenin bu yönden geldiğini çok iyi biliyorlardı. Toplumsallaştırılmış fabrikaların ve kırsal kooperatiflerin yönetiminde pratik işbirliği sayesinde, C.N.T. ve U.G.T. arasında dostane bir ilişki gelişmişti ve bu ilişki, ortak düşmana karşı savaşta ve günlük yaşamın temel ihtiyaçları nedeniyle sürekli olarak güçleniyordu. Bu, özellikle bu işbirliğinin dışarıdan gelen siyasi partilerin müdahalesiyle bozulmadığı ve U.G.T.’nin yıllardır gerçek işçi unsurlarının desteğini aldığı Asturias, Kastilya, Endülüs ve Levante gibi bölgelerde geçerliydi.
Katalonya’da, özellikle de U.G.T.’nin bugüne kadar hiçbir zaman ayak basamamış ve birkaç bin üyeden fazla üyeye sahip olamamış olduğu Barselona’daki durum çok farklı bir şekilde şekillendi. Temmuz olaylarından sonra burada tuhaf bir değişim yaşandı. Sendikal bir örgüte üye olmanın gerekliliği, daha önce örgütlü işçi hareketiyle hiçbir bağlantısı olmayan, hatta çoğu zaman ona düşmanca davranan sınıflar üzerinde bile etkisini gösterdi. Faşist isyanın yenilgisinden sonraki bu heyecan verici dönemde, işçi sendikalarının silahlı devriyeleri nöbet tutup kamu güvenliğini sağlarken, sendika üyelik kartı önemli bir rol oynadı ve sahibi için bir geçiş kartı görevi gördü denebilir.
Böylece binlerce küçük işletme sahibi, esnaf, yerel politikacı, bar sahibi, devlet memuru vb. U.G.T. sendikalarına akın etti. Bu sendikalar, doğal olarak, C.N.T.’nin fırtınalarla sınanmış eski örgütlerinden daha çok hoşlarına gidiyordu. Ve bu, Katalonya’daki U.G.T. sendikalarının siyasi himayesi altında bulunan Komünist P.S.U.C.’nin, örgütlü işgücünün toplumsallaştırılmasına yönelik çabalarına daha açık bir şekilde saldırmaya başlamasıyla daha da hızlandı. Böylece Katalonya’daki U.G.T., eski koşulların yeniden tesis edilmesiyle ilgilenen tüm gerici unsurların toplanma yeri haline geldi.
Bu tuhaf gelişmenin asıl mimarları olan Stalinistler, bugün yabancı ülkelerdeki saf takipçilerine, U.G.T.’nin Katalonya’da 450.000 üyesi olduğunu söylüyorlar. Bu, elbette, Rusların rehberliğindeki sevimli arkadaşların ustaca yönettikleri sıradan propaganda yalanlarından sadece birisidir. Bu şekilde, halkın, C.N.T.’nin Katalonya Federasyonu’nun arkasında, İspanyol işçi hareketinin belkemiği olan bir milyon örgütlü işçi olduğunu mümkün olduğunca unutmasını sağlamak istediler. Yine de, U.G.T.’nin bugün Katalonya’da C.N.T. için ciddi bir engel olduğu ve Valensiya’daki Negrin hükümetinin özel koruması altında İspanyol işçi sınıfının tüm ekonomik ve siyasi kazanımları için ciddi bir tehlike haline geldiği tartışılmaz bir gerçektir. Ancak, İspanya’daki komünistlerin yurtdışındaki yandaşlarına bahsetmekten kaçındıkları şey, Katalonya’daki mevcut U.G.T.’nin bir işçi örgütü değil, bu ülkede her türlü yolu kullanarak karşı devrimi ilerletmeye çalışan gerici burjuva unsurların bir aracı olduğudur.
Şu anda Katalonya’daki U.G.T.’nin en önemli bileşeni, eskiden örgütlü işçiliğin en açık sözlü muhalifleri arasında yer alan ve bugün Komünist P.S.U.C.’nin en sadık müttefiki olan G.E.P.C.I.’dir (Katalonya küçük sanayicileri ve esnafları birliği). Bu örgütün merkez ofisi, Katalonya tekstil fabrikası yöneticilerinin bulunduğu Calle Santa Ana, Nr. 2 adresinde bulunmaktadır. Ayrıca, sözde “tekstil işçileri” bölümünün başkanı, Katalonya tekstil üreticileri derneğinin eski başkanı Señor Gurri’den başkası değildir. Burada, daha önce Barselona’nın en zengin ve en acımasız işverenlerinden biri olarak bilinen Señor Fargas da bulunmaktadır. C.N.T., onunla birçok zorlu mücadele vermiştir. Bunların yanı sıra, Barselona’nın eski yöneticiler camiasından Señor Armengol ve bugün U.G.T.’nin Stalinistlerinin koruması altında gözlerden uzak bir yaşam süren birçok diğer tanınmış şahsiyet de burada bulunmaktadır. Bunlar, bugün yurt içinde ve yurt dışında C.N.T.’yi “proletaryanın çıkarlarına ihanet etmekle” suçlayan ve eski kapitalist düzenin yeniden kurulmasına karşı çıkan herkese karşı amansız bir nefret besleyen kişilerdir.
Ülkenin diğer bölgelerinde, örneğin Levante’de, Stalinistler, Primo de Rivera diktatörlüğü altında bölgedeki en ahlaksız unsurları bir araya getirerek işverenler için gerekli kirli işleri yapan meşhur “sindicatos libres”i yeniden canlandırdılar. Bu örgütlerden, işçileri suikast ve diğer alçakça suçlarla tehdit etmekle görevli sözde “pistoleros”lar çıktı. Birçok değerli hayat, şu anda İspanyol Stalinistlerinin en değerli müttefikleri olan bu haydutların kurbanı oldu.
Komünistler bu şekilde ülkede gerekli dayanağı elde ettikten sonra, işçiler ve köylülerin başardıkları her şeye karşı düzenli bir haçlı seferi başladı ve özellikle C.N.T. ve U.G.T. sendikaları ile kırsal köy kooperatifleri tarafından yürütülen sanayi tesislerine yönelik sistematik bir boykot başlatıldı. Bu adamlar için, bölünme ruhunu yaymak ve efendilerinin gizli planlarını olgunlaştırmak için her şey mubahtı. Bir gecede eski ilkelerini unutup, dünyanın her dilinde Birleşik Cephe’nin siren şarkısını söylemeye başlayan bu insanlar, alçakça entrikalarıyla İspanya’daki anti-faşist cephesini parçalayanlardır.
C.N.T. ve F.A.I.’nin Yapıcı Sosyalist Çalışmaları
İspanyol işçilerinin muazzam sosyal yapılandırma çalışmalarını yerinde gözlemleme fırsatı bulan tüm ekollerin sosyalistleri, samimi liberaller ve burjuva anti- faşistler, C.N.T.’nin yaratıcı yeteneği hakkında şu ana kadar tek bir yargıya varmıştır ve onun çabalarına en içten hayranlıklarını sunmuşlardır. Hiçbiri, C.N.T. işçilerinin zorlu görevlerini yerine getirirken sergiledikleri üstün zeka, öngörü ve sağduyu ve hepsinden önemlisi, eşi benzeri görülmemiş hoşgörüyü övmekten kendilerini alamadılar. Cenevre Üniversitesi’nde profesör olan İsviçreli sosyalist Andres Oltmares, oldukça uzun bir makalesinde şöyle diyor:
“İç savaşın ortasında anarşistler, birinci sınıf politik organizatörler olduklarını kanıtladılar. Herkeste olması gereken sorumluluk duygusunu uyandırdılar ve halkın genel refahı için fedakarlık ruhunu canlı tutmak için nasıl etkili çağrılar yapacaklarını biliyordular.
“Bir sosyal demokrat olarak, Katalonya’daki deneyimlerimden içten bir sevinç ve samimi hayranlıkla bahsediyorum. Burada, diktatörlüğe başvurmaya gerek kalmadan anti-kapitalist dönüşüm gerçekleşti. Sendika üyeleri kendi kendilerinin efendileridir ve güvendikleri teknik uzmanların tavsiyeleriyle, kendi yönetimleri altında üretimi ve emek ürünlerinin dağıtımını sürdürmektedirler. İşçilerin coşkusu o kadar büyüktür ki, kişisel çıkarları hiçe saydılar ve sadece herkesin refahını düşündüler.”
Endüstrilerin savaş ihtiyaçlarına uyum sağlamasından bahseden Profesör Oltmares, örgütlenme konusunda Katalan işçi sendikalarının “yedi hafta içinde, Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden sonra Fransa’nın on dört ayda başardığı kadarını başardığını” açıkladı. Buna şunu da ekleyebilirdi: ve Rusya’nın Bolşevik diktatörlüğünün iki yıl süren iktidarı boyunca başaramadığını onlar başardı.
Tarafsız ve dürüst gözlemcilerin benzer raporları, Rusya ve faşist devletler hariç, tüm ülkelerin basınına yansıdı. C.N.T.’yi dünya felsefesi açısından nasıl değerlendirirsek değerlendirelim, üyelerinin gösterdiği sonu olmayan fedakarlık ve yapıcı ruhu kabul etmekten kaçınamayız. Ancak bu gerçekleri sadece sosyalistler ve burjuva gazetelerinin dürüst muhabirleri kabul etmek zorunda kalmadı; Barselona’daki Rus konsolosu Antonov-Ovséenko bile aynı görüşü ifade etmekten kaçınamadı. 22 Aralık 1936’da yayınlanan “Manchester Guardian” muhabirine verdiği röportajda şöyle diyor:
“Konsolos, elbette, Sovyet hükümetinin Katalonya’nın iç politikasına müdahale ettiği yönündeki bilinen gerçeği reddetti. Ancak aynı zamanda Katalan işçilere, özellikle de anarşist sendikacılara büyük hayranlığını dile getirdi.”
“Katalan işçilerin ciddiyeti, aşırı derecede sağduyulu olmaları ve gerçeklere uyum sağlamaları kadar Sovyet Konsolosunu da şaşırttı ve memnun etti. 1917’de Petrograd’da ayyaşlığı önlemek için sarayların mahzenlerini su basmak zorunda kalındığını hatırlayan Ovséenko, Barselona dışındaki bir şampanya fabrikasını ziyaret ettiğinde duyduğu şaşkınlığı anlattı. Bu fabrika, işçi komiteleri tarafından sadece basılmakla kalmamış, aynı zamanda en mükemmel durumda tutulmuştu.”
“Sovyet temsilcisi, Anarşist hareketin kökleri açıkça Katalan işçi sınıfında yatıyordu, ancak en iyi temsilcileri şaşırtıcı bir şekilde mevcut durumun gerekliliklerini idrak edebiliyorlardı… Onların gücünün, başka hiçbir ülkenin anarşist hareketinde eşi benzeri yoktur. Bazı fanatikliklere rağmen, C.N.T.’deki tipik işçi esas olarak makul koşullarda çalışmakla ilgileniyordu ve bu nedenle faşizme karşı ölümüne savaşacaktı” dedi.”
“Konsolosu, Katalan işçilerin yıkılmış endüstrileri yeniden inşa edebileceklerinden hiç şüphe duymuyor. Liman ve fabrikalarda kendi başlarına yaptıkları çalışmalar, endüstriyi kendileri yönetebileceklerini gösteriyor. Katalonya’daki siyasi krizin iki gün içinde minimum karışıklıkla çözülmüş olması onu çok etkiledi.”
O zamandan bu yana yedi ay geçti. O zamanlar, İspanyol işçileri ve köylüleri korkutmamak için hala dikkatli davranmak gerekiyordu, çünkü onlar savaşmayı ve inşa etmeyi çok iyi biliyorlardı, ancak kurnaz diplomasinin aldatıcı sanatlarında deneyimleri yoktu. Tüm hayatları, sözünün senet olduğu ve insanın insana olan güveninin Bolşevik Rusya’da olduğu gibi yerle bir edilmediği yollarda geçmişti.
Rus konsolosunun iddialarının hiçbir zaman ciddiye alınmaması gerektiği, İspanya’da son zamanlarda yaşanan olaylarla açıkça ortaya çıkmıştır. Bu iddialar, başından beri İspanya ve dünyanın emekçi halklarının gözünü boyamak ve konsolosun kendisinin bile inanmadığı açıklamalarla onları kandırmak için tasarlanmıştı. C.N.T. ve F.A.I.’nin önde gelen kişilerine herhangi bir suçlama yöneltilebilecekse bu, sahte “kardeşlere” hak ettiklerinden daha fazla güven duymaları ve umutsuz koşulların baskısı altında, daha sonra kendileri için felaketle sonuçlanacak tavizler vermeye razı olmalarıdır. Tamamen asil bir duygu ile hareket ederek, bugün açık faşizmden daha tehlikeli olabilecek gizli bir düşmanın yeraltı entrikalarını çok fazla hafife aldılar. Rus basınının, kolayca anlaşılabilir nedenlerle, Barselona’daki Rus konsolosunun çok “hayran olduğu” İspanyol işçilerin ve köylülerin yeniden sosyal yapılanma çabaları hakkında tek bir kelime bile etmemesi, başlı başına çok şey anlatıyor.
