“Zihin emeği”nin yerine geçebileceği öngörülen “yapay zeka” gelişirken, Luddistler’in 200 yıl önceki kaygılarını bugün de bazı “beyaz yakalı”lar içlerinde taşımaya başladılar. Ancak bunu yaparken, sorunun kaynağının “makine”lerden çok onlara sahip olanlarda, yani patronlarda, sermaye sınıfında olduğu gerçeğini atlamış oluyoruz. Keza, bu yaklaşım, göçlerin zirve yaptığı dönemlerde “suçlu”nun onlardan ucuz işgücü olarak faydalanan patronlar değil göçmenlerin kendisi olduğunu zanneden ucuz ve bayağı bakış açısını tekrarlamaktan başka bir şey olmayacak.
Burada iki şey öne çıkıyor; birincisi her türden komünistler olarak ısrarla savunduğumuz mülkiyetin ortadan kaldırılmasına ilişkin argümanımızın sağlamlığı. İkinci olarak da, bu “teknoloji”yi kimin kullanacağı veya kimin kullanabileceğine yönelik karar alma süreçlerinin herkesin doğrudan katılımına olabildiğince açık olup olmayacağı meselesi. İlki konusunda -teorik düzeyde de olsa- nihai olarak uzlaştığımız söylenebilir. Ancak ikincisinin nasıl şekilleneceği, yani “temsil”e olabildiğince veya gerektiği kadar ihtiyaç duyulacak doğrudan katılım mekanizmalarının geliştirilmesi konusunda kafa karışıklığının ötesinde ortaklaşa bir “algı sorunu”yla karşı karşıyayız gibi görünüyor.
“Yapay zeka” -kendi başına- korkulacak bir şey değil; nedense bazı insanlar muhtemelen kurgusal fütürist öykülerin ve filmlerin yarattığı sanal bir korku algısına sürükleniyorlar. Bu belki de patronların bizzat istediği ve alttan alta empoze ettiği bir algı-yönetimi stratejisi de olabilir. Tekrarlayayım: asıl korkulacak şey “yapay zeka” değil, ona sahip olanlar; patronlar! Çünkü çoğu zaman olduğu gibi, “maddi kaynaklara el koyan güc”e sahip olanlar, teknolojinin her biçiminde olduğu gibi “yapay zeka”ya sahip olmanın ötesinde, kendilerine yarayacak şekilde geliştirmek için ellerinden geleni yaptılar, yapıyorlar ve yapmaya devam edecekler.
Bu yazı, bugünkü “devlet” mekanizmalarının “sermaye” ile işbirliği veya bizatihi eklemlenmiş olması üzerinden altyapı-üstyapı değerlendirmesi falan yapmayı hedeflemiyor. Kimin başat ve belirleyici olduğunu/olacağını tartışmayı da amaçlamıyor. Bu ilişki Trump’ın ikinci kez seçilme sürecinde açıkça görüldüğü şekilde oldukça “derin” ve yakın; dolayısıyla tartışmak da gereksiz. Bu çerçevede, “yapay zeka”nın devlet(ler) ile ilişkisini sermaye ötesinde, belki de özellikle “güvenlik” (derken elbette “devlet”in güvenliği) mekanizmaları ile ilintili olarak ayrı bir yazıda ele almak gerekebilir.
“Yapay zeka” özünde, (ister istemez) “zihin emeği” gerektiren “karar alma” süreçlerini hızlandıran bir araç olarak düşünülebilir. Verileri analiz etme, değerlendirme ve nihai kararı verme süreçlerinin herhangi bir insana kıyasla çok daha hızlı biçimde yapılabilmesine olanak tanıyor. Esasen “bilgisayar”ın ortaya çıkması, verilerin analiz edilmesini hızlandırıcı büyük bir olanak sağlamıştı, ancak değerlendirme ve özellikle de “nihai kararın verilmesi” aşamaları çok yeni bir “atılım” olarak karşımıza çıkıyor. İnsanlar açısından “korkutucu” olarak görülen yönü tam olarak da bu, çünkü insanın “karar alma” yeteneğini veya “avantaj”ını alaşağı eden bir durum!
Belirli konularda “yapay zekanın karar vermesi kararı”nı verecek olan, “yapay zeka” değil, bizzat insanların kendisi olmaya devam edecek gibi görünüyor; dolayısıyla önceden “makineleşme” sürecinde olduğu gibi, insanlar “zihin emeği” gerektiren işlerde çalışmaya devam edecekler. Ama bu süreçte “zihin emeği”ne ihtiyaç duyulan insanların sayısının azalması kaçınılmaz olarak gündeme gelecektir. Bu durum da, zaman içerisinde, “beyaz yakalı”ların istihdam sorunlarıyla yüz yüze gelmesini, dolayısıyla işsizlik ve ücret kaybını beraberinde getirebilir.
