9-11 Şubat tarihlerinde gerçekleşen 17. Genel Kurulu sonrasında, DİSK’e yönelik içeriden ve dışarıdan birçok eleştiri yapıldı. “Dışarıdan” derli toplu bir değerlendirme olması açısından Başaran Aksu ve M. Görkem Doğan’ın “DİSK kongresinin ardından: Son bir defa” başlıklı yazısı kayda değer tespitler içeriyor. [1] Yazı DİSK’in çürümüşlüğünün geldiği noktayı ve CHP ile kurulan çıkara dayalı ilişkileri somut bilgilerle ortaya koyuyor. Bununla birlikte “DİSK işçi sınıfı için bitti, egemen sınıf için hizmete devam edecek” cümlesiyle ifade edilen ve yazının bütününe yansıyan solun çeşitli kesimlerinde hakim olan “DİSK’in günümüzdeki durumunun, geçmiş devrimci geleneğinden bir sapma ve yeni olduğu” şeklindeki anlayışın bir türevi.
Bu anlayış tarihin bilinçli yada bilinçsiz biçimde saptırılmasından başka bir şey değil. DİSK hiçbir zaman devrimci bir anlayışa sahip olmadı. Kurulduğu tarihten itibaren TİP’ten CHP’ye, düzen içi muhalefet anlayışının uzantısı oldu. DİSK’in kuruluşu, yükselmekte olan sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarıyla değil, parlamenter solun işçi sınıfı içinde mevzi elde etme çabasıyla ilgiliydi. 1970 sonrasında ise DİSK tümüyle CHP’nin güdümüne girdi. Öyle ki, 14 Ekim 1973’te yapılan seçimlerde DİSK doğrudan CHP’ye oy verme çağrısı yaptı. 1974 Kıbrıs işgalini açıktan desteklemekle kalmadı, işçilere sıkıyönetim emirlerine harfiyen uyma, asgari birer brüt yevmiyeleri ile devletin savaş fonuna katılma çağrısı yaptı. Bununla da yetinmeyerek sermayeye bağlılığını hükümete “kararname ve kanun çıkarma yoluyla devletin savaş fonu hesabına, bütün çalışanların günde bir saat fazla çalışma ile katkıda bulunması uygulamasını” patronlara da DİSK’e bağlı sendikaların devam eden grevlerini bitirmek için arabuluculuk yapmayı önererek gösterdi. 1975 yılında gerçekleşen DİSK’in 5. Genel Kurulu’nda TKP’nin DİSK bürokrasisi içinde etkinlik kazanmasının da CHP ile kurulan ilişkiye bir etkisi olmadı. Zaten TKP de 1974’ten itibaren Milliyetçi Cephe’ye karşı “halktan yana bir güç” olarak tanımladığı CHP’yi destekliyordu. 1977 seçimlerinde de CHP’ye oy verme çağrısı yapmış ve TKP’nin yayın organı Atılım’da bu tutumuna dönük eleştiriler “goşist, ‘solcu’ bir gevezelik” olarak nitelendirilmişti.
1960-1980 yılları arasında işçi mücadelelerinin DİSK sayesinde yükseldiği zannı da, doğru değil. Gerçekten de, 1960’tan itibaren öncesiyle de, 1980 sonrasıyla da kıyaslanamayacak düzeyde güçlü ve militan bir işçi hareketi ortaya çıkmıştı. Bunun sonucu olarak DİSK’e bağlı sendikalar da bugüne kıyasla daha fazla grev gerçekleştiriyor ve daha mücadeleci bir görüntü sergiliyorlardı. Bu dinamiğin ortasında kurulmuş olan DİSK, devlet ve sermayenin doğrudan kontrolünde olan Türk-İş’in doldurması mümkün olmayan bir boşluğu doldurdu. Ancak bu, dönemin DİSK’inin sınıf hareketinin öncüsü olduğunun göstergesi değildi. 1960-1980 yılları arasında 2000 civarında grev gerçekleşmişken, DİSK’i oluşturan sendikaların örgütlediği veya parçası olduğu grevlerin sayısı 100 civarındaydı. Aynı dönemde Türk-İş’e bağlı sendikaların yetkili olduğu işyerlerinde de çok sayıda grev gerçekleşmişti. En nihayetinde –Türkiye’deki sol geleneğin yarattığı çarpıtılmış tarih anlayışının aksine- 1960-1980 arasında gerçekleşen grev ve militan işçi eylemlerinin büyük çoğunluğu, sendika olmaksızın veya bir işyerindeki yada bölgedeki işçilerin kendi ihtiyaçları doğrultusunda kurdukları bağımsız sendikalar vasıtasıyla gerçekleşmişti. 1965 Zonguldak Maden İşçileri Grevi, Alpagut Linyit İşletmeleri ve Günterm özyönetimleri gibi tarihi örnekler de sendika dışı mücadele süreçleriydi. DİSK tarih anlatısında çok önemli bir yer tutan 15-16 Haziran 1970’te gerçekleşen büyük işçi ayaklanması da DİSK’in karar verip, örgütlediği bir eylemlilik değil, tabana dayalı kitlesel, militan ve siyasal nitelik taşıyan bir deneyimdi. Ancak bir kutsal değere sahip çıkar gibi DİSK’e sahip çıkanlar, 15-16 Haziran’ın da DİSK tarafından örgütlenmediği, birçok noktada DİSK’in engelleme çabalarına rağmen gerçekleştiği gerçeğinin üstünü örtmeyi tercih ediyorlar.