Ancak İspanya’da Stalinistlerin saldırıları sadece bu çabaları değil, Temmuz 1936 olaylarının sonucunda elde edilen tüm kazanımları da hedef alıyordu. İşçi devriyelerinin polis tarafından bastırılması için hükümete hararetle baskı yapanlar onlardı; işçilere karşı orta sınıfı kışkırtmak için kendilerini orta sınıfın savunucuları olarak gösterenler de onlardı; Valensiya hükümetine Rus denetimi altında basına sansür uygulanmasını önerenler de onlardı; Franco ve onun Alman ve İtalyan müttefiklerine karşı en şiddetli savaşların yaşandığı dönemde, İngiltere ve Fransa’nın çıkarlarına hizmet eden gizli planlarını gerçekleştirmek için Valensiya ve Barselona’da birbiri ardına hükümet krizleri çıkaranlar da onlardı; ve İngiliz Muhafazakar Partisi lideri Winston Churchill’in sıcak bir şekilde tavsiye ettiği “ülkeyi sakinleştirmek” için “tarafsız diktatörlük” kurmak amacıyla tüm gücü merkezi hükümetin elinde toplamaya çalışanlar da onlardı.
Tüm dünyanın komünist basını ve sözde tarafsız güçler arasındaki müttefikleri, okuyucularını gerçek durum hakkında aldatmak için, İspanyol Stalinistlerinin tutumunun, C.N.T.’nin “gülünç sosyalist kampanyası”nın yaptığı gibi, orta sınıfı ve küçük toprak sahiplerini Franco’nun kollarına itmekten kaçınmak için gerekli olduğu şeklinde, alçakça bir propaganda ile uğraşmaktadırlar.
Ancak bu konuda da durumlar gerçekten oldukça farklıdır. C.N.T., başından beri küçük burjuvaziyi ve küçük çiftçileri faşizme karşı mücadelede doğal müttefikleri olarak görmüştür. Basını, bu geçiş döneminde, insanın insanı sömürmesini amaçlamayan her türlü ekonomik biçimi tanıdığını sürekli olarak vurgulamıştır. Bu nedenle, kırsal kesimde aile işletmelerinin ve kentlerdeki küçük işletmelerin önünü hiçbir şekilde engellememiştir. Elbette C.N.T., bu karışıklıktan yararlanmak isteyen, sendika kartlarını cebinde taşıyan spekülatörlere ve katillere tüm gücüyle saldırdı ve bu tamamen anlaşılabilir bir durumdur.
Toplumlaştırma çalışmalarında C.N.T. kendine en büyük ölçüde ılımlılık yüklemiş ve görevini, ancak saf kötü niyetle inkar edilebilecek bir incelik ve ihtiyatla yerine getirmiştir. Küçük çiftçiler tarım kolektiflerine göre bireysel çalışmayı tercih ettikleri yerlerde, özgür seçimlerine saygı gösterilmiştir. Küçük arazilerine dokunulmamış, hatta aile büyüklüğüne oranla genişletilmiştir. Temmuz devriminin büyük günlerinden sonra, yüzlerce küçük işveren ve küçük çiftçinin, fabrikalarını ve topraklarını işçi sendikalarının emrine gönüllü olarak sunduğu ve sosyal devrimi gerçek bir coşkuyla karşıladığı bir gerçektir. Örneğin Aragon’da, küçük çiftçilerin ezici çoğunluğu kolektif tarımı desteklediğini açıkladı. Şu anda orada yaklaşık dört yüz kolektif işletme var ve bunlardan sadece on tanesi U.G.T.’ye katılmış, diğerleri ise C.N.T. sendikalarına üye:
“Komünist Parti, küçük işadamlarını kayırarak, özel mülkiyeti koruyarak, küçük sanayicilerin çıkarlarını savunarak, işçi örgütlerini hükümetten dışlayarak, köylülerin köy kolektiflerini sabote ederek, yabancı sermayenin isteklerine boyun eğerek ve her şeyden önce İspanya’daki mevcut durumun sosyal devrim için elverişli olmadığını inkar ederek devrimin ilerleyeceğine inanmamızı istiyor. Aynı Komünist Parti, sadece birkaç yıl önce, ülkemizde ilk kez fikirlerini yaymaya başladığında, sosyal devrimi gündeminin en üst sırasına yerleştirmişti.”
“Başka bir deyişle: Komünist Parti için devrim, karşı devrimin yardımıyla, karşı devrim ise devrimin yardımıyla gerçekleştirilecek. Ve eğer biri bunun saçmalık olduğunu söylerse, ona burada kendi görüşlerimizi değil, Marksizm ve Leninizmin en son teorisini ortaya koyduğumuzu hatırlatırız.”
Moskova’nın C.N.T ‘ye Karşı Yalan Kampanyası
İspanya’da yaptığı araştırma gezisinden kısa süre önce dönen, Amerika Birleşik Devletleri Sosyalist Partisi’nin tanınmış lideri Norman Thomas, “The Nation” dergisinde, İspanya’da şu anda dolaşan bir şakanın olduğunu anlatıyor: Birisi solcu cumhuriyetçilere katılmak için fazla muhafazakar olduğunda, komünistlere katılır. Ancak gerçekte bu bir şaka değil, kaçınılmaz bir gerçektir. İspanya’da Komünist Partinin rolü konusunda, her siyasi görüşten insanlar arasında tek bir görüş hakimdir. Liberal “Manchester Guardian” gazetesi şöyle yazıyor:
“İspanya’daki komünistler, hükümetin sağ kanat destekçileridir. Bir anlamda muhafazakarlardır, çünkü beyan ettikleri amaçları cumhuriyetçi demokrasiyi yeniden kurmak…”
“Katalonya’daki işçi sınıfının çoğunluğunu kontrol eden anarşistler, devrimi öncelikli gören tek taraftır. İspanya’daki tüm siyasi hareketler arasında, oldukça zayıf olan P.O.U.M. hariç, yalnızca onlar gerçek devrimciler olarak kalmaktadır.”
Muhafazakar “New York Times” bile bunu doğrulamak zorunda kaldı:
“Komünistler bugün İspanya’daki belki de en Ilımlı grup ve solunda yer alan Anarşistlerle karşılaştırıldığında, açıkça muhafazakarlar. Buna rağmen, Anarşistler çok güçlü olduğu için, Rus modeline göre bir Komünist rejimin kurulma ihtimali çok düşüktür.”
Kısa bir süre önce Komünist P.S.U.C.’ye katılan, en tanınmış Katalan milliyetçi liderlerden biri olan Dr. Trabal, alaycı bir dürüstlükle şöyle açıkladı:
“Evet, artık sosyalistlerin arasındayım. Ama kimse bana pozisyonumu değiştirdiğimi söylemesin. Ben her zaman olduğum yerdeyim. Pozisyonlarını değiştirenler sosyalistler ve komünistler. Onların yardımıyla ideallerim için çalışmaya devam edebilirim.”
İspanyol Stalinistler, işçi ve köylülerin kitle hareketine karşı İspanyol burjuvazisiyle ittifak kurarken, Rus basını İspanya’daki sözde “Troçkistler” ve C.N.T.’ye karşı, en sapkın hayal gücünün bile yaratamayacağı kadar korkakça, aldatıcı ve aşağılık bir kampanya başlattılar. Rus konsolosunun Barselona’da “Manchester Guardian” gazetesine verdiği röportajda “bu nedenlerle Rusya’nın Katalan işçi hareketine sempatiyle bakmaktan başka seçeneği olmadığını, onların ulusal özelliklerine en uygun şekilde kendi kurtuluşlarını gerçekleştirmelerini engellemeye niyeti olmadığını” söylediği sırada, “Pravda” gazetesinin şu haberi yayınlaması son derece anlamlıdır:
“Katalonya’ya gelince, buradaki Troçkist ve anarşist-sendikalist unsurların temizlenmesi çoktan başlamıştır ve bu, SSCB’de olduğu gibi aynı enerjiyle yürütülecektir.” (Pravda, 17 Aralık 1936) Ve bu korkakça ve vicdansız saldırılar, Stalinistler Rusya’nın resmi temsilcilerinin yardımıyla güç kazanmaya başladıkça daha da sertleşti, ta ki sonunda “Pravda”nın İspanya muhabiri bu gazetede sansasyonel bir makale yayınlayana kadar. Bu makaleyi buraya aynen aktarıyoruz:
Barselona’daki anarşistlerin merkezi organı olan Solidaridad Obrera, 16 Mart sayısında Sovyet basınına hakaret içeren bir saldırı yayınladı. Yazarın saldırısını özellikle Sovyet basınının Troçkist P.O.U.M.’un karşı devrimci faaliyetleriyle ilgili haberlerine yöneltmesi ve “bu zarar verici taktiklerin yalnızca İspanya’daki anti-faşist cephenin saflarında ayrılık yaratmak amacıyla yapıldığı” iddiasında bulunması önemlidir:
“Troçkist hainlerin bu müstehcen savunması, Anarşist-Sendikalist örgütün saflarına sızmış olan şüpheli unsurlar tarafından yürütülmektedir. Bunlar, Primo de Rivera’nın ‘Faşist Falanks’taki eski meslektaşları ve Troçkistlerdir. Bu veba lekelerinin bugün en çok ‘Solidaridad Obrera’da yayıldığı bir sır değildir; çünkü bu gazetenin gerçek edebi direktörünün, faşist gazete ‘La Tierra’nın eski editörü Canovas Cervantes olduğu bilinmektedir.
“Franco’nun bu ajanları bugün, İspanyol Halk Cephesi’ni yok etmek için Anarşist örgütün arkasına saklanmış durumdalar; ancak başarılı olamayacaklar. Anarşist-Sendikalist kitleler, demir gibi bir disiplin ve güçlü bir halk hükümetinin gerekliliğini her geçen gün daha iyi anlıyorlar. İspanyol halkının bu düşmanlarının Anarşistlerin saflarına sızıp Halk Cephesi’ne iki kat daha fazla öfkeyle saldırmalarının nedeni budur. “İtalyanlar Guadalajara cephesinde bir saldırı hazırlığı yaparken, kurnaz Troçkistlerin Valensiya hükümetine karşı silahlı bir ayaklanma hazırlığı yapması tesadüf değildir. Valensiya’daki Nosotros gazetesi, silahlı ayaklanmaya katıldıkları için hapiste bulunanların, aralarında açıkça faşist olduğunu beyan edenlerin de bulunduğu, serbest bırakılmasını her gün talep etmektedir. Ve bu talep her zaman hükümete yönelik tehditlerle birlikte dile getirilmektedir.
“Solidaridad Obrera”daki anti-Sovyet haberler, anarşistlerin merkezi organının arkasında Troçkistlerin ve Alman gizli polisinin ajanlarının olduğunu kanıtlamaktadır. Bu gerçek, uluslararası faşizme karşı ciddi bir mücadele verme niyetinde olan Katalan anarşistlerin liderlerini şimdiden alarma geçirmiştir.” (Pravda, 22 Mart 1937)
Her kelimesi alaycı bir şekilde hesaplanmış kasıtlı yalanlardan ibaret olan bu aşağılık suçlamalarla, siyasi patronlarının hizmetinde yalan söylemeyi bir meslek haline getirmiş onursuz iftiracılar, kahramanca direnişiyle ülkeyi faşist komplocuların saldırılarından kurtaran bir hareketi küçümsemeye cüret ediyorlar; bu hareketin taraftarları her cephede eşi görülmemiş bir cesaretle savaşıyor ve ölüyorlar; adını İspanyol tarihinde yaşatacak olan Durruti’yi ortaya çıkaran bir hareket, şu anda yoldaşlarını karalayanların soyuna ise sadece korkunç bir utanç lekesi kalacak. İspanya’da, Mera, Palacios ve Benito y Vallanueva gibi adamların önderliğinde, Madrid’in önünde düşmanın üzerine atılan ve bedenleriyle onun yolunu kesenlerin başlıca C.N.T. milisleri olduğunu asla unutmayacaklar. Konfederasyon milislerinin organı olan “Frente Libertario”nun haklı olarak belirttiği gibi, “Durruti ve onun kahraman askerleri olmasaydı, Madrid bugün çoktan faşistlerin eline geçmişti.”
