Türkiye parlamentarizmi üzerine tezler / TBMM kurtarılmaya değer mi? – Mikail Fırtınacı

kategori:

16 Nisan referandumu hakkında yazılıp çizilenlerin çoğu yüzeysel ve normatif değerlendirmelerin ötesine geçmiyor. “Şu yasa demokratik mi değil mi? RTE diktatör olacak mı olmayacak mı?” gibi basit sorgulamalar sadece ortadaki sınıfsal çatışmayı ve gelecek toplumsal depremin derinliğini gözlerden gizleyebilir. Evet bu referandumun sonucuna göre TBMM gerçekten de yasal olarak işlevsizleşebilir. Ama bu durum uzun bir tarihsel evrimin sonucu. Dolayısıyla bu referandum kritik bir an olmaktan ziyade sadece bir semptom. Yaşanan büyük politik ve toplumsal dönüşümler Türkiye egemen sınıfının derin bir kriz içerisinde olduğunu gösteriyor. Ömrü 100 yıla yaklaşan Cumhuriyet rejimi gerçekten de çöküşün eşiğinde gibi gözüküyor ve tıpkı dünyanın genelinde olduğu gibi Türkiye proleterleri ve radikalleri de yaklaşan tsunami ile yüzleşmek için bu krizi köklerinden kavramak zorunda. Aşağıdaki tezlerde böyle bir yüzleşmeyi sağlayacak tartışmaya yönelik mütevazi bir katkı sunmaya çalıştık.

1) Parlamentarizm ve anayasal düzenler varlıklarını ihtiyaçlarına cevap verdikleri belirli sınıflara ve koşullara borçludur. Her koşulda, herkesin iyiliğine hizmet etmezler. Mutlak ve tarih üstü değillerdir. Doğar, gelişir, gelişimlerinin bir noktasında iç çelişkileri veya dışsal zorlamalar yüzünden krize girer ve nihayet devrim, savaş, yozlaşma veya bunların bir karışımı tarafından yok edilirler. Mesele bu formlara takılıp kalmak ve onları olduğu gibi korumak değildir. Mesele reform ya da eğer reform mümkün değilse devrimlerle bu formları ve onların ifade ettiği toplumsal ilişkileri aşma sorunudur.

2) Parlamenter ve anayasal düzenlerde ekonomik çıkarları farklı olan egemen sınıflar politik iktidarı böler ve aralarında paylaşırlar. Mutlakiyetçi veya despotik düzenlerden farklı olarak bütün politik erkler tek bir elde toplanmazlar. Roma Cumhuriyeti’nde yürütme gücünü zengin plantasyon sahibi, köleci patrisyenler üstlenirken, küçük toprak sahibi plebler ise bir dönem yargıyı kısmen şekillendiriyordu. Feodal dönemde uzun süre kralların yeni vergiler koymak için aristokratları topladığı meclislerden onay alması adettendi. Burjuvazi ilk kez iktidarı bir devrim yoluyla ele geçirdiği Britanya’da yasama gücü zamanla artan ölçüde liberal burjuvazinin kontrolüne geçmiş, yürütme ve esas olarak ordunun kontrolü aristokratlarda kalmıştır. Parlamentoya liberal burjuva partilerin hükmettiği, yürütmenin ve ordunun ise aristokrasi ve monarşinin kontrolünde olduğu bir tür denge düzeni 19. Yüzyıl boyunca Avrupa parlamentarizmini belirleyen gerilim olmuştur. Kısaca parlamenter düzenlerde askeri olarak zayıf ama ekonomik olarak güçlü bir egemen sınıf kliği yürütmeyi elinde tutan egemen sınıf kliğinin yasa koyma hakkını sınırlandırır. Bu yasa koyma hakkı her zaman ordunun finansmanı için vergi koymakla ilgilidir ve zayıf egemen sınıf kliği bunu sınırlayıp pazarlık yapma kozunu elinde tutarak yönetime doğrudan değil ama dolaylı olarak katılmış olur.