Kuşkusuz DİSK’e bağlı sendikalara üye olan işçiler birçok mücadeleye imza atmışlardır. Ancak bu diğer konfederasyonlar için de geçerlidir. Örneğin kimse 1991’deki Zonguldak Madencilerinin yürüyüşünü yada TEKEL işçilerinin 2010 yılındaki Ankara direnişlerini, Türk-İş’in tarihinin parçası olarak görmez. Konuyla biraz ilgilenen herkes, ilgili sendikaların bu direnişleri bitirmek için ellerinden geleni yaptığını bilir. Tüm bu mücadelelerin sahibi doğrudan onları ortaya çıkaran, sonuçlarına katlanan, bedelini ödeyen işçilerden başkası değildir ve işçiler çoğu zaman bunu sendikaların engellemeye dönük açık veya örtük çabalarına rağmen yaparlar.
Tüm bunlara bakarak bizim açımızdan, DİSK’in “tarihsel saygınlığı” olmadığını söyleyebiliriz. 12 Mart muhtırasını “DİSK, Atatürk devrimlerinin ve Anayasa ilkelerinin korunmasında, uygulanmasında ve geliştirilmesinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yanında olduğunu belirtmekten kıvanç duyar. Parlamentodan çıkarılan Anayasa’ya aykırı kanunlar ve hükümetin ısrarla yürüttüğü Anayasa dışı uygulamalar, sosyal patlamalara yol açan tutum ve davranışlar, memleketi bir kardeş kavgasının eşiğine getirmiştir” ifadeleriyle destekleyen, DİSK’in tarihsel bir saygınlığından söz edebilir miyiz? TARİŞ direnişinden Greif’a, görevleri işçilerin gerçekten mücadeleye giriştiği tüm anlarda, bunu engellemek olan DİSK’in tarihinin nasıl bir saygınlığı vardır. İşçi sınıfının giderek militanlaştığı ve politikleştiği 1970’li yıllarda, DİSK giderek daha da bürokratik hale gelen, düzene bağlı hale gelen ve işçi sınıfı içinde devrimci damarın güçlenmesinin engelleyen bir yapıydı. DİSK’in 80 öncesindeki tarihsel konumu buydu. Bugünse işçiler nezdinde hiçbir etkisi olmayan dolayısıyla sermaye açısından giderek önemsizleşen bir “sivil toplum kuruluşu” konumundadır. Tam da bu nedenle, yazıda belirtildiği gibi İmamoğlu nezdinde köy derneği kadar değer görmüyorlar.
DİSK’in tarihsel rolüne dair burada ancak kısa bir özet olarak ifade edebileceğimiz hususlar göz önüne alındığında, yazıda DİSK genel kurulundaki dengelere ve ittifaklara kulis bilgileri, merak uyandırıcı olsa da meselenin özüyle ilgisi yok. Güç dengeleri, yönetime gelen kişilerin siyasal aidiyetleri, kurulan ittifaklar değişse de tüm diğer resmi sendikalar gibi DİSK’in de geçmişten bugüne işlevi patronlarla işçileri uzlaştırmak, işçilerin mücadele dinamiğini dizginlemek ve radikalleşme eğilimlerini engellemek olmuştur.