Faşizme karşı yürütülen korkunç savaşta, C.N.T.-F.A.I. kadar büyük fedakarlıklar yapan başka hiçbir hareket yoktur. Hiçbiri bu çaresiz mücadelede en iyilerini bu kadar çok kaybetmemiştir. İspanya’da bunu herkes bilir. En acımasız rakipleri bile bunu kabul etmek zorundadır. Korkakça bir suikast sonucu hayatını kaybeden yoldaşları Buenaventura Durruti’nin son konvoyunu oluşturan beş yüz bin kişi, bu evrensel inancı güçlü bir şekilde ifade etmiştir.
P.O.U.M ile Mücadele
Rusya’daki iktidar sahiplerinin nefretinin bugün özellikle P.O.U.M.’a yönelik olması anlaşılması zor bir durum değildir. Uzun süredir Rusya’da Eski Bolşevizmin son kalıntılarını ortadan kaldırmakla ve Lenin döneminde Sovyet devletinde en yüksek mevkilerde bulunan eski yoldaşlarını birer birer ortadan kaldırmakla meşgul olan Stalin için, elbette yabancı ülkelerde, Bolşevik Partisinin eski ve en etkili liderlerinin dokuz onda dokuzunun Hitler ve Japon militaristlerinin hizmetinde olduğuna inanmak istemeyen insanlar olması hoşuna gitmezdi. Daha da az hoşuna giden şey ise, yıllardır gece gündüz Rus sanayi sistemini sabote eden, Rus ordusunun en üst kademelerinde ve hatta G.P.U.’da adamları bulunan, ancak harekete geçemeyen ve sözde liderlerinin tek tek duvara dizilip infaz edilmesine sessizce izin veren bu kadar büyük çaplı bir komplo teorisini kabul edemeyen kafirler olmasıdır.
P.O.U.M. (“Partido Obrero de Unificación Marxista”, Marksist İşçi Birlik Partisi) liderlerinin hepsi Komünist Partiden gelmişti. Geçmiş deneyimleri sayesinde, Rus politikacıların gizli entrikaları konusunda herkesten daha bilgiliydiler ve bu bilgileri halkla paylaşmaktan çekinmiyorlardı. Bu nedenle P.O.U.M. uzun süre Stalinistlerin başının belası oldu; zira Barselona’daki resmi Komünist Parti daha önce hiçbir zaman üç yüz üyeye ulaşamamışken, Katalan komünistlerinin büyük çoğunluğu P.O.U.M. örgütünde yer alıyordu. Bu durum, Stalinistler Katalonya Sosyalist Partisi’ni P.S.U.C.’yi kurmaya ikna ettikten sonra ancak değişebildi.
C.N.T. ile P.O.U.M. üyeleri arasında hiçbir zaman içsel bir ilişki olmamıştır. Bu husus vurgulanmalıdır, zira Stalinist basın bugün okuyucularına P.O.U.M.’un Katalonya’daki C.N.T.’nin tutumunu çok güçlü bir şekilde etkilediği yönünde yanlış bir haber yaymaktadır. Böyle bir şeyden söz edilemez, çünkü iki grup teorik temel ilkeleri, yöntemleri ve örgütsel hedefleri bakımından birbirine taban tabana zıttır. P.O.U.M. her zaman küçük bir parti olmuştur ve İspanya genelinde üye sayısı otuz bini biraz geçmektedir. Eğilimi Bolşevikçiydi; yandaşları, devrimi tek bir siyasi partinin üstlenmesi gerektiğine inanıyordu. P.O.U.M., Caballero’nun Katalan yandaşlarından Troçkistlere kadar, en çeşitli türlerden saçmalıklarla uğraşan Marksist fraksiyonları bünyesinde barındırıyordu. Yine de onu “Troçkist” bir parti olarak nitelemek yanlış olur, çünkü bizzat Troçki, P.O.U.M. mensuplarının taktiklerini defalarca sert bir dille kınamıştı. P.O.U.M., başından beri C.N.T.’ye düşmanca bir tutum sergilemişti; bunu, basının tüm yayınları ve örgütün tüm kamuoyu açıklamaları çok açık bir şekilde ortaya koyuyordu.
Bu tutum son derece doğaldı, çünkü C.N.T. başından beri siyasi partilerin işçi hareketini denetlemesine karşı bir tavır almıştı. Onun sosyalizmi yapıcı bir sosyalizmdi ve temelini işçi ve köylülerin sendikal örgütleri oluşturuyordu. Bu, çalışma odasından çıkan soyut bir teorinin sonucu değil, uzun ve fedakar mücadelelerin hayati bir ürünüydü; bu mücadelelerden sosyal kurtuluş fikirleri kendiliğinden doğmuş ve yıllar içinde kendiliğinden oluşmuş bir vaziyet almıştı. İki milyon üyesiyle C.N.T., kitlesel bir harekettir ve ülkenin tarihinde, İspanyol halkının eylemleri ve düşünceleriyle iç içe geçmiş eski ve görkemli bir geleneğe dayanan çok belirgin bir akımı ortaya koymaktadır. Ancak P.O.U.M., İspanyol liberter mücadelesinde yabancı bir faktördü ve bu nedenle İspanyol işçi ve köylü kitleleri arasında hiçbir zaman kök salamadı.
P.O.U.M. üyeleri ilk başta Katalonya’da U.G.T.’ye sızmaya çalıştılar ve hatta birkaç önemli pozisyonu ele geçirmeyi başardılar. Ancak P.S.U.C.’nin Stalinistleri orada güç kazandıkça, P.O.U.M. üyelerinin pozisyonlarını korumaları çok daha zor bir hale geldi ve sonunda U.G.T.’den tamamen kovuldular.
Moskova’da sözde “Troçkistler”e yönelik ilk büyük siyasi davaların ardından, İspanyol Stalinistlerin P.O.U.M.’a yönelik saldırıları iki katına çıktı ve giderek daha da nefret dolu ve kötü niyetli hale geldi. Madrid’de Stalinistler, P.O.U.M. Gençlik Örgütü’nün karargahına baskın düzenleyerek ellerine geçen her şeyi tahrip ettiler. Hükümet bir süreliğine P.O.U.M. gazetesini yasakladı ve Rus büyükelçiliğinin baskısı altında P.O.U.M.’u devrimci milislerin Savunma Komitesi’nden çıkardı. Bu karar, diğer tüm devrimci grupların oybirliğiyle protesto edilmesine neden oldu.
P.O.U.M.’un diğer şehirlere göre daha güçlü olduğu Barselona’da, liderleri Stalinist muhaliflerinin kötü niyetli yaklaşımlarına sert bir yanıt verdiler. 27 Kasım 1936′ da, P.O.U.M.’un Barselona’daki yayın organı “La Batalla”, İspanya’daki Rus diplomasisinin arka kapı politikası hakkında bir makale yayınladı ve şu açıklamayı yaptı: “Bize belirli bir yardım sağlama bahanesiyle, birilerinin karşılığında bize belirli siyasi biçimleri dayatmak ve İspanya politikasını dikte etmek istemesi dayanılmaz bir durumdur.”
Bu makale, Stalinist basında en iğrenç suçlamaların ortaya dökülmesine neden oldu. P.O.U.M.’a atfedilmeyen hiçbir alçakça eylem yoktu. Hatta Barselona’daki Rus konsolosu bile bu utanç verici süreçlere bizzat katıldı ve P.O.U.M.’u Franco, Hitler ve Mussolini’nin bir aracı olarak nitelendirdi bu, hiçbir kanıtla desteklenemeyen alçakça bir iftira idi. Bu olaylar, Stalinistlerin, P.O.U.M.’un lideri ve Adalet Bakanı olan Andres Nin’i görevinden uzaklaştırmak için kasten kışkırttığı, Katalonya hükümetindeki ünlü krize yol açtı. Bu, geçen yılın aralık ayında, hükümetinin yardımını kendisine bağlı kılan Rus hükümeti temsilcisinin ani baskısıyla ve anti-faşist cephesinin bozulmasını her ne pahasına olursa olsun önlemek isteyen C.N.T.’nin oybirliğiyle yaptığı protestoya rağmen gerçekleşti.
Barselona’da kanlı Mayıs olaylarının ardından, Stalinistler nihayet P.O.U.M.’dan intikamlarını serbestçe alabilecekleri güne ulaştılar. Valensiya’daki burjuva komünist hükümetin emriyle, P.O.U.M.’un tüm sendikaları polis tarafından dağıtıldı ve en etkili liderleri tutuklanarak Madrid’e götürüldü. Stalinist basında yürütülen skandal niteliğindeki yalan kampanyası, İspanya topraklarında Rus modeline göre o meşhur “casusluk davalarından” birini sahneleme niyetinin işaretiydi.
P.O.U.M.’un fikirlerine ve hedeflerine karşı tutum ne olursa olsun, Franco ve müttefiklerine karşı savaşta, yandaşlarının cesurca savaştıkları inkar edilemez. 19 Temmuz’da C.N.T.-F.A.I. işçileriyle omuz omuza savaştılar. Madrid’de ve diğer cephelerde de aynısını yaptılar. En iyi adamlarının çoğu bu savaşlarda hayatlarını kaybetti. P.O.U.M.’un kurucularından biri olan ve Andres Nin’den sonra hareketin en etkili lideri olan Maurin, isyancılar tarafından vuruldu. José Oliver Galiçya’da, Germinal Vidal ve Pedro Villarosa ise Aragon cephesinde öldü. Franco ve Mussolini’nin hizmetinde olsalardı, faşizme karşı savaşta hayatlarını feda edeceklerini düşünmek çok zordu.
Hükümetin P.O.U.M. militanlarına karşı aldığı önlemler ve özellikle Stalinistlerin şeffaf manevraları, hem İspanya’da hem de yabancı ülkelerde çok sayıda farklı kesimden protestolara yol açtı. Valensiya’daki C.N.T. Ulusal Komitesi, tutuklanan P.O.U.M. liderleri için adalet talep eden açık bir mektupla Başkan Azaña, Cortes ve Adalet Bakanı’na cesur ve sert bir dille çağrıda bulundu. Mevcut koşullar altında bile, İspanya’nın son birkaç yıldır Rusya’nın siyasi gündeminin bir parçası olan hukuki komedilerin sahnesi haline geleceğine inanmak güçtür.
İspanya’da Çete Terörizmi ve Rus Çekist Yöntemleri
Ancak İspanyol Stalinistler ve onların Rus destekçileri, anti-faşist cephenin saflarında fitne tohumları ekerek ve açık, gizli boykotlarla halk devrimine saldırmakla yetinmediler. Suikastlarla hoşlarına gitmeyen rakiplerini ortadan kaldırmaya ve gizli terör sistemiyle halkı sindirmeye başladılar. Bugün İspanya’nın birçok bölgesinde, Rus Çeka’nın yöntemlerini uygulayan terörist çetelerin varlığından en ufak bir şüphe yoktur.
Geçen Nisan ayında C.N.T., Murcia’da bir Çekist örgütü ortaya çıkarmayı ve en önemli üyelerini tutuklamayı başardı. Aylarca halk, çoğu C.N.T. üyesi olan sakinlerin aniden ortadan kaybolması nedeniyle endişe içindeydi. Yerel polis bu konuyu araştırmak için hiçbir çaba göstermeyince, C.N.T. işi kendi eline aldı. Bu olayla bağlantılı olarak tutuklananların hepsinin Komünist Parti üyesi olduğu ortaya çıktı. Halk Cephesi, Liberter Gençlik ve C.N.T. İl Komitesi temsilcilerinin imzaladığı kamuoyuna açık bildiriden alıntı yapıyoruz:
“Komünist Parti ve basının, Murcia valisiyle işbirliği içinde çalışan ve tutuklanan ‘Çeka’ üyelerinin suçlarını reddetmesini bekliyorduk. Henüz böyle bir şey görmedik. Bu nedenle, şimdi açıkça konuşacağız ve yurtdışından İspanya’ya terör sistemleri ve siyasi diktatörlükler getirmeye çalışanlara, ev sahiplerini hesaba katmadıklarını söyleyeceğiz. İspanyol halkı köle ruhuna sahip değildir ve kaderini asla zorbaların ellerine teslim etmeyecektir. Bugün, ülkemizi harap eden yabancı işgalcileri topraklarımızdan kovmak için savaşıyoruz. Geçmişte kalmış ve halkımızın düşünce ve duygularına aykırı olan siyasi terör sistemlerini aramıza sokmak isteyen diğer unsurları da kovmayı bileceğiz.”