3) Bu sınıflar arasındaki iç çatışma ya da savaş gibi bir dış güç egemen sınıflardan birini çökerttiğinde diğerinin varlığı da tehlikeye girecektir. Roma Cumhuriyeti’nin Kartaca ile yürüttüğü uzun ve pahalı savaşlar sonunda Roma kazanmış ama savaşta oldukları için uzun sure topraklarını işleyemeyip yoksullaşan küçük toprak sahibi plebler çökmüştü. Bu Plebler sınıfının ana gövdesi nihayetinde Roma’nın sefil yoksul ayak takımına dönüşmüş, ekmek ve sirk düzeninin parazitleri haline gelmişlerdir. Egemen üretici etkinlik olan toprağın işlenmesini köleler üstlendi, orduyu da paralı askerler doldurdu ve Roma senatosu en sonunda aşırı zengin bir avuç Patrisyen ailesinin korumasına muhtaç hale geldi. En sonunda orduyu besleyebilen en büyük Patrisyen, İmparatora dönüştü ve bir sınıf olarak patrisyen aileleri de iktidarlarını böylece kaybetti. Benzer bir süreç feodal Avrupa’da da yaşandı. Ekonomik gücünü yükselen burjuvazi karşısında yitiren feodal beyler Kıta Avrupasında zamanla sırtlarını mutlak monarşilere dayadılar ve mülkiyet ayrıcalıklarının korunması karşılığında siyasi ayrıcalıklarını krallara hibe ettiler. 1789 devrimine kadar Fransız Ulusal Asemblesi’nin yüz yılı aşkın süredir toplanmamış olmasının sebebi budur.

4) Parlamentoların gücünü yitirdiği ya da tümden yok olduğu böylesi durumlar genelde egemen sınıfın toplum üzerinde denetimini kaybetmeye başladığı çöküş dönemlerine karşılık gelir. Roma’da barbarca uygulanan kölelik düzeni böyle bir durumdur. Köleler kendilerini nüfuslarını devam ettirecek oranda bile yeniden üretemediklerinden ve sürekli isyan içinde olduklarından kuvvetli ve kalıcı bir merkezi idare ile İtalya içinde isyanları bastıracak ve dışarıdan yeni köle toplayacak dev bir militarist yağma mekanizması kurulması gerekmişti. Feodalizmde köylü ve burjuva ayaklanmaları, aynı ilkel metotlarla yüzyıllardır işlenen toprağın verimsizleşmesi gibi sebeplerle merkezi devletin taleplerine karşı çıkmak egemen sınıf için imkansız hale geldi. Böylesi dış baskı ve iç düzensizlik durumları devleti sürekli zor kullanmaya ya da en azından kuvvetli bir orduyu bir tehdit aracı olarak sürekli hazırda bulundurmaya ittiğinde egemen sınıf içi disiplinsizlik ve bitmek tükenmez, yıpratıcı parlamenter didişmeler bedeli ağır birer lüks haline gelirler. Bu gibi tarihsel dönemlerde mutlak bir kral, Sezar ya da diktatör egemen sınıfın tümü adına ve kimi zaman onun bir kesimine karşı hükmeder. Bir yönetim aracı olarak uzlaşma yerini zora ve baskıya bırakır. Özgüvenin yerini itaat alır. Böylesi dönemlerde bir egemen sınıf değeri olarak bireysel bağımsızlık ve inisiyatif değil liderin kişiliğine bağlılık egemen norm olur.

5) Türkiye Cumhuriyeti tarihi böylesi krizler ve uzun bir politik dejenerasyonun tarihidir. Fakat Parlamentarizm ve anayasacılık 20. Yüzyılın başında gerçekten de Türkiye’yi burjuva liberal bir düzene doğru taşıyabilecek gibi görünüyordu. 1908 devrimi ile birlikte ilk kez mecliste sosyalistlerin, cumhuriyetçi ve liberal burjuvaların temsil edildiği bir reform süreci başladı. Bu hareketin itici gücü ve aklı Ermeni, Rum, Yahudi burjuvaları ve onlarla ittifak içindeki Jön Türk subay ve sivil ‘okullu’ memur sınıfıydı. Öyle ki Makedonya’ya ulusal kurtuluşçu gerilla hareketlerini bastırmaya gönderilen Jön Türk subaylar devrim sonrasında buradaki isyancılarla kaynaşmış, İstibdat rejimine karşı halkların tabandan birliği gerçekleşmişti.