Dolayısıyla tabana dayalı, mücadeleci, radikal ve politik bir sınıf hareketi inşasını önüne koyanlar açısından, geçmiş DİSK’in ruhunu çağırmanın ve DİSK içindeki unsurlardan bir beklenti içinde olmanın hiçbir anlamı yok. Birleşik Metal-İş’i DİSK’in sınıf temsilcisi olarak tanımlamak, onu uyarmayı vazife olarak görmek, Nakliyat-İş’i DİSK’e yönelik eleştirel tavrı ve üye sayısını arttırması nedeniyle övüp, seçilmesi gereken yol olduğunu söylemek bu beklentinin göstergeleri. Birleşik Metal’i daha yüksek perdeden konuşmalar yapsa da, MESS süreçlerinde aynı sözleşmeye imza attıkları Türk Metal ve Çelik-İş’ten ayıranın ne olduğu tartışmaya muhtaç. Birleşik Metal‘in gerçekten DİSK’in sınıf temsilcisi olup olmadığını anlamak için, örneğin 2022 yılındaki fiili grev dalgasında sendikaya rağmen greve çıkan Çimsetaş işçilerine kulak vermeliyiz. [2]
Nakliyat-İş’e dönük değerlendirmelerin, ise terazi ekonomik mücadeleyle sınırlandırılarak yapıldığı anlaşılıyor. Bu sınırda bile sendikalaşma nedeniyle işten atılan işçiler için yapılan, sembolik, hedefine ulaşmayan ve uzadıkça moral bozukluğuna neden olan kapı önü eylemleri yapıyor olması dışında, Nakliyat-İş’in pratiğini diğer sendikalardan ayıranın ne olduğu belirsiz. Ancak asıl sorun göçmen işçileri örgütlemeye çalışmak bir yana göçmen düşmanı kampanya yapan[3], açıkça şoven bir siyasal yapı olan HKP’nin hakim olduğu bir sendikanın DİSK’e, sağdan yönelttiği eleştirilerin, “seçilmesi gereken yolu gösterdiğinin” nasıl söylenebildiği.
Solun seçim odaklı politikaları orta sınıfın bir bölümünde geçici heyecanlar uyandırsa da, bunlar her defasında daha büyük hayal kırıklıkları ile sonuçlanıyor ve 1 Mayıslarda Taksim işçilere kapatılırken sendikaların meydana karanfil koyması gibi, sembolik, kontrollü, adet yerini bulsun diye yapılan nümayişlerle sınırlı aktivizminin de bir karşılığı yok. Buna karşın kapitalizmin yapısal krizi derinleşirken, dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi Türkiye’de de işçi sınıfı içindeki mücadele dinamiği görünür hale gelmiş durumda. İşçiler resmi sendikaların işe yaramadığını, kazanmanın yolunun fiili mücadele olduğunu görüyorlar. Solun çeşitli kesimlerinin uzantılarının içinde yer aldığı DİSK’in de işçilerin ekonomik ve politik mücadelesine hiçbir olumlu katkısı yok ve olamaz. Buna karşın Umut-Sen’in tabana dayalı örgütlenme ve fiili mücadele vurgularını ve 2019 yılındaki Somalı maden işçilerinin Ankara yürüyüşü, 2022 yılındaki Migros Depo grevi gibi bu yöndeki pratiklerini önemsiyor ve takip ediyoruz. Ancak DİSK’e yönelik sözünü ettiğimiz yaklaşımlar, resmi sendikalarla ittifak aramak, ekonomik-politik mücadele bütünlüğünü es geçmek gibi Türkiye’deki sol geleneğin alışkanlıkların sürdüğünün göstergesi. Gerçekten herkes için tercih zamanı geldi. Giderek yaygınlaşan fiili grevlerin gösterdiği öfkeyi takip ederek, sabırla örgütlenerek ve fiili mücadelelerle güç biriktirerek ama insanlığı yok oluşa sürükleyen bu sömürü düzeninin ortadan kaldırmaya dönük bir kararlılığı sürdürerek mi hareket edeceğiz yoksa tümüyle çürümüş yapı ve anlayışlardan, direniş adı altında yapılan sonuçsuz, sembolik gösterilerden medet umarak, düzenin bir uzantısı haline mi geleceğiz?
[1] https://e-komite.com/2024/disk-kongresinin-ardindan-son-bir-defa/
[2] https://www.youtube.com/watch?v=9EvCPvatypM
[3] http://nakliyatis.org/abd-ab-emperyalistlerinin-cikarlari-icin-turkiyenin-multeci-gocmen-siginmaci-adi-altinda-istila-edilmesine-abd-istanbul-baskonsoloslugu-onunde-hayir-dedik.html
Kaynak: İşçi Birlikleri
Bir yanıt yazın