Kastilya’da, özellikle de Madrid ve çevresinde, faşistlerin ayaklanmasından önce C.N.T.’nin sadece güçlü bir işçi azınlığının desteğine sahip olduğu bölgede, ayaklanmadan bu yana çok şey değişti. U.G.T.’nin bütün grupları C.N.T.’ye geçti, böylece C.N.T. bugün ülkenin orta kesiminde üye bakımından U.G.T. ile neredeyse eşit hale geldi ve ayrıca işçi hareketinin en aktif unsurlarını da bünyesine kattı. Böyle bir gelişme, Stalinistler için doğal olarak hoş karşılanmadı, çünkü bu C.N.T.’nin sürekli savunduğu U.G.T. ile ittifaka son derece elverişliydi. Bu nedenle, Komünist Partinin etkisinin en yoğun olduğu Madrid ve çevresinde, özellikle de Largo Caballero’nun takipçilerini U.G.T.’nin liderliğinden uzaklaştırmayı başardığı için, C.N.T.’nin ilerlemesini engellemek için her türlü yolun denenmiş olması çok manidardır.
Böylece, Madrid ‘deki Savunma Komitesi ’nin Komünist temsilcisi Cazorla, polis şefi olarak konumunu kullanarak C.N.T. militanlarına karşı acımasız bir zulüm başlattı. Bu zulüm o kadar ileri gitti ki, bir gün C.N.T.’nin en başarılı askeri liderlerinden biri olan Mera Tümeni Kurmay Başkanı Verlardini’yi faşist olduğu gerekçesiyle tutuklattı. Tabii ki, General Miaja bile Cazorla’nın eylemini uygunsuz (“improcedente”) olarak nitelendirdiği için, Verlardini hemen serbest bırakılmak zorunda kaldı. Böylece Komünist Çeka daha da enerjik bir şekilde çalışmaya başladı. Bu yılın Şubat ayından Nisan ayına kadar, Madrid ve çevresinde C.N.T.’nin seksenin üzerinde üyesi bu alçakça suikastların kurbanı oldu.
Toledo eyaletindeki Villanueva köyünde, C.N.T. tarım işçileri örgütünün genel merkezi, komünist bir başkanın emriyle basıldı ve C.N.T. işçilerinden on altı kişi Çeka tarafından öldürüldü. Benzer olaylar, yine komünist bir başkanın yönettiği komşu kasaba
Villamayor’da da yaşandı. C.N.T.-F.A.I. basını bu olayların titizlikle soruşturulmasını talep ettiğinde, Stalinistler bunu engellemek için tüm kurumları harekete geçirdiler. Madrid’deki Komünist Partinin merkezi organı olan “El Mundo Obrero”, Villanueva belediye başkanını sonuna kadar savundu ve onu “dürüst ve samimi bir antifaşist” ilan etti. Ancak bu, Villanueva ve Villamayor’un komünist belediye başkanlarının ve on altı tarım işçisini öldüren diğer katillerin, kamuoyunun baskısı altında halk mahkemesinde yargılanmasını engelleyemedi. Bu duruşmada, tüm halkı derinden sarsan, bir anne ve kızının korkunç bir şekilde tecavüze uğrayıp öldürülmesi gibi inanılmaz olaylar ortaya çıktı. Halk mahkemesi, bu korkunç suçun iki komünist kışkırtıcısını idama mahkum etti. Komünistlerin bugün halk mahkemelerinin kaldırılmasını bu kadar şiddetle talep etmelerinin nedenini anlayabiliriz.
Bu yılın 24 Mayıs günü, komünist belediye başkanının eşlik ettiği iki kişi, Mascaraque C.N.T. sekreteri Gonzales Moreno’nun evine giderek, Lister Tugayı’ndan geldiklerini ve onu tutuklayıp Mora de Toledo şehrine götürme emri aldıklarını söylediler. Moreno ilk başta emre uymayı reddetti, ancak Mascaraque’nin komünist belediye başkanı ona eşlik etme sözü verince kabul etti. Ancak Moreno bekleyen arabaya bindiğinde, belediye başkanı sakince uzaklaştı. Ertesi gün Moreno, Mora de Toledo’daki Christ Kilisesi’nin arkasında vuruldu. Bu olayda söz konusu olan sıradan bir intikam eylemiydi, çünkü daha önce Komünist Parti üyesi olan Moreno, partiden ayrılıp C.N.T.’ye katılmıştı. Bu haberi aldığımız “Solidaridad Obrera” gazetesi şöyle yorumladı:
“Bu yeni kurban da dahil olmak üzere, Mora de Toledo’da şu ana kadar altmış kişi öldürüldü. Bunların arasında, C.N.T.’ye üye olmak ve mahalleyi terör altında tutan komünistlerin suçlarını kınamak dışında hiçbir şey yapmamış erkekler ve kadınlar da vardı. Bu tür korkunç olaylar, farklı siyasi görüşlerin çatışmasıyla ya da devrimin bazı taraftarlarının iktidar hırsıyla açıklanamaz. Bu kadar alçakça suçları işleyenler, faşizmin hizmetinde olan provokatörlerden başka bir şey değildir. Suçluların cezalandırılmasını talep ediyoruz. Örgütümüzde sorumluluk sahibi kişiler, yoldaşlara her zaman onurlu ve özdenetimli olmalarını öğütlemiştir. Ancak şimdi, anti-faşist İspanya’yı kardeş kavgasına sürükleme tehdidi oluşturan bu korkunç suçları kamuoyunun bilgisine sunmak zorunda hissediyoruz, böylece İspanyol halkı işçi sınıfı içindeki gerçek provokatörlerin kimler olduğunu bilsin. (Solidaridad Obrera, 1 Temmuz 1937.)
Bunlar, Katalonya’da Mayıs olaylarından bu yana korkunç bir hızla artan uzun bir listenin sadece birkaç örneğidir. Bugün, anti-faşist cephesini parçalayarak Stalin’in siyasi planlarını ilerletmek için ellerini çekinmeden kullanan bu suçların kışkırtıcıları, tüm çabalarını C.N.T.’yi şiddetli bir direnişe sürükleyerek İspanya’daki sosyal devrime ölümcül bir darbe indirmek için harcıyorlar. C.N.T., yabancı işgalcilere karşı savaşı zaferle sonuçlandırmak için en iyi insan gücünü riske attı. Önderleri, savaşın sonucunun sadece İspanya’nın kaderini değil, kendi hareketlerinin kaderini de belirleyeceğini çok iyi biliyorlar. Bu korkunç sorumluluk, onları göz ardı edilemeyecek tehlikelere sürükledi. Tehditkar faşizme karşı tüm devrimci güçleri bir araya getirmek için gösterdikleri samimi çabalarında, faşizmle açık savaşta göstermiş oldukları aynı sağlıklı enerjiyle kendi saflarındaki düşmanı saldırmaya cesaret edemediler. Anti-faşist cephe içinde açık bir savaşın Franco ve müttefiklerinin yararına olacağını fark etmemeleri de buna katkıda bulundu.
Başından beri kesin bir hedefi olan ve vicdani kaygılardan rahatsız olmayan bir düşmana karşı gösterdikleri vicdanlılık, C.N.T.’yi, tehlike daha önce fark edilip doğru bir şekilde değerlendirilmiş olsaydı belki de önlenebilecek bir duruma sürükledi. Bunlar, dışarıdan bakarak yargılamak oldukça zordur. Ayrıca, her an çok önemli kararların alınması gereken bu tür durumlarda, en iyilerimizin bile hatalardan korunacak sihirli bir koruyucusu olmadığı unutulmamalıdır. Bu nedenle, tüm hareketin her yönden en ciddi tehlikelerle karşı karşıya olduğu böyle bir anda, gerçek ya da hayali hatalar aramak bize yakışmaz.
Diktatörlüğün Hizmet Ettiği Amaçlar
Rus hükümetinin İspanya’da başından beri oynadığı ve hala oynamaya devam ettiği rol, mutlak körlükten muaf olan herkes için açıktır. Ancak Rus otokratlarının ve yurtdışındaki köle ruhlu yandaşlarının İspanyol işçi ve köylülerin devrimini içtenlikle nefret etmelerinin bir başka nedeni daha vardır. Bu, devrimi harekete geçiren özgürlükçü ruhtur ve bu ruh, uzun ve zorlu bir mücadele sürecinde özgürlüğü çabalarının temeli haline getiren ve her türlü diktatörlüğe karşı şiddetle savaşan bir mücadelenin ürünüdür.
İspanya’daki liberter sosyalizmin bugün C.N.T. ve F.A.I.’da güçlü bir şekilde ifade bulan büyük manevi değeri, Birinci Enternasyonal döneminden, hatta ondan öncesinden beri, İspanyol işçilerde özgürlüğüne her şeyden üstün değer veren bir ruhu beslemiş ve taraftarlarının entelektüel bağımsızlığını varlığının en önemli faktörü haline getirmiş olmasıdır. İspanya’nın liberter işçi hareketi, ekonomik diyalektiğin labirentinde kendini hiç kaybetmemiştir ve bu nedenle entelektüel canlılığı, diğer ülkelerdeki sosyalizmde sıklıkla görüldüğü gibi, kaderci fikirler tarafından asla zayıflatılmamıştır. Ayrıca, burjuva parlamentolarının sıkıcı rutin işlerinde eylem kapasitesini boşa harcamamıştır. Sosyalizm, bu hareket için, bir devlet veya parti bürokrasisi tarafından halka yukarıdan dayatılabilecek bir şey değil, kitlelerin kendi sosyal faaliyetlerinden doğan ve ekonomik örgütlenmelerinde tüm yaratıcı güçleri bir araya getiren ve bireyin inisiyatifine hiçbir yapay kısıtlama getirmeyen bir büyüme sürecidir.
Bu ruh, 19 Temmuz’u doğurdu ve tüm işçi sınıfını karşı konulmaz bir güçle ele geçirdi, hatta daha önce C.N.T.’nin çalışmalarıyla hiçbir bağlantısı olmayan unsurları bile etkisi altına aldı. Ve işçiler, köylüler ve entelektüellerin, ülkenin sosyal yaşamını yeni ilkeler üzerine yeniden inşa etme çabalarında rehberlik eden ve yaratıcı çalışmalarına daha önce başka hiçbir ülkede görülmemiş olan karakteristik bir ifade kazandıran da bu ruh oldu.
Ancak C.N.T., özellikle Katalonya’da sahip olduğu ve hala daha sahip olduğu gücü, diğer düşünce okullarını bastırmak ya da onlara kendi iradesini dayatmak için asla kötüye kullanmadı. Bunun yerine, ortak düşmana karşı savaşmak ve sosyal yaşamı yeniden şekillendirmek için anti-faşist unsurları birleştirmek için elinden gelen her şeyi yaptı. Fikir özgürlüğünü kısıtlamak veya kendi fraksiyonlarının eğilimleri nedeniyle başkalarına kendileri için talep ettikleri özgürlüğü reddetmek gibi bir düşünceleri yoktu. Her türlü samimi eleştiriyi memnuniyetle karşıladılar ve her zaman savundukları özgürlük ilkelerine sadık kaldılar.
Bir yıldır İspanyol halkı acımasız bir düşmana karşı umutsuz bir mücadele veriyor ve bunun yanı sıra Avrupa’nın büyük emperyalist güçlerinin gizli entrikalarına maruz kalıyor. Buna rağmen İspanyol devrimciler, diktatörlüğün korkunç yollarına başvurmamış, tüm dürüst inançlara saygı göstermiştir. Temmuz savaşlarından sonra Barselona’yı ziyaret eden herkes, C.N.T.’nin dostu ya da düşmanı olsun, toplumsal yaşamın özgürlüğüne ve fikirlerin serbestçe ifade edilmesini engelleyen herhangi bir düzenlemenin bulunmamasına şaşırmıştır.
Yirmi yıldır Bolşevizmin destekçileri, karşı devrimin saldırılarına karşı sözde proleter çıkarları savunmak ve sosyalizmin yolunu açmak için diktatörlüğün hayati bir gereklilik olduğunu kitlelere aşılamaya çalışmıştır. Bu propaganda ile sosyalizmin davasını ilerletmemişler, aksine milyonlarca insana diktatörlüğün, yani en aşırı tiranlık biçiminin asla toplumsal kurtuluşa yol açamayacağını unutturarak İtalya, Almanya ve Avusturya’da faşizmin önünü açmışlardır. Rusya’da sözde proletarya diktatörlüğü sosyalizme değil, yeni bir bürokrasinin proletarya ve tüm halk üzerinde egemenliğine yol açmıştır.