Yeni doğan Türkiye parlamentarizmine umudunu tek bağlayanlar Osmanlı’da baskılanan azınlıklar ve hemen hemen bütün toplumsal sınıflar değil aynı zamanda Sosyalist Enternasyonal ve pasifist bütün bir dünya liberalizmiydi. 1908 Devrimi’nin Orta Doğu ve Balkanlar’da süregiden emperyalist rekabeti durduracağı beklentisi çok yaygındı. Buna göre eğer Anadolu ve Balkan halkları demokratik ve federal bir cumhuriyet zemininde birleşebilirse dışarıda Avrupalı kolonyal güçlere içeride ise feodal ve monarşist unsurlara karşı yeterince güçlü bir burjuvazinin doğmasını sağlayabilirdi. Yeterince geniş bir Balkan ve Anadolu iç pazarı ve hiç bir ulusal unsurun tek başına domine edemeyeceği bir etnik kompozisyon zemininde burjuvazi, sosyalist güçlerin de ittirmesiyle ürkekliğini üzerinden atıp cesur bir liberal program izleyebilirdi.

Bütün bu hayaller önce İtalya’nın Libya’yı Osmanlı’dan koparması ve ardından Balkan devletlerinin Osmanlı’nın Avrupa’da ki son topraklarını ele geçirmesiyle çöktü. Böylece Osmanlı parlamentarizmini destekleyen ittifakın en önemli unsurlarından olan Balkan ve özellikle Selanik’in gayri-müslim burjuvazisi sınırın öbür tarafında kaldı ve parlamentonun önemli bir kanadı çözüldü. Böylece Türkiye parlamentarizmi ölü doğmuş oldu. 1912’de ki ‘sopalı seçimlerden’ 1945’e kadar Türkiye parlamentolarında liberalizm ses çıkarmaya cesaret edememiştir. Yargı, yürütme ve yasamanın tek elde toplandığı, Türkiye burjuva ve bürokrasinin demir yumruğuyla idaresi o günden beri sürüyor.

6) Türkiye’de parlamentonun tarihsel işlevini, yani egemen sınıf içi çatışmalarda daha zayıf kanadın sesi olma görevini yerine getirmemesine rağmen parlamento neden var olmaya devam etti, ediyor? Bunun bir dış bir de iç iki temel sebebi var.

Türkiye egemen sınıfı hükmettiği kaynaklarla modern bir orduyu ve gelişmiş bir endüstriyel alt yapıyı besleyebilecek güçte değildir. Kendisine yönelik dış tehdit veya talepleri salt askeri veya ekonomik gücüyle bertaraf edemez. Bu yüzden de bu sınıf şu ya da bu dış güç arasında sürekli bir denge politikası gütmekte uzmanlaşmıştır. Zayıflığını bir egemen gücü diğerine karşı, makyavelist bir biçimde kullanan bu sınıf esasında bir diplomatik manevracılık ustasıdır. Dolayısıyla Türkiye egemenlerinin istikrarı ve talihi her zaman uluslararası emperyalist dengelere tabi olmuş o da bundan faydalanabildiği ölçüde zayıf rejiminin çöküşünü erteleyebilmiştir. Bu egemen sınıfı zamanın ruhuna göre kendi içinde yarı gerçek yarı hayali ideolojik ayrımlar yaratarak çatışan büyük emperyal blokların hepsine mavi boncuk dağıtır, profesyonel bir diplomatik ayran gönüllülük oyunu oynar. Dışarıdan bakan biri Türkiye egemen sınıfı içerisindeki ayrımların ne kadar kişisel, ne kadar ideolojik ya da ne kadar maddi olduğunu asla söyleyemez. Dün milliyetçi olan bugün kendisine komünist yarın da duruma gore liberal veya İslamcı diyebilir. Dün İslamcıyı müttefik gören yarın Kemalist ile iş çevirebilir. Türkiye egemen sınıfının bu saçma tutarsızlığı ona özgün bir elastiklik verir.