Gidişattan anlaşıldığı kadarıyla, mimarlar, mühendisler, hukukçular, tıpçılar vb.leri yapay zeka modülleri kullanmaya başlayabilirler; ancak “yapay zeka” her ne kadar “karar verme yeteneği”ne sahip olsa da, “karar verme yetkisi”ne sahip olması tamamen insanların vereceği kararla ilintili olacak. Bu kararı da, ilgili alanda “yetki”ye sahip olanların kendileri belirleyecek; dolayısıyla çeşitli lisans alanlarındaki “diploma”lar belirleyici olma avantajını -en azından şimdilik- sürdürecek gibi görünüyor. Yine de, piyasa mekanizmaları içerisinde kariyer hedefine sahip olanların kendilerini çok da rahat hissetmeyecekleri çok açık; çünkü yukarıda da değinildiği şekilde “zihin emeği”ne duyulan ihtiyaç niteliksel olarak olmasa da, niceliksel/sayısal olarak azalacak gibi.
Bu durumda, kendi dahil oldukları karar alma süreçlerinde, öncesinden daha hızlı ve -en azından- aynı güvenilirlikte (doğru) şekilde işlerliği devam ettirecek biçimde yapay zekayı etkin olarak kullanan “diplomalı” beyaz yakalıların, “işgücü piyasası”nda avantaj sağlayacakları düşünülebilir. Bu konuda “geri”de kalanlar, yani çeşitli nedenlerle yapay zeka modüllerini kullanmaktan “imtina edenler” ise, kendilerince daha nitelikli iş yaptıklarını iddia etmeye devam etseler de (ki bu, çoğu zaman doğru bile olsa), kendi iş süreçlerinin yapay zeka kullananlara kıyasla çok daha yavaş yürütülmesi nedeniyle farklı kayıplara (iş ve/veya ücret) uğrayabilirler. Kısacası, “diploma” sahibi olmak, karar verme yetkisi bağlamında halen avantajlı olsa da, yapay zekaya daha aşina olan “diploma”lıların “işgücü piyası”nda daha şanslı olacakları rahatlıkla söylenebilir.
“Yapay Zeka”, kontrolü, ne sermayeye ne de devletlere bırakılmayacak kadar önemli bir mesele. Şu anki süreçteki gelişimi, genel anlamda donanım (çip teknolojisi vb.) ve yazılıma bağlı olarak şirketlerin elinde gibi görünüyor. Ancak pek çok şirket devletlerle veya devletleri yönetenlerle doğrudan bağlantılı olduğundan, kontrolünün ikisinden herhangi birisinde veya ikisinde birden olması, (sürece müdahale şansımız olmadığından/olmayacağından) “çalışmak zorunda olan” bizler açısından her şekilde sorun olmaya devam edecek.
Kanımca, yakın gelecekte en önemli meselelerden birisi yapay zekaya “erişim” olacak; çünkü farklı modüller geliştiren şirketler bize yalnızca “ucundan” bir şeyler göstermekle yetiniyorlar, parayla ulaşabileceğimiz kısım bile oldukça sınırlı. Buzdağının altında kalan büyük kısmı göremiyoruz, görmemize izin verilmiyor. Kuşkusuz yapay zekanın kat edeceği daha çok mesafe var, ama şimdiden yapay zekanın “insanlığın ortak mirası” olduğu, “yaratıcı”ları şirketler bile olsa, esasen doğadan ve insanlığın ortak mirasından (tarihten) gelen bilgi ve deneyimlerin ürünü olduğu, bunlarla “beslendiği” ve bu kaynak olmaksızın bir hiç olacağı, bu kaynağın son tahlilde anonim olduğu, dolayısıyla yapay zekanın da olabildiğince anonimleştirilmesinin ve tüm insanların kullanımına açılması zorunlu olduğunun, hem söylem bazında, hem “sokak”ta, hem de “hukuksal düzlem”de savunulması gerekiyor.
Özet olarak; yapay zekanın gelişimi “beyaz yakalılar”ın yani “zihin emeği”nin piyasa mekanizmaları içerisindeki geleceği açısından pek hayra alamet görünmüyor. Ancak bunun üstesinden yapay zekaya yönelik kof bir ret veya naifçe bir kabullenme ile de gelemeyiz. Sorunumuz patronlar ve devletle. Bir yandan mevcut düzende (olası) işten çıkarmalara ve düşük ücret politikalarına hazırlıklı olmalıyız. Öte yandan da, yapay zekanın sonuna kadar anonimleşmesini, şirketlerin ve devletlerin tekelinden çıkartılmasını savunmalıyız; çünkü yapay zekanın gelişimi, insanlık tarihinin “ortak mirası” olarak doğadan ve tarihten, yani “yaşamın içerisinden” edindiğimiz/öğrendiğimiz tüm bilgi ve deneyimlerimizin “o”na sunulmasıyla paralel işliyor. Bu nedenle, yapay zekanın kontrolünü ne sermayeye ne devlete ne de muhtemelen bu ikisince belirlenecek olan “uzman”lara, kimseye bırakmadan, hepimizin ellerinde olmasını savunmalı ve sağlamalıyız.
Bir yanıt yazın