Bugün İspanya’daki Rus Stalin rejiminin ajanları, işçilerin ve köylülerin elde ettiği her şeyi yok etmekle tehdit ediyor ve tüm enerjilerini tüm iktidarı burjuva komünist parti diktatörlüğünün eline geçirmek için harcıyorlarsa, bunu proletaryanın çıkarlarına hizmet etmek için değil, karşı devrimin saldırılarını ilerletmek için, İngiliz ve Fransız kapitalizminin amaçlarına hizmet etmek için yapıyorlar.
Rus otokratları ve onların destekçilerinin en çok korktuğu şey, İspanya’da liberter sosyalizmin başarısının, körü körüne yandaşlarına, çok övülen “diktatörlüğün gerekliliği”nin, Rusya’da Stalin’in despotizmine yol açan ve bugün İspanya’da işçi ve köylü devrimine karşı karşı devrimin zaferine hizmet edecek olan büyük bir aldatmacadan başka bir şey olmadığının kanıtıdır.
Karşı Devrimin İlerleyişi
Faşizme karşı kazanılan zaferden sonra, İspanya tarihinin 19 Temmuz’da yaşanan sürpriz olayların ardından yeniden başlayamayacağı, gerçekleri görebilen herkes için son derece açıktır. Sadece komünistler bunu görmek istemiyordu, görmemeleri gerekiyordu, çünkü onlar Rusya’nın hizmetinde çalışıyorlardı; ancak Rusya, emperyalist müttefiklerinin çıkarlarını gözetiyordu. İspanya bir sosyal devrime girmişti. Savaşın başarılı bir şekilde sonuçlanmasından sonra isyancı işçiler ve köylülerin sabırla eski boyunduruğa tekrar boyun eğeceklerini ve en değerli adamlarının kanıyla çok pahalı bir bedel ödeyerek elde ettikleri sosyal kazanımları teslim edeceklerini kimse tahmin edemezdi. Öte yandan, savaşın sona ermesinden sonra İspanyol burjuvazisinin geri kazanabilecekleri her şeyi geri kazanmaya çalışmaktan vazgeçeceğini de kimse tahmin edemezdi. İşler bu haldeyken her şeyin sorunsuz yürümeyeceği de görebilen herkes için açıktı.
Ekonomik ve sosyal yaşamdaki büyük dönüşüm ilerledikçe ve tarım ve sanayiyi işçi sendikalarının kontrolü altına aldıkça, İspanya’daki eski güçlerin eski koşulları yeniden tesis etmesi de o kadar zorlaşacaktı. Ve bu, yabancı kapitalistlerin en çok korktuğu ve her türlü yolu deneyerek engellemeye çalıştıkları şeydi. Ancak bu konuda onlara Rus hükümeti ve onun aracı olan İspanya Komünist Partisi kadar değerli bir hizmet sunan başka kimse yoktu. İşçi sendikalarının yapıcı faaliyetlerinin önüne her yerde en ciddi engelleri koyanlar ve bugün ülkenin sosyal gelişimi için son derece önemli olan bir işi kasıtlı olarak yok etmeye çalışanlar onlardı.
U.G.T.’nin üyeleri gerçek işçiler ve köylülerden oluştuğu her yerde, temsilcileri C.N.T.’nin işçileriyle birlikte endüstriyel ve tarımsal işletmelerin yönetiminde en mükemmel uyum içinde çalışıyordu. Sadece komünistlerin tüm küçük burjuvaziyi U.G.T.’ye topladıkları yerlerde, örneğin Barselona’da, eski kapitalist koşullara geri dönmenin yolunu hazırlamak için, C.N.T.’nin başlattığı muhteşem toplumsallaştırma çalışmalarını gizli veya açık sabotajlarla geçersiz kılmaya çalıştılar. Katalonya’da C.N.T. Savunma Bakanlığı’nı devraldığında ve karşılığında gıda tedarik sorumluluğunu U.G.T.’ye devrettiğinde, komünist bakan Comorera, sendikaların çalışmalarını baltalamak ve Barselona şehrinin gıda tedarikini küçük perakendecilerin ve aracıların eline vermek için her türlü demagojik hileye başvurdular. Aynı zamanda, komünistler ve burjuva basını, C.N.T.’nin yapıcı çalışmalarına karşı durmaksızın savaş açmış ve kendi temsilcilerinin neden olduğu tüm kötülüklerden C.N.T.’yi sorumlu tutmuştu. Büyük kitleler nezdinde başarısız olsalar da, bu sistematik parçalama çalışması kamuoyunu zehirlemeye ve anti-faşist cephenin saflarına yıkıcı bir ruh aşılamaya yaradı. 1937 yılının Ocak ayında, küçük Faterell kasabasında C.N.T.’ye karşı bir isyan bile organize ettiler. Bu isyanın kendisi pek önemi yoktu, ancak bu insanların neler yapabileceğini gösterdiler.
Belki de bizim anlatımımızın sadece C.N.T. basınındaki haberlere dayandığı ve bu nedenle tarafsız olmadığı itiraz edilebilir. Ancak bu ciddi bir hata olur. Aynı görüş, faşist ayaklanmadan kısa bir süre önce komünistler tarafından Menşevik ve “proletaryanın hainleri” olarak lanse edilen gazetelerde bile dile getirilmiştir. Örneğin, Valensiya’daki Sosyalist Partinin yayın organı “Adelante”, Stalinistlerin ihanetiyle ilgili olarak acı bir ironi ile şöyle yazmıştır:
“Faşist ayaklanmanın patlak vermesiyle birlikte, ülkedeki işçi örgütleri ve demokratik unsurlar, halkımızı en derin sefaletin uçurumuna sürükleme tehdidi oluşturan sözde Milliyetçi Devrim’in ancak bir Sosyal Devrim ile durdurulabileceği konusunda hemfikirdi. Ancak Komünist Parti bu görüşe tüm gücüyle karşı çıktı. Görünüşe göre, “işçi ve köylü cumhuriyeti” ve “proletarya diktatörlüğü” gibi eski teorilerini tamamen unutmuşlardı. Parlamento demokratik cumhuriyeti sloganını sürekli tekrarlamasından, gerçeklik duygusunu tamamen yitirdiği açıktır. İspanyol burjuvazisinin Katolik ve muhafazakar kesimleri eski sistemlerinin yıkıldığını gördüklerinde ve bir çıkış yolu bulamadıklarında, Komünist Parti onlara yeni bir umut aşıladı. Parti, savunduğu demokratik burjuva cumhuriyetinin Katolik propagandasının önünde hiçbir engel oluşturmayacağını ve her şeyden önce burjuvazinin sınıf çıkarlarını savunmaya hazır olduğunu garanti etti. (Adelante, 1 Mayıs 1937.)
Bunun abartılı bir ifade olmadığı, Madrid’deki kadın bir komünist liderin “La Passionaria”nın, Komünist Gençlik ile Katolik Gençlik örgütleri arasında bir ittifak kurulmasını açıkça savunmasıyla kanıtlanmaktadır. Aynı gazete (“Adelante”) kısa bir süre önce, ülkenin farklı bölgelerindeki U.G.T.’nin tüm tarım işçileri sendikalarının sekreterlerine özel bir anket gönderdi. Bu ankette, diğer soruların yanı sıra şu iki soru da yer alıyordu: 1. Köylü kolektiflerine kimler karşı çıkıyor? 2. Komünist Partinin kırsal bölgelerdeki çalışmaları sendikaların faaliyetlerine yardımcı mı, yoksa zararlı mı? Anketin sonucu şu şekildeydi:
“Bu soruların yanıtları şaşırtıcı bir fikir birliği ortaya koydu. Her yerde aynı hikaye. Köylü kolektifleri bugün Komünist Parti tarafından en sert şekilde karşı çıkılan bir oluşumdur. Komünistler, ucuz işgücü arayışında olan varlıklı çiftçileri örgütlemektedir ve bu nedenle yoksul köylülerin kooperatif girişimlerine düşmanca davranmaktadırlar.”
“ Sendika temsilcilerinin ifadesine göre, devrimden önce faşistlere ve monarşistlere sempati duyan kesim, şimdi Komünist Partinin saflarına akın ediyor. Komünist faaliyetlerin ülke üzerindeki genel etkisi konusunda, U.G.T. sekreterlerinin tek bir görüşü vardı ve bu görüş, Valensiya örgütünün temsilcisi tarafından şu sözlerle ifade edildi: ‘Bu, kelimenin tam anlamıyla bir felakettir.”
Tüm bu gizli entrikaların Valensiya hükümetindeki solcu cumhuriyetçi ve komünist bakanların onayıyla yapıldığına ilişkin hiç bir şüphe yoktur. Bu durum, şehir ve kırsal kesimde yeni kooperatif ekonomisinin kasıtlı olarak sabote edilmesinde olduğu kadar, merkezi hükümetin Aragon cephesini sistematik olarak boykot etmesinde de kendini göstermektedir. Bu boykotta özellikle Rus büyükelçiliği ve şüphesiz İngiliz ve Fransız meslektaşlarının da parmağı vardır. Aragon cephesinde çoğunlukla C.N.T. birlikleri bulunuyordu. Bu nedenle, onlara büyük silahlar sağlayarak, her ne pahasına olursa olsun engel olunmaya çalışıldı. Aylarca cephe, uçan makineler, tanklar ve ağır toplardan yoksun kaldı. Müdafileri neredeyse tamamen tüfeklerine ve makineli tüfeklere güvenmek zorundaydılar ve bunlarda bile yetersiz kalıyorlardı. Oysa bu cephede yapılacak bir saldırı, stratejik açıdan büyük önem taşıyacaktı. Bu saldırı, Bilbao’nun düşmesini önlemekle kalmayacak, Madrid’in cesur savunucularının yükünü de büyük ölçüde hafifletecekti. C.N.T. basını, aylardır bu skandal oyunu kınıyordu. Aragon’daki C.N.T.’nin askeri liderlerinden Miguel Martin Guillen, açıkça ihanet olduğunu bile söyledi:
“Bize silahlar, zırhlı araçlar, uçaklar vb. gönderin, tüm Aragon bizim olsun! Daha az ihanet edin ve gerçek durumu daha iyi idrak edin! Daha az siyaset, daha çok eylem, Huesca, Teruel ve Zaragosa bizim elimizde olsun! Artık burada zorla hareketsizliğe mahkum edilmeye tahammül edemeyiz. Daha da önemlisi, bizim hareketsizliğimizi eleştiren, bunun nedenini çok iyi bilen bazı siyasi çevrelerin korkakça ve sinsi saldırılarına tahammül edemeyiz. Daha az entrika ve daha fazla tarafsızlık…” (Orientaciones Nuevas, 22 Mayıs 1937.)
Bu satırları yazarken, Franco’nun büyük bir teknik üstünlükle Teruel’de bir saldırı başlattığı ve başarılı bir direniş için gerekli olan büyük silahlanmaya sahip olmadıkları için tüm birliklerin boşuna feda edildiği bir gerçektir. Ancak İngiltere, Fransa ve Rusya, Franco’nun zaferi kadar, sadakatçilerin kesin zaferiyle de ilgilenmiyorlardı. Ve C.N.T.’nin en güçlü olduğu Aragon cephesini silahlandırmak, onların hoşuna daha da az gidiyordu. Aragon cephesi sistematik olarak boykot edilirken, yabancı ülkelerdeki komünist basın, okuyucularına C.N.T. adamlarının savaşmak istemediğini, bir zamanlar “Aragon cephesinin kahramanı” olarak anılan Durruti’nin de savunmuş olduğu aynı cepheyi savunmak istemediğini söylüyordu.
Katalonya’da Mayıs Olaylarının Öncesinde Yaşananlar
Bilbao düşmeden önce, Franco’nun İngiliz-Fransız diplomatların arabuluculuk önerilerini kabul etmeye niyetli olduğu anlaşıldığında, bu diplomatların en büyük endişesi, Valensiya hükümetini kendi planlarına sıcak bakmaya ikna etmekti. Bu amaçla, siyasi baskı araçlarını zaten kullanmaya başlamışlardı ve şüphesiz eski hükümetin bazı çevrelerinde bu konuda açık bir destek bulmuşlardı. Ancak Largo Caballero, İngiltere ve Fransa’nın planlarına boyun eğmenin İspanyol halkına açıkça ihanet etmek anlamına geleceğini en azından öğrenmişti ve buna razı değildi. Bu nedenle dış baskıya boyun eğmeyi reddetti ve hükümetteki Cumhuriyetçi ve Komünist muhaliflerini “Pireneler’in ötesindeki bazı yüksek çevrelerin önerilerine fazla açık davrandıkları” için onları suçladı.