Türkiye parlamentosunun fonksiyonu işte dünya ölçeğinde dönen emperyalist mücadelenin koşullarına uygun alternatif iktidar blokları oluşturmaktır. Liberal demokrasinin Avrupa’da çöktüğü 1930’lar da CHP içerisinde bir kanat (Bayar) ABD ve Britanya çizgisini, İnönü ise değişen konjonktüre göre Sovyet ya da faşist yanlısı kanadı temsil etmiş, Atatürk de bu iki kanat arasında hakem rolü oynamıştır. İkinci dünya savaşı bitip yeni dengeler oluştuğunda İnönü ABD ve NATO bloğundan yana tavır almayı tercih etmiş, CHP Amerikan iki partili sisteme uygun olarak ikiye bölünmüş ve yine Amerikan modelini taklit eden bir ‘cumhuriyetçi’ bir de ‘demokrat’ parti doğurmuştu.

Sonuç olarak Türkiye parlamentarizmi güçlü ve az çok istikrarlı emperyalist blokların varlığında  ideolojik olarak belirgin ayrımlarla bölünür. Bu bloklar çöküp zayıfladığında ise ideolojik krizlere girer ve parlamenter partilerin ilkesiz makyavelizmi belirginlik kazanır. Tıpkı Rusya bloğunun çöktüğü 1990’larda olduğu gibi böylesi dönemler Türkiye parlamentarizmi için kriz dönemleridir.

7) Darbeler ise Türkiye parlamentarizmini zayıflatan değil ona sağlık veren, Türkiye egemen sınıfının politik kültürünün temel unsurlarıdır. Ne zaman parlamentolar işlemez hale gelir ordu o zaman devreye girer ve bir politikacı kuşağını emekli eder ki yerine yenisi gelebilsin. Türkiye parlamentarizminin işlevsizliği bu yöntemi burjuvazi açısından zorunlu kılmıştır.

Darbelere neden olan şey ideolojik kavgaların parlamentonun ve siyasi yönetimin istikrarını bozması değildi. 1950’lerin CHP’si ve DP’si arasında hemen hemen hiç bir programatik fark yoktu. Aralarında ki fark daha çok kuşak, mizaç ve köken farkıydı. Yine ne 1960’larda ne 1970’ler de egemen sınıf ve parlamenter partiler arasında ciddi ideolojik ayrımlar yoktu. Örneğin Türkiye sosyal demokrasisinin kurucusu farz edilen Ecevit (!) 1970’lerde islamcı Necmettin Erbakan ile birlikte bir savaş kabinesi kurmuş, 1990’ların sonunda da bu sefer faşist MHP’yle benzer bir ittifakı yapmıştı.

27 Mayıs 1960 Darbesi egemen sınıf açısından iki şeyi birden başardı. İlkin orduyu parlamento denetiminden tamamen çıkararak subaylar sınıfını kalıcı olarak egemen sınıfın içine kattı. OYAK gibi kurumlar aracılığıyla subay sınıfının işçi sınıfı ile bütün bağları kopartıldı ve olası bir sovyet yanlısı ya da üçüncü dünyacı darbenin önüne geçildi. 1960 darbesinin diğer bir işlevi ise Türkiye’de Demokrat Parti ile temsil edilen sağ bloğu parçalaması, bu yolla parlamenter hükümetlerin dönemsel olarak değişebilmesinin önünü açması oldu.  Böylelikle bir parti çok uzun süre iktidarda kalıp yıprandığında ve ihaleler ile kendi yandaşları lehine aşırı bir dengesizlik yarattığında iktidardan düşebilecekti.

12 Mart 1971 darbesi ile birlikte ise toplumda yükselen sol ve sosyalizm fikrinin devlet nezdinde CHP ile sözde temsil edilmesi sağlandı. Aşırı yıpranmış olan CHP kendisini Ecevit yönetiminde ‘ortanın solu’ olarak isimlendirdi ve hem kendisi yenilendi hem parlamenter siyasete ideolojik bir kılıf kazandırdı. Türkiye egemen sınıfının politik pragmatizminin ve soyut teoriye ya da ilkesel bağlılık karşısındaki sinikliğinin bu son örneği de parlamenter rejimi istikrara kavuşturmaya yetmemiştir. 1970’lerin ikinci yarısı boyunca hükümetler bir türlü kurulamadı ve nihayet 12 Eylül 1980 darbesi ile birlikte ordu parlamenter partilerin hepsini tekrar tasfiye edip yeni bir parlamenterler ve partiler kuşağının gelişmesini sağladı.

Sonuç olarak TBMM’nin varlığı ve sağlığı için darbeler her zaman gerekli oldu. Türkiye’de partiler ya da kadrolar demokratik yollarla değişmediği, halkın tepkilerine karşı kayıtsız olmasından dolayı ordu tarafından yapay bir şekilde değiştirilirler. Türkiye’de doğal gelişimine bırakılan darbesiz bir parlamentarizm ancak bugün olduğu gibi tek partili bir diktatörlük ya da meclisin tümden iflası ile sonuçlanabilir.

8) Parlamentarizmin diplomatik fonksiyonu ile paralel gelişen ama ondan özerk olan diğer fonksiyonu ise Türkiye içindeki maddi kaynakların parlamenter partilerin temsil ettiği egemen sınıf klikleri arasında bölüştürülmesidir. Türkiye zengin doğal kaynaklardan yoksun, iç pazarı dar, üretici güçleri sınırlı yoksul bir ülkedir. Buna karşılık bu kıt kaynaklara talip çok sayıda bürokrat, şeyh, müdür, patron, girişimci, ağa, general, kanaat önderi, holding sahibi, müteahhit, odalar ve borsalar, her türlü uzmanlar, yargıçlar, eşraf, diplomat kısaca beslenecek çok büyük ve şişkin bir egemen sömürücüler sınıfı bulunmaktadır. Her köşe başını tutmuş bu dev parazit kesimi her ne kadar toplum yararına hiç bir şey üretmese de eğer çıkarlarının zedelendiğini hisseder, ‘mağdur’ edildiğini düşünürse hayatı toplumun geri kalanına dar edecek türde çeşitli yöntemlere vakıftır. Bunlar asla açıktan isyana kalkışmaz ve mücadele yöntemi olarak pusuyu ve ayak oyunlarını tercih eder. Tıpkı Türkiye’nin her şehrinde aynı sokak üzerinde aynı şeyi satan onlarca esnafın olması gibi, bu sınıf da hem kendi içinde birbiriyle rekabet eden hem de birbirinden güç alan işlevsiz anormal ve dejenere bir sınıftır. Bunlar yetenek ve beceriye değer vermez entelektüelleri küçümser, küfretmeden tartışamaz, bilim ve sanata düşmandırlar. Kişisel kazanç elde edemeyecekleri hiç bir soruna ayıracak zamanları yoktur. Gerçi zamanları çoktur ama o zamanı da dedikodu, yalan ve iftira üreterek ya da ellerine geçirebildikleri varlıkların sefasını sürerek geçirmeyi severler. Kişisel inisiyatif ve tutumluluk gibi burjuva kültürel değerlerini dışlar ama dayanışma, cesaret ve sabır gibi proleter erdemlerine de güvenmezler. Anadolu’da kadim kültürel köklere sahip bu yaşayış biçimi kasaba esnaflığına dayanır ve Türkiye egemen sınıfına ahlaki ve entelektüel karakterini verir, onun ufkunu belirler.

İşte bu sınıf parlamento formuna kendi karakterini vermiş, onu kendi imgesinde yeniden şekillendirmiştir. Türkiye’de politik partilerin politik sınıf partileri olmadığını, sivil toplumun içinden değil devletin içinden çıktıklarını ve devletin diplomatik ihtiyaçlarına cevap verdiklerini yukarıda açıklamıştık. İşte Türkiye egemen sınıfı da bu partilere mizacına göre doluşur. Böylece bu partiler etrafında mevcut kıt kaynakların bölüşümü için kurulmuş bir tahterevalli sistemi oluşmuştur. Buna göre iktidardaki parti veya partiler koalisyonu etrafındaki egemen sınıf kesimlerine toplumsal varlıkları dağıtır. İktidardan düşünce bir süre muhalefette kalmış olan diğer kesimin sırası gelmiştir. Böylece iktidardaki parti etrafında örgütlenmiş olan kesim elindeki zamanda toplayabildiği kadar rant ve ihale toplar. Sonra uluslararası dengeler değişir veya işçi sınıfı öfkesi kabarırsa (ki genelde ikisi bir arada olur) iktidar dışında kalmiş alternatif unsur hemen direksiyona geçer. Bu alternatif klik egemen klik tarafından muhalefete itilmiş olsa da tam olarak boğazlanmaz ve sadece zamanını kollar. İktidara geldiğinde de akrabası olan diğer kliği tam olarak tasfiye etmez. Taşra’da aynı zengin aile çocukların çoğu zaman rakip partilere üye olması bundandır.