Bu, Caballero hükümetinin düşüşüne yetecek bir gelişmeydi. Yine, Negrin hükümetinin iktidara gelmesine yardımcı olmak için Valencia hükümetinde krizi provoke edenler de komünistlerdi. Bu hükümet, yalnızca burjuva cumhuriyetçileri, katolikler, sağ sosyalistler ve komünistlerden oluşuyordu ve bu nedenle yabancı emperyalistlerin isteklerine boyun eğmeye fazlasıyla meyilliydi. Ve yine hükümetinden daha fazla yardım alabilmek için Caballero kabinesinin devrilmesini şart koşan da Rus büyükelçisiydi.
İlk icraatı, iki büyük işçi örgütü olan C.N.T. ve U.G.T.’yi temsilcilikten dışlamak olan yeni hükümetin, açıkça karşı devrimin amaçlarına hizmet ettiği, İspanya’daki son olaylar ve anti-faşist cephenin en iyi savaşçılarının zulüm görmesi ile yeterince kanıtlanmıştır. Yeni hükümetin ilk manifestosunda, savaşın çıkarları için “mevcut kabinenin yalnızca siyasi nitelikte olması gerektiği”ni açıklaması da önemlidir.
Elbette! Sadece en kötü türden politikacılar, İspanyol halkının çıkarlarını yabancı kapitalistlerin iddialarına feda etmeye ve emekçi kitleleri devrimin meyvelerinden mahrum bırakmaya cesaret edebilir. Ancak komünistler, bu gerici önerilere hemen razı oldular ve bugün eski karanlık güçlerin arkasından fırsat kolladıkları bir paravan oluşturdular. Valensiya’daki U.G.T.’nin yayın organı “La Correspondencia” bu konuda alaycı bir yorumda bulunuyor:
“Neredeyse U.G.T. ve C.N.T.’nin ülkemizin işlerinde çok önemsiz bir rol oynadıkları izlenimi uyandırıyor. Üyeleri, iyi birer dost olarak cephede katkıda bulunma ve ölme özgürlüğüne sahipler. Ancak diğer tüm konularda, politikacılara serbest hareket etme özgürlüğü tanımalı ve onları istedikleri yere götürmelerine izin vermeliler.”
Ancak, Valensiya hükümetindeki son kriz henüz sona ermeden, yabancı kapitalist güçlere sendikaların toplumsallaştırma çabalarına son verme niyetinde olduklarını kanıtlamak için C.N.T.-F.A.I.’nin devrimci işçilerine güçlü bir darbe vurmaya hazırlandılar. Her zaman olduğu gibi, bu sefer de Stalinistler, niyetleri yabancı emperyalistlerin niyetleriyle örtüşen profesyonel burjuva politikacıların ve orta sınıf gericilerinin icra aracı oldular.
Katalonya’da Mayıs ayında yaşanan olayların, yabancı basının neredeyse fikir birliği içinde bildirdiği gibi, anarşistlerin ve P.O.U.M.’un isyanı olmadığı, durumu biraz olsun bilen herkes için açıktı. C.N.T.-F.A.I.’nin P.O.U.M. ile ittifak halinde Katalonya’daki tüm hükümet gücünü ele geçirmeyi amaçladığı iddiası, aslında o kadar saçma bir iddiaydı ki, bu eyaletteki gerçek durum hakkında en ufak bir fikri olmayan insanları etkileyebilirdi. C.N.T.-F.A.I. gerçekten böyle bir plan yaptıysa, 19 Temmuz’dan sonra uzun bir süre boyunca bu planlarını hayata geçirmek için en iyi fırsatı yakalamıştı, çünkü diğer tüm gruplara karşı muazzam bir ahlaki ve fiziksel üstünlüğe sahipti ve kimse onlara direnemezdi. Bunu yapmadılar, çünkü güçleri yetersizdi değil, hangi taraftan gelirse gelsin her türlü diktatörlüğe karşıydılar.
C.N.T.-F.A.I.’nin 120.000’den fazla üyesi, her cephedeki askeri birliklerinde savaşıyordu. İç kesimlerdeki bir ayaklanma, Franco ve müttefiklerinin ilerleyişini engellemek için her an hayatlarını tehlikeye atan bu adamlar için aşağılık bir ihanet olurdu. Dahası, C.N.T. Katalonya Genel Kurulu’nda temsil ediliyordu ve insanlar genellikle kendilerinin de içinde yer aldığı bir hükümete karşı ayaklanmazlar. 19
Temmuz’dan sonra C.N.T.’nin tüm çabaları savaşı ve devrimi kazanmaya yönelikti. Onlar, anti-faşist cephedeki en güçlü ve en fedakar unsurdu, hiçbir partizan siyasi çıkarın etkisi altında kalmadılar ve yalnızca büyük kitlelerin toplumsal kurtuluşunu gözettiler. Faşizmin ordularına karşı verdikleri umutsuz mücadeledeki tüm davranışları bunun muhteşem bir kanıtıdır ve başka türlü yorumlanamaz.
Hayır, Katalonya’da yaşananlar hükümete karşı bir “anarşist ve Troçkist komplo”nun sonucu değildi, ancak İspanyol işçi sınıfına karşı uzun ve özenle hazırlanmış bir komplonun sonucuydu ve bu komploda Komünistler ve müttefikleri olan Katalan milliyetçileri en önemli rolü oynadılar. En önemli rol, tek rol değil, çünkü tüm gerici unsurlar, uzlaşmaya hazır Valensiya ve Barselona politikacılarından yabancı diplomasinin en üst düzey yöneticilerine kadar, bu komploya işbirliği yaptı. Planlar aylardır hazırlanıyordu, bu da sayısız tartışmasız gerçeğin açıkça gösterdiği bir şeydi.
Böylece, 5 Mart 1937’de Barselona’daki cephanelikte, savaş endüstrisi müdürü Vallejo’nun emrini sunan ve on zırhlı aracın teslim edilmesini talep eden bir grup adam ortaya çıktı. Cephanelik müdürü emre uydu. Ancak daha sonra şüpheler ortaya çıktı ve böyle bir emir verip vermediğini sormak için Vallejo’yu telefonla aradı. O zaman, tüm olayın bir sahtekarlık olduğu ve Vallejo’nun imzasının sahte olduğu ortaya çıktı. Zırhlı araçların, Komünist Partinin askeri karargahı olan Voroshilov Kışlasında olduğu kısa sürede keşfedildi. İlk başta, orada bu gerçeği inkar ettiler. Ancak, Katalonya Başbakanı Tarradelles müdahale edip zorla arama yapma tehdidinde bulunca, hırsızlığı itiraf etmek zorunda kaldılar. Bu eylemin amacı neydi? Zırhlı araçlar, kullanılmak istenmedikçe çalınmaz. Peki, C.N.T. ve F.A.I. işçilerine karşı değilse, Barcelona’da başka kime karşı kullanılabilirdi? Beş duyusu da yerinde olan hiçbir insan, böyle bir hileye ancak aklında özel bir plan varsa başvurulacağını inkar edemez.
Ama hepsi bu kadar değil. “Pravda” 22 Mart’ta P.O.U.M.’un Valensiya’da hükümete karşı bir ayaklanma hazırlığı içinde olduğunu bildirmişti. Bu elbette kasıtlı bir yalandı ve üstelik tamamen aptalca bir yalandı; çünkü P.O.U.M. sadece küçük bir örgüttü ve örgütlü işçilerin büyük kitleleri üzerinde hiçbir etkisi yoktu. Böyle bir örgütün hükümete karşı bir ayaklanma planlayabileceğini düşünmek, insan zekasına hakarettir. Ama Rusya’da en aptalca yalan bile yeterince doğrudur.
Ancak, yaklaşan “ayaklanma” hakkında bu kadar şüpheli bir şekilde iyi bilgilendirilmiş olanlar sadece Rusya’da ve İspanyol Komünistleri ile Estat Catalá’nın önde gelen çevrelerinde değillerdi. Yurtdışındaki diplomatik çevrelerde de bu konuda mümkün olan en iyi “bilgiye” sahiptiler. Bir süre Katalonya hükümetinde Ekonomi Bakanı olarak görev yapan İspanya ve Güney Amerika’da en saygın kişilerden biri olarak tanınan, gerçeğe olan saygısı ve sorumluluk duygusu kimse tarafından sorgulanamayan Diego Abad de Santillan, Barselona’daki olayların hemen ardından şu açıklamayı yaptı:
“Son olayların, toplumsal mücadele tarihinde daha önce hiç görülmemiş türden kasıtlı bir komplonun sonucu olduğu şüphe götürmez. Bu, olayların gerçekleşmesinden iki hafta önce, yabancı diplomatik çevrelerde bu olayların konuşulduğu ve bunların gerçekleşmesine hazırlıklı olunduğu gerçeğinden açıkça anlaşılmaktadır. Orada, C.N.T.-F.A.I.’nin Madrid ve Valensiya’daki liderlik pozisyonlarından zorla çıkarılmasının ardından, Katalonya’daki anarşistlere karşı bir mücadele başlatılacağı açıkça tartışılıyordu. Aynı açıklamalar, Katalonya hükümetine çok yakın kişiler tarafından Paris’te de yapılıyordu.
“Ve düşmanlıkların başlamasından sadece birkaç saat önce yabancı savaş gemilerinin limanımıza ani gelişini başka nasıl açıklayabiliriz? Bu, önceden belirlenmiş bir planla karşı karşıya olduğumuzun başka bir kanıtı değil mi? Barselona’da ilk ateş açılmadan çok önce, İngiliz ve Fransız kruvazörleri sanki gelecekte olacakları önceden sezmişçesine limana doğru aceleyle ilerliyorlardı. Tüm bunları göz önünde bulundurursak, kendi ülkelerinin işçilerine karşı yabancıların korumasına sığınan bu insanlar arasında, antifaşist davanın zaferine hala ne kadar inanç kaldığını sormak gerekir.” (Solidaridad Obrera, 13 Mayıs 1937.)
Barselona’daki kanlı olaylar, C.N.T. ve F.A.I.’yi intikam almaya kışkırtmak ve daha sonra kaçınılmaz sonuçların manevi sorumluluğunu onlara yüklemek amacıyla gerçekleştirilen, benzeri görülmemiş bir dizi provokatif eylemin sonuncusuydu. Böylece, Valensiya hükümeti, tamamen komünistlerden ve sağ sosyalistlerden oluşan özel bir vergi memuru ve karabineros birliği kurdu. Bu yılın Nisan ayında, bu birliğin bir bölümü aniden Katalonya’ya gönderilerek, o zamana kadar C.N.T.’nin işçi milisleri tarafından korunan Fransız sınırını işgal etti. C.N.T. milisleri, her yerde kusursuz bir titizlikle kamu güvenliğini sağlıyorlardı. Hiçbir yasal gerekçesi olmayan bu eylem, yalnızca C.N.T.’ye yönelik bir provokasyon olarak yorumlanabilir.
27 Nisan’da, karabinerolar hiçbir sebep olmaksızın, nüfusu tamamen anarşistlerden oluşan küçük Puigcerda kasabasının sakinleriyle çatışmaya girdi. Çatışma sırasında, Belediye Başkanı Antonio Martin ve C.N.T.’nin iki yoldaşı Katalan bölücüler tarafından vuruldu. Bu kasaba, örnek niteliğindeki ekonomik ve siyasi düzenlemeleriyle tanınıyordu ve yabancı gazetelerin muhabirleri tarafından bile birçok kez övgüyle bahsedilmişti. Yine de C.N.T., bu sefer de misilleme önlemlerine girmedi, çünkü omuzlarında büyük bir sorumluluk olduğunu çok iyi biliyordu. Tüm bunlara ek olarak, komünistler tarafından kışkırtılan Katalonya hükümetindeki sürekli yaşanan krizleri de göz önünde bulundurursak, Katalonya’daki sözde “Troçkistlerin ve Anarşistlerin isyanı”nın gerçekte, İspanyol işçi hareketinin en güçlü kalesini yıkmak ve yabancı emperyalistlerin planları için zemin hazırlamak amacıyla iyi planlanmış bir karşı devrim saldırısı olduğunu hemen anlayabiliriz.
Katalonya’da Yaşanan Mayıs Olayları
Katalonya’daki olayların doğrudan nedeni, birkaç hafta önce yeni kurulan kabinede bu göreve getirilen Katalonya ayrılıkçılarının üyesi olan Kamu Güvenliği Bakanı Artemio Aiguadé’nin açıkça kışkırtıcı eylemiydi. 3 Mayıs öğleden sonra saat üçte, Komünist P.S.U.C. üyesi Komiser Rodriguez Salas, kalabalık bir polis birliğiyle birlikte Barselona’daki merkezi telefon santraline geldi ve Aiguadé’den binayı işgal etme emri aldığını kesin bir dille açıkladı. Telefon santrali, şehirdeki diğer kamu binalarının çoğu gibi, C.N.T. ve U.G.T.’nin kontrolü altındaydı ve Generalidad’dan resmi bir temsilci de bulunuyordu. Bu durum, hükümet tarafından uzun süredir biliniyordu.
Bu nedenle, işçiler protesto ettiğinde Salas adamlarına onları zorla silahsızlandırmalarını emretti. Birinci katta şans onun yanındaydı, çünkü işçiler tamamen hazırlıksız yakalanmışlardı. Ancak ikinci katta C.N.T. ‘nin adamlarının şiddetli direnişiyle karşılaştı. Her iki taraf da ateş açtı ve polis daha fazla ilerleyemedi. Bu arada, silah sesleri üzerine büyük bir kalabalık sokağa toplandı. Ancak genel heyecan, silahlı P.S.U.C. adamlarının aniden komşu sokaklarda ortaya çıkıp barikatlar kurmaya başlamasıyla doruğa ulaştı. O anda şehrin her yerinde bir haykırış yükseldi ve hızla en uzak banliyölere yayıldı: “İhanet! İhanet! Silahlanın! Devrimi savunmalıyız!”
Tüm bunlar oldukça spontane bir şekilde gerçekleşti. İşçiler, kendilerine yönelik hain bir saldırı düzenlendiğini hissettiler ve örgütlerinin kararını beklemeden kendilerini savunmaya kararlı bir şekilde hazırlandılar. Bir anda, banliyöler silahlı mevzilere dönüştü. En başından beri, tıpkı Temmuz 1936’da olduğu gibi, tüm örgütlü işçi sınıfının C.N.T.’nin yanında olduğu açıktı. Barselona banliyölerindeki genel direniş o kadar güçlüydü ki, oradaki polisler genel olarak tarafsız kaldı; aynı şekilde Cumhuriyetçi ve hatta Komünist milisler de, örneğin Sarria’daki Komünist kışladaki askerler gibi. Birçok bölgede, Sans ve San Gervasio’da Guardia de Asalto’nun yaptığı gibi, doğrudan halkın yanına geçtiler. Sans’ta işçiler dört yüz Guardia Civil üyesini esir aldılar ve onları C.N.T. karargahında tuttular. İşçiler tarafından esir alınan bu ve diğer tüm esirler, çatışmalar bittiğinde derhal serbest bırakılırken, diğer tarafın eline geçen C.N.T.’nin tanınmış üyeleri korkakça bir şekilde öldürüldü.
Sadece şehrin merkezinde, eski orta sınıfın yaşadığı bölgede, Komünistler ve müttefikleri durumun hakimiyetini elinde tuttu; ve orada bile, işçiler başından beri kendilerini sıkı bir savunma politikasına bağlı kaldıkları ve kolaylıkla yapabilecekleri gibi doğrudan saldırılar düzenlemedikleri için böyle oldu. C.N.T. Bölge Komitesi, her şeyden önce çatışmaları sona erdirmek ve ülkenin diğer bölgelerine yayılmasını önlemekle ilgileniyordu. Heyetler, Başbakan Tarradelles ve İçişleri Bakanı Aiguadé’ye aceleyle giderek polis birliklerinin geri çekilmesini talep ettiler. Onlara, telefon santralinin işgaline ilişkin herhangi bir emir verilmediğine dair güvence verildi. Bu açıkça bir yalandı, çünkü daha sonra Aiguadé’nin Salas’a bu emri verdiği ortaya çıktı. Çatışmaların başlamasından kısa bir süre önce, santraldeki bir C.N.T. operatörü, Fransa’da yaşayan tanınmış bir Katalan ayrılıkçı politikacıya gönderilen ve şu sözleri içeren bir telgraf almıştı: “Estic bé. Tot marxa.” (Ben iyiyim. Her şey yolunda.) Bölge Komitesi, bu olayın sadece talihsiz bir yanlış anlaşılma değil, C.N.T. temsilcilerini Generalidad’dan kovmak ve örgütlerini kanlı bir şekilde yok etmek amacıyla organize işçilere yönelik iyi planlanmış bir saldırı olduğunu hemen anladı. Bu kanaat çok haklıydı, çünkü daha sonra ortaya çıktığı üzere, aynı şeyler diğer Katalan şehirlerinde de oluyor ve aynı şekilde idare ediliyordu. Komite zor bir durumda kaldı. Üyeleri, çatışmanın yayılmasının antifaşist davaya ağır bir darbe vuracağının farkındaydı. Öte yandan, işçilerin kendilerini korkak bir komplocular grubu tarafından sakin bir şekilde katledilmeye razı olmalarını bekleyemezlerdi. Bu nedenle komite, en başından itibaren çabalarını savunmaya yoğunlaştırdı ve hükümetten Aiguadé ve Salas’ın derhal görevden alınmasını talep ederek barışın bir an önce yeniden tesis edilmesini istedi. Hükümet tereddüt edince, savaş sanayisinde çalışan işçiler hariç, genel grev ilan edildi. Bu, Barselona işçi sınıfını motive eden büyük sorumluluk duygusunun bir başka kanıtıdır. Hükümet bu son derece makul talebi kabul etseydi, barış birkaç saat içinde yeniden sağlanmış olacaktı, çünkü işçilerin birbirlerini öldürerek kazanacakları hiçbir şey yoktu. Komünistler ve ayrılıkçılar, yıkıcı taktikleriyle müzakereleri uzattılar ve böylece durumu gereksiz yere ağırlaştırdılar.
Banliyölerde neredeyse hiç çatışma yaşanmadı. Sans, Hostafranchs, San Gervasio vb. yerlerde işçiler sadece polisi ve Guardia Civil’i silahsızlandırdılar ve sadece kendi savunmalarıyla ilgilendiler. Bu arada C.N.T. ve F.A.I. halka gerçek durumu bildiren ve çatışmayı sona erdirmeye çağıran çağrılar yayınladılar. Polise yaptıkları çağrıda şöyle diyorlar:
“C.N.T. ve F.A.I. her türlü diktatörlüğe karşıdır ve kendi diktatörlüklerini başkalarına dayatmak gibi bir niyetleri de yoktur. Taraftarlarımız hayatta oldukları sürece asla bir diktatörlüğe boyun eğmeyeceklerdir. Faşizme karşı savaşıyoruz, savaşmayı sevdiğimiz için değil, halka özgürlüğü sağlamak istediğimiz için; militan işçileri katletmeyi ve halkı sömürmeyi bekleyen güçlerin geri dönüşünü engellemek istediğimiz için. Ve kendilerini faşist olarak adlandırmayan, ancak yine de tüm geleneklerimize ve halkımızın tarihine aykırı bir şekilde mutlakiyetçi bir sistem kurmak isteyenlere karşı da savaşıyoruz.”
Ve her fraksiyondan örgütlü işçilere yönelik bir manifestoda şunu okuyoruz:
“Halkın erkekleri ve kadınları! İşçiler! Her zaman olduğu gibi size açık ve dürüst bir şekilde konuşuyoruz. Bugün olanlardan biz sorumlu değiliz. Kimseye saldırmıyoruz, sadece kendimizi savunuyoruz. Bu savaşı biz başlatmadık, kışkırtmadık da. Sadece C.N.T.-F.A.I.’ye, anti-faşist cephesinin uzlaşmaz savaşçılarına yöneltilen suçlamalara, iftiralara ve şiddete cevap veriyoruz.
“Amaçlarımızı hiçbir zaman gizlemedik ve değerimizi yeterince kanıtladık. Neden bizi yok etmek istiyorlar? Madrid, Endülüs, Viskaya ve Aragon’daki oluşumlarımız sürekli olarak cesaretlerini ve güçlerini kanıtlarken, burada saldırıya uğramamız şüpheli değil mi? C.N.T. ve U.G.T. işçileri! Birlikte kat ettiğimiz yolu hatırlayın! Kaçımız açık sokaklarda ve barikatlarda yaralarla dolu bir şekilde yere yığıldık! Silahlarınızı bırakın! Kardeş olduğunuzu unutmayın! Birleşirsek kazanırız. Birbirimizle savaşırsak yenilgiye mahkum oluruz!”
Bu, komplocuların dili değil, sorumluluklarını kabul eden ve sarsılmaz sadakatle İspanyol halkının özgürlüğünü savundukları için korkakça saldırıya uğrayan insanların dilidir.
Aragon cephesindeki C.N.T. milisleri Katalonya’daki olayları duyunca, gecikmeden en iyi savaşçılarından biri olan Jover’i Barselona’ya gönderdiler. Haince ihanete uğrayan kardeşlerine yardım etmek için hemen harekete geçmeye hazırdılar.
C.N.T. Ulusal Komitesi bunu engelledi. Bu, hükümeti devirip kamu gücünü tek başına ele geçirmeyi planlayan insanların davranışı değildi. 4 Mayıs’ta C.N.T. ve U.G.T. Ulusal Komitesi delegeleri barışı yeniden tesis etmek için Valensiya’dan geldiler. 5 Mayıs’ta hükümet nihayet ateşkes kararı aldı. Aiguadé ve Salas görevlerinden alındı. Eski hükümet istifa etti ve C.N.T., U.G.T., Sol Cumhuriyetçiler ve küçük çiftçilerden birer temsilcinin yer aldığı yeni bir hükümet kuruldu. Ancak, ateşkes kararı alındıktan sonra işçiler banliyölerdeki barikatlarını kaldırmış olsalar da, Komünistler şehir merkezinde sürekli yeni çatışmalar çıkarmaya devam ettiler, çünkü Valensiya hükümetinin müdahale etmeye karar verdiğini şüphesiz öğrenmişlerdi. Böylece, C.N.T. sendikaları çatışmayı çoktan bırakmışken, Guardia Civil’in bir bölüğü aniden Liberter Gençlik’in karargahına saldırdı. Gençlik, ölüme karşı acımasız bir küçümsemeyle evlerini savundu ve bu sırada en iyi altı yoldaşını kaybetti.
Bu şekilde, ateşkes müzakereleri hala devam ederken, C.N.T.-F.A.I. en iyi yoldaşlarının birçoğunu kaybetti; hepsi Stalinist suikastçılar tarafından öldürüldü. 5 Mayıs öğleden sonra, iki İtalyan anarşist, Berneri ve Barbieri, komünistler tarafından tutuklandı ve ertesi gece ikisi de vurularak öldürüldü. Camillo Berneri, İtalya’nın liberter hareketindeki en parlak zihinlerden biriydi, kusursuz bir karakter ve geniş bir siyasi bakış açısına sahip bir adamdı. Camarino Üniversitesi’nde genç bir profesör olarak, Mussolini’nin iktidara gelmesinden sonra İtalya’yı terk etmiş ve o zamandan beri siyasi mülteci olarak yurtdışında yaşamıştı. 19 Temmuz 1936’dan hemen sonra Barselona’ya koştu ve faşizme karşı savaşmak için ilk İtalyan özgürlük ordusunu kurdu. Net görüşüyle Rus hükümetinin belirsiz rolünü çabucak fark etti ve İspanyol yoldaşlarını yaklaşan tehlikeye karşı uyardı. Yönettiği “Guerra di Classe” dergisinde, “Burgos ve Moskova” başlıklı bir makale yayınladı ve bu makalede Stalinistlerin gizli entrikalarını ortaya çıkardı, bu yüzden Barselona’daki Rus büyükelçisi makaleye karşı bir protesto düzenledi. Bundan sonra Moskova ajanları ondan içtenlikle nefret etmeye başladı ve o, makalesinin bedelini genç yaşında, alçakça bir suikastın kurbanı olarak ödedi.
Bu şekilde, ateşkes müzakereleri hala devam ederken, C.N.T.-F.A.I. en iyi yoldaşlarının birçoğunu kaybetti; hepsi Stalinist suikastçılar tarafından öldürüldü. 5 Mayıs öğleden sonra, iki İtalyan anarşist, Berneri ve Barbieri, komünistler tarafından tutuklandı ve ertesi gece ikisi de vurularak öldürüldü. Camillo Berneri, İtalya’nın liberter hareketindeki en parlak zihinlerden biriydi, kusursuz bir karakter ve geniş bir siyasi bakış açısına sahip bir adamdı. Camarino Üniversitesi’nde genç bir profesör olarak,
Mussolini’nin iktidara gelmesinden sonra İtalya’yı terk etmiş ve o zamandan beri siyasi mülteci olarak yurtdışında yaşamıştı. 19 Temmuz 1936’dan hemen sonra Barselona’ya koştu ve faşizme karşı savaşmak için ilk İtalyan özgürlük ordusunu kurdu. Net görüşüyle Rus hükümetinin belirsiz rolünü çabucak fark etti ve İspanyol yoldaşlarını yaklaşan tehlikeye karşı uyardı. Yönettiği “Guerra di Classe” dergisinde, “Burgos ve Moskova” başlıklı bir makale yayınladı ve bu makalede Stalinistlerin gizli entrikalarını ortaya çıkardı, bu yüzden Barselona’daki Rus büyükelçisi makaleye karşı bir protesto düzenledi. Bundan sonra Moskova ajanları ondan içtenlikle nefret etmeye başladı ve o, makalesinin bedelini genç yaşında, alçakça bir suikastın kurbanı olarak ödedi.
Ve o kanlı günlerde Domingo Ascaso da bir suikastçının elinden öldü. O, 19 Temmuz’da faşistlere karşı savaşta hayatını kaybeden ilk kişilerden biri olan Francisco Ascaso’nun kardeşi ve uzun süredir Durruti’nin en yakın arkadaşıydı. Kısa bir süre önce cepheden yaralı olarak dönen Francisco Ferrer’in yeğeni de öldürüldü. Hâlâ koltuk değneği ile yürüyen genç, annesinin yanında yürürken, annesinin gözleri önünde alçakça katiller tarafından vuruldu. Bunlar, o dönemde haince katledilen uzun bir listenin sadece birkaç ismiydi. Beş yüz ölü ve bin beş yüz yaralı; Barselona’nın örgütlü işçilerinin Stalin’in politikasına teşekkür etmesi gereken kanlı bilanço budur. Ve tüm bunları tekrar tekrar söylüyoruz, çünkü Rus hükümeti İngiliz ve Fransız emperyalizmine karşı iyi niyetli olduğunu göstermek zorunda; çünkü Rusya, İspanya’daki işçi ve köylülerin davasını alçakça ihanet etti ve oradaki yandaşları, karşı devrimin safında yer alıyor.
Stalin’in ajanları ve müttefikleri olan Katalan ayrılıkçılar, Katalonya’nın örgütlü işçilerine karşı karanlık komplolarını henüz gerçekleştirememiş olsalar da, bunun tek nedeni, vicdansız unsurların hayatlarının eserini keyfi olarak yok etmelerine ve hareketlerini parçalamalarına sessizce izin vermeyen bu işçilerin kararlı direnişidir.
Yaklaşan Olaylar
Ancak, Stalin’in İspanya’daki yandaşları bir şeyi başardılar. Anti-faşist cephesini parçaladılar ve Katalonya’yı Negrin hükümetine teslim ettiler. Bu amaca ulaşmak için, eski rejimin en gerici unsurlarıyla ittifak kurdular; bu unsurların çoğu, kılık değiştirmiş faşistlerden başka bir şey değildi. Geçen yıl 19 Temmuz’da Barselona’nın örgütlü işçileri faşist ayaklanmayı bastırıp toprakları ve fabrikaları kendi yönetimlerine aldıklarında, şu anda komünistlerin yanında yer alanların çoğu İspanya’yı aceleyle terk edip yurtdışına sığındı. Diğerlerinden önce, Katalan ayrılıkçılarının lideri Señor Dencás, çok anlamlı bir şekilde Roma’ya kaçtı ve daha sonra Stalinistlerin Barselona’da “ayaklanma” düzenlemesine yardım etti.
Bu yılın Haziran ayında, Valensiya’daki C.N.T. Ulusal Komitesi, Barselona’daki olaylarla ilgili bir kamuoyu açıklaması yayınladı. Bu açıklamada, bu kişilerin yeraltı faaliyetleri ortaya çıkarıldı ve Aiguadé, Dencás, Casanovas, Lluhi Vallesca, Ventura Cassols, Sancho Xicotta ve diğerleri gibi Estat Catalá’nın önde gelen liderlerinin çoğunun Fransa’daki faşist çevrelerle gizli bağlantıları olduğunu kanıtladı. Komite bu açık iddianamede şöyle belirtti: “Burada söylenen her kelimenin tüm sorumluluğunu üstleniyoruz. Hiç kimse bu gerçekleri tartışamaz. Burada bahsettiğimiz bireysel vakalar güvenilir bilgilere dayanmaktadır ve gerçek durumun kesin bilgisine dayanmaktadır.”
Bu kadar ciddi suçlamalarla karşı karşıya kalan hiç kimse, İspanya’da iki milyondan fazla üyesi bulunan bir örgütün Ulusal Komitesi tarafından yapılan bu kamuoyu suçlamasının etkisini hafifletmeye çalışmadı. Ancak bu, İspanya Komünist Partisi liderlerini ve onların Rus destekçilerini hiçbir şekilde ilgilendirmiyor. Rus hükümetinden yerine getirmeleri gereken kesin bir görevleri var ve bu konuda yardımcı olacak herkese kapıları açık. Katalonya’da yaşanan olayların ardından, ilk hedefi C.N.T.’yi Katalonya Genel Kurulu’ndan çıkarmak olan yıkıcı çalışmalarını sürdürdüler. Bunun nasıl yapıldığı, İspanya Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin Katalonya’daki ajanlarına gönderdiği aşağıdaki gizli genelgede gösterilmektedir:
“Kriz. Aynı krizin provokasyonu. Sebepler: Mevcut hükümetin geçici niteliğine güvenebiliriz. Ancak partimiz başkanlığı talep ediyor. Yeni hükümet, Valensiya’daki hükümetle aynı nitelikleri sergileyecek; güçlü bir hükümet, halkın zihninde barış arzusunu beslemek ve son karşı devrimin kışkırtıcılarını hesap soracak olan bir ‘Halk Cephesi’ hükümeti. (Burada Barselona’daki olaylar kastedilmektedir. – Yazar.) C.N.T.’nin bu hükümete katılmasına izin verilecek, ancak bu koşullar altında işbirliğini reddetmek zorunda kalacaklar. Böylece, tüm gruplarla işbirliği yapmak isteyenler olarak kendimizi gösterebiliriz. Bundan bazı sakıncalar doğarsa, bunlar bizim üzerimize değil, başka durumlarda aynı konumda olanların üzerine düşecektir.”
Bu gizli belge, Katalonya’daki komünistlerin son hükümet krizini provoke ettiği gün, Madrid’de günlük “CNT” gazetesi tarafından yayınlandı ve bunun sonucunda C.N.T. temsilcilerini hükümetten çekti. Bu alçakça davranış üzerine daha fazla yorum yapmak gereksizdir.
Şu an için İspanya’da tepki devam ediyor. Basın, dayanılmaz bir sansüre maruz kalıyor. Anti-faşist cephenin en iyi savaşçılarından yüzlercesi hapishanelerde çürüyor. P.O.U.M.’un feshi ve liderlerinin tutuklanması ilk darbe oldu. Ve gerici Negrin hükümeti içerde kendini güçlendirmek için her yolu denerken, Franco’nun İngiltere ve Fransa ile yakınlaşma çabalarına dair giderek daha inatçı söylentiler yabancı basında yer almaya devam ediyor. Paris’teki “Temps”, “New York Times” ve İngiltere’deki “The Daily Herald” gibi dünyaca ünlü gazeteler, son birkaç hafta içinde Franco’nun dış politikasında yeni bir rota izlemeyi düşündüğünü ve eski müttefikleri Almanya ve İtalya’dan ayrılmayı planladığını defalarca ima etti. 13 Temmuz tarihli “Manchester Guardian” gazetesi, Franco’nun Londra ve Paris’teki ajanlarının bu ülkelerde aktif olarak kredi arayışında olduğunu bildirdi. Gazete, 25 ila 50 milyon sterlin arasında bir meblağdan bahsediyor ve “Bu görüşmelerin şu ana kadar başarılı olup olmadığı bilinmiyor” yorumunu yapıyor.
İspanya’daki savaşı ilk uygun fırsatta uzlaşma yoluyla sona erdirmek için uzun süredir müzakerelerin sürdüğü şüphesizdir. İngiltere’nin İtalya’ya yaptığı ani hamleler de bunu göstermektedir. “Cosmos” uluslararası haber ajansının bir raporuna göre, Belçika Başbakanı Van Zeeland da bu süreçte perde arkasında önemli bir rol oynamaktadır. İngiltere, Fransa ve Rusya’nın doğrudan baskısıyla kurulan Negrin hükümetinin tüm bu gelişmelerden haberdar olması da gayet doğaldır. Tüm bunları göz önünde bulundurursak, Barselona’da mayıs ayında yaşanan kanlı olayların gerçek nedenlerini anlamak çok daha kolay hale gelir.
Öte yandan, Rusya ve emperyalist müttefiklerinin kontrolü altında olan Negrin hükümetinin kanlı tepkisi, her geçen gün daha da belirgin hale gelen büyük bir iç dönüşüme yol açmıştır. Bugün Rusya’nın ajanları tarafından C.N.T. kadar şiddetle mücadele edilen Largo Caballero liderliğindeki Sosyalist Parti’nin sol kanadı, Komünistlerin ve onların burjuva maiyetinin haince bölücü faaliyetlerine karşı keskin bir tavır almaktadır. U.G.T.’nin büyük çoğunluğu bu tarafta ve devrimin kazanımlarını savunmak için C.N.T. ile devrimci bir ittifak kurmak üzere. U.G.T.’nin en önde gelen liderlerinden Hernandez Zancajo, “Katalonya’nın U.G.T.’si bizim U.G.T.’miz, İspanya’nın U.G.T.’si değildir” dedi ve bu sözler, mücadelenin savaşçıları tarafından coşkuyla yankılandı.
Ancak, hükümetin tüm gerici entrikalarına rağmen, C.N.T., F.A.I ve Liberter Gençlik ile birlikte ülkenin tüm bölgelerinde önemli kazanımlar elde ediyor. İşçiler ve köylüler, sosyal kazanımlarını gericiliğe teslim etmeye niyetli değiller ve bunları savunmaya hazırlanıyorlar. Monarşist gericiliğin yetmiş yılda başaramadığını, Stalin’in despotizmi ve onun İspanyol ajanları da başaramayacak. İspanyol halkının yaşamıyla bu kadar derin bir şekilde iç içe geçmiş ve bu yaşamın en önemli parçalarından birini oluşturan bir mücadele, Rus Çeka’nın yöntemleriyle bastırılamaz.
Negrin hükümeti, tamamen Rus efendilerinin elinde olan acımasız sansürün tüm araçlarını kullanarak, bu konuları yabancıların bilgisine ulaşmasını engellemeye çalışıyor. Ancak bu konuda bile başarılı olamıyorlar. Hükümetin haftalarca gizlediği
P.O.U.M. lideri Andres Nin’in gizemli ortadan kayboluşu, öfke fırtınası kopardı. Barselona’daki Mayıs olaylarının ardından partisinin diğer liderleriyle birlikte tutuklanan ve Valensiya’ya, oradan da Madrid’e götürülen Nin, iz bırakmadan ortadan kayboldu. Hükümet ilk başta onun gardiyanlarından kaçtığını açıkladı, ancak İspanya’da kimse bu masala inanmıyor. Bunun yerine, herkes onun Madrid’e giderken ya da Madrid’de Rus Çekistleri tarafından öldürüldüğüne inanıyor. Burjuva cumhuriyetçilerin kampında bile, zaman geçtikçe giderek daha dayanılmaz hale gelen Rusya’nın himayesine karşı tepki gösterilmeye başlandı. Nin olayı, bu kesimlerde bile daha önce beklenmeyecek türden protestolara yol açtı. Moskova’nın amaçlarına hizmet ettiği sürece her türlü suçu kabul eden korkak bir çetenin himayesinde olmaktan bıkmış durumdalar.
İspanya bugün yeni bir karar ile karşı karşıya. Her iki taraf da bunu hissediyor; çünkü mevcut durum dayanılmaz ve kesin bir felakete yol açmaktan başka bir şey yapamaz.
On iki aydır cesur bir halk, emperyalist haydutların ve onların Rus uşaklarının bencil çıkarları uğruna feda ediliyor. Liberter dünyasının bunu anlamasının ve İspanya’nın kaderinin Avrupa’nın kaderi olacağı gerçeğinin farkına varmasının zamanı geldi. Hiçbir halk özgürlüğü için bu kadar kahramanca savaşmamıştır. Hiçbir halk açık ve gizli düşmanları tarafından bu kadar kötü bir şekilde ihanete uğramamıştır. İspanya’nın bugüne kadar bu kadar az anlaşılmış olması büyük bir trajedidir: Binlerce yaradan kanayan ve hala mücadeleden vazgeçmeyen bir halkın acılarının hikayesi, çünkü bu halk, hepimizin geleceğinin bağlı olduğu özgürlük ve insan onurunun değerli meyvesini göğsünde taşıdığını bilmektedir.
New York, Ağustos 1937.
Kaynak: The Tragedy of Spain
Çeviri: Radikal Perspektif / Fondukçu


Bir yanıt yazın