Bu siyaset sınıfı her şeye rağmen aşırı genişlediğinde ve uluslararası dengeler değişip politik ideolojilerini anlamsızlaştırdığında ise darbeler yoluyla eski kuşak politikacılar tasfiye edilir. Bunun tek istisnası 2002 seçimlerinde toplumunun genelinin eski tip partileri tasfiye etmesi ve yerine AKP’nin gelmesi olmuştur.

9) Türkiye parlamentarizminin krizini kökeninde yatan şey, ona anlamını vermiş olan dünyadaki blok sisteminin dağılması, PKK’ye karşı yürütülen savaşın çok maliyetli oluşu ve kaynakların bölüşümü konusunda burjuva klikleri içerisinde artan isteksizlikti. 2010’larla birlikte Orta Doğu ABD açısından ikincilleşti ve bu da Türkiye’nin askeri önemini azalttı. Uluslararası emperyal blokların dağılmasıyla parlamenter ideolojik ayrımları önemsiz hale geldi. AKP işte tam da böylesi bir dönemin ürünü olarak ‘ideolojisiz’ ya da bütün Türkiye burjuvazisinin ideolojik sentezine dayanan bir program ile kuruldu.

En azından iktidarının başında bir çok farklı burjuva kliğiyle ittifaka girmiş herkesi tatmin etmeye çalışmış olan AKP rejimi, bu geniş ittifakı ekonomik olarak beslemek için ülkenin kaynaklarını acımasızca yağmaladı, kentleri talan etti, ülkenin doğal kaynaklarını rant için mezarlığa çevirdi. Bu yok edici düzen 2007-2008 ekonomik krizi sonrasında sınırlarına dayanınca AKP etrafında oluşan ittifak da çatırdayama başladı. Ama geleneksel Türk parlamentarizminden farklı olarak bu noktada AKP iktidardan inmek yerine devlet ve egemen sınıf içerisinde çatıştığı unsurları birer birer tasfiye etmeye başladı. Önce AKP’ye destek veren solcu artıkları, Kemalistler, sonra liberaller, hatta kimi islamcılar ve nihayet kanlı bir mücadele sonrasında Gülen cemaati tasfiye edildi.

Bu tarz bir yönetim stratejisi Türkiye için tamamen yenidir. İlk kez tek bir kişi etrafında toplanmış olan politik iktidar egemen sınıfın hemen hemen bütün siyasi temsilcilerini, kurumlarını ve partilerini ortadan kaldırıyor. Hatta mülkiyet hakkını bile çiğneyerek en ufak bir itiraza yeltenen burjuvaların sermayelerini müsadere ediyor. İşçi sınıfının kimi kesimlerinin tepesindeki egemen sınıf içi bu çatışma ve tasfiyeyi sevinçle izlemesine ve RTE’nin arkasında durmasına şaşırmamalı.

Bugün itibariyle tasfiye edecek hiç bir müttefiki kalmayan Erdoğan’ın artık tamamen işlevsizleşmiş parlamentoyu da ortadan kaldırarak iktidarının konsolidasyonunda son bir adım daha atmayı hedefliyor. Referandum bu anlamda burjuva demokratik liberalizminin değil (ki Türkiye’de hiç olmamıştır), parlamentoda vücut bulan eski egemen sınıf içi ittifaklar sisteminin tasfiyesidir. Tıpkı Sezar’ın Roma Senatosunu tasfiye etmesi gibi Erdoğan’da kendisini devlete yük yapan klientel ilişkilerden kurtulmak zorunda hissediyor. Ve tıpkı Sezar gibi Erdoğan’da bunu eğer popüler destekle yapamazsa gerekirse bir iç savaş ile yapmaktan çekinmeyeceğini açıkça ortaya koyuyor.

Bu anlamda Türkiye parlamentarizminin çelişkisi çoğunluğu oluşturan başat unsurun tam da sahip olduğu mutlak üstünlükten dolayı artık parlamentoya ihtiyaç duymamasıdır. Bu yüzden Türkiye parlamentarizmine umudunu bağlayan bütün toplumsal güçler onunla birlikte tarihin dışına itilmeye mahkum.

10) Bugün parlamentarizm ve Erdoğanizme karşı yeni politik formlar ortaya çıkarabilme kabiliyetine sahip tek sınıf proletaryadır. Türkiye parlamentarizminin başarısı sömürdüğü köylü sınıfının cehaletine ve kanaatkarlığına dayanıyordu. Türkiye (özellikle Türk) köylülüğü bir çok üçüncü dünya köylülüğünden farklı olarak topraksız değildi. Kendi küçük toprağına sahip olduğu için de hiç bir zaman radikal ulusal kurtuluşçu hareketlere kitlesel olarak meyletmemiştir. Kuruluş sürecinde cumhuriyetin de esas sorunu toprak sorunu değil emek sorunu oldu. Paylaşacak toprak (özellikle Rum köylülüğün kovulması ve Ermeni halkının katledilmesinden sonra) bolca olmasına rağmen bunu işleyecek ve gelişen sanayide çalışacak yeterince nüfus (özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarında) yoktu. Parlamentarizm işte politikaya karşı kayıtsız bu köylülük sayesinde ciddi bir meydan okumayla karşılaşmadan bu günlere gelebildi.

11) Bugün ise durum farklı. Artık Türkiye’de güçlü, mücadele deneyimi olan bir işçi sınıfı bulunuyor ve burjuvazi artık sahte bir parlamentarizm oyunu ile onu yönetemiyor. Bu anlamda AKP Türkiye burjuvazisinin ihtiyaçlarına bir çok açıdan cevap vermektedir. Onun cinsiyetçi ve kadın düşmanı söylemi kadın emeğinin endüstri ve hizmet sektöründe aşırı yoğun sömürüsünü, ırkçılığı Kürt ve göçmen Arapların yoğun sömürüsünü, anti-entellektüelist taşra gericiliği ise okumuş genç kentli proleter kuşağının sömürüsünü egemen kapitalistler açısından meşrulaştırıyor.

7 milyon üniversite öğrencisi, 27 milyon ücretli işçinin bulunduğu Türkiye’de proletarya egemen sınıftan daha birikimli ve diğer bütün toplumsal sınıflardan sayıca üstün. Bu fakir ülkenin tek zenginliğin işte bu dev ve yaratıcı yetenekleri gelişmiş sınıf oluşturuyor. Genç Türkiye proletaryasının kimi kesimlerinin mücadele azmi ise Gezi isyanında, Metal Fırtına’da ve Tekel grevinde açık bir şekilde görüldü. Bu mücadelelerde işçiler meydan işgalleri yoluyla aralarındaki kültürel, cinsel ve ulusal ayrımları aşmaya, forum gibi yapılar yoluyla devlet aygıtına dönüşmüş sendika ve parlamenter partilerden farklı kitlesel örgütlenme formları geliştirdiler. Bu yeni mücadele organlarının önümüzdeki süreçte tekrar yüzeye çıkıp, bütün sınıfı kapsayan iktidar organlarına dönüşüp dönüşemeyeceğini göreceğiz. Fakat çürümüş bir parlamentarizm ile Erdoğan diktatörlüğünün geleceğin politik formu olmadığı Türkiye proletaryası için açık olmalı. Bunu açıklama görevi politik radikallere düşüyor. Eğer ehveni şere değil proleterlere güvenir onların mücadelelerini incelerlerse Türkiye entellektüelleri geleceğin bu sınıfın elinde olduğunu kavrayabilirler.

12) Parlamentarizm her zaman tarihsel olarak geçici bir formdu. Egemen sınıfın iktidarından ve kendinden emin olduğu ya da iktidara talip olduğu durumlarda gelişebildi. Bugün ise burjuvazi iktidarından emin değil. Ekonomik krizler, yükselen uluslararası gerilimler ve köhnemiş geleneksel politik partilerin çözülmesi burjuvazi içerisinde öz güvensizlik ve panik hissini dünya çapında derinleştiriyor. Parlamentolar yerlerini anti-demokratik teknokrasilere ya da popüler diktatörlüklere bırakıyor. Bu derin krize cevap olacak yeni politik formlar geliştirmek için açık fikirli olmak, entelektüel cesaret göstermek ve geleceği elinde tutan proletaryadan yana saf tutmak zorundayız.


Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir