Bundan tam yüz yıl önce Mayıs 1917’de 1. Dünya Savaşı’nın yıkıp geçtiği Avrupa’nın ortasında, Cenevre Anarşist Komünist Grubu böyle haykırıyordu: Kahrolsun Savaş… Yüz yıl sonra, bugün savaşla ve katliamlarla sarsılan topraklarda pek çok şeye “kahrolsun” diyen var ama “Kahrolsun savaş” diyen pek az.
2017 yılına yeni bir katliamla başladık. Pek çok veri, benzer saldırıların devam edeceğini ve paylaşım savaşının Türkiye cephesinde bizleri daha kötü günlerin beklediğini açık biçimde gösteriyor. Saldırı ve katliam haberinin gelmediği hafta neredeyse yok. Kürt meselesinde bir çözümden kimsenin bahsetmediği bir dönemde, Alevilere dönük açık katliam çağrıları yapılması ve IŞİD’in Şii Camileri veya Cemevlerine saldırabileceğine dair yorumlar sürecin topyekün etnik/mezhepsel bir çatışmaya dönme tehlikesinin olduğunun işaretleri.
Tüm bunlar bölgede süren küresel paylaşım savaşıyla doğrudan bağlantılı. 2011’den bu yana savaşa müdahil olan Türkiye de 2015’ten bu yana savaşın cephesi haline gelmiş durumda. AKP’nin Ortadoğu’da NATO himayesinde yürütücülüğünü yaptığı politikalar bütünüyle yenilgiye uğradı. Türkiye’nin İran karşısında bölgenin lideri olması planları suya düştü. Esad karşısında destekenen cihatçı çeteler varlık gösteremedi, SDG istikrarlı biçimde mevzi kazanmaya devam ediyor vb. Nihayetinde eski hamilerinin güvenini ve desteğini kaybeden Türkiye Rusya ve İran’ın isteklerine boyun eğmek zorunda kaldı. Suriye savaşının başından bu yana desteklediği cihatçıları yarı yolda bıraktı, Esad’ı devirme stratejisinden tümüyle vazgeçti. Son olarak Başbakan yardımcısı Numan Kurtumuş “Baştan beri Suriye politikası büyük yanlışlarla dolu.” itirafında bulundu.
Yeni politikaların ne olduğu ise muamma. Halep’in Esad kontrolüne geçmesinin ardından ilan edilen ateşkes şimdiden defalarca ihlal edildi ve Türkiye’nin desteklediği cihatçı çeteler Astana’da olacağı belirtilen barış görüşmelerine katılmayacaklarını ilan ettiler. Fırat Kalkanı adı altında Suriye topraklarında sürdürülen operasyon ise süreci daha da karmaşık hale getirmekten başka bir şeye yol açmıyor. Operasyonun ilk aşaması gerek NATO’nun gerekse Rusya’nın rızası ile oldu. Böylece Cerablus – Azez hattı IŞİD’ten temizlenerek, geri kalanı SGD’nin kontrolünde olan Suriye’nin kuzeyi IŞİD’den arındırıldı. Ve anlaşıldığı kadarıyla Türkiye’nin kontrolündeki bu bölgede Türkiye’den başlayarak Avrupa’ya uzanan mülteci akınını Suriye içinde tutulması hesaplanıyordu. Ancak TSK askerleri ve ÖSO adı altında savaşan cihatçılar daha güneye indikçe Koalisyon’un desteği kalkı. El Bab’a kadar neredeyse hiç bir direniş göstermeyen IŞİD’in burada ciddi bir direniş göstermesiyle gerek ÖSO’dan, gerekse Türk askerlerinden ciddi kayıplar verilmeye başlandı. Yaşamını yitiren asker sayısı resmi rakamlara göre 43’e (05.01.2016 tarihi itibariyle) yükseldi. Ki örneğin IŞİD tarafından rehin tutulurken yakılarak katledilen iki asker bu rakama dahil değil. Türkiye’nin ilerleyişi El Bab’da durmuş gibi gözüküyor.Kaldı ki operasyonun bir şekilde başarıya ulşaması ve El Bab’ın kontrol altında alınması halinde de sonrasında ne olacağı belirsiz.
Meseleye “milli” bir kılıf uydurmaya çalışsalar da Türkiye iki güçlü emperyalist devletin arasına sıkışmış durumda ve onların pis işlerini yapıyor. Özetle Türkiye egemenlerinin “Yeni Osmanlıcılık” kılıfıyla topluma pazarladığı politikalar, sonu hesaplanmamış ve sürekli yenilgiye uğrayan emperyal fantezilerden ibaret. Tüm bunlar Türkiye başta olmak üzere bölge ülkelerindeki kaousun daha da derinleşmesinden başka bir sonuç vermiyor.
Kapitalist paylaşım savaşına karşı sınıf savaşı
Elbette süreci bu hale getiren yalnızca Türkiye değil. Afganistan ve Irak’ın işgalinden bugüne kadar ABD başta olmak üzere farklı devletlerin emperyal müdahaleleri, bölgede etnik ve mezhepsel temelde parçlanmayı geri dönülmez bir hale getirdi. Kapitalizmin yapısal kriz içerisinde olduğu verili durumda devletler kendi kapitalist sınıfları adına savaşı körüklüyor, doğrudan veya bölgedeki vekilleri aracılığıyla bir savaşıyorlar. Sınıf hareketinin yükselemediği, devrimci bir alternatifin ortaya çıkmadığı koşullarda, yoksul sömürülen, aşağılanan geniş kitleler giderek daha fazla sağ radikalizme ve Müslüman coğrafyalarda da IŞİD gibi cihatçı çetelere yöneliyor. Farklı devletler kendi hesapları için savaşa müdahil oldukça süreç giderek içinden çıkılmaz hale geliyor ve etkisi yaygınlaşıyor.
Oysa bu savaşın bedelini ödeyenler karar alıcılar veya hizmetinde oldukları kapitalistler değil. Cephede savaşanlar yoksul, emekçi ailelerin çocukları. Her gün yaşadığı yerlerde bombalar patlayan, katledilen, sakat bırakılan bizlerin onlar gibi koruma ordumuz yok. Buna rağmen hiçbir şey olmamış gibi yaşamamızı istiyorlar ve biz de paralize olmuş biçimde hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam ediyoruz. Oysa bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın aşamasını geçeli çok oldu. Artık burjuva basında dahi Suriyelileşmekten, Pakistanlılaşmaktan bahsedildiği koşullarda bu gidişata dur demekten başka çaremiz yok. Her şey çok umutlu olduğu için değil, bu gidişat bizi yok oluşa sürüklediği için mücadele etmek tek seçeneğimiz kalmadığı için harekete geçmek zorundayız.
İçinde bulunduğumuz savaş koşullarının yarattığı ve büyüttüğü sorunları saymakla bitiremeyiz. Elbette kapitalist barbarlık koşullarında savaşın sona ermesi bütün sorunları sona erdirmeyecek ve bunların kısa vadeli kesitme bir çözümü olmadığı da açık. Ancak işçi sınıfının birliğini ve daha ileri hedeflerle mücadele etmemizin koşullarını ortadan kaldıran savaşı sona erdirmek öncelikli koşuldur. Dolayısıyla geniş bir kesimin birleşeceği bir hedefle, tek taleple, “Türk askerinin Suriye’den çekilmesi” talebiyle mücadeleye girişmeliyiz.
AKP savaş politikalarıyla bir sonuç elde edip edilemeyeceğinden bağımsız olarak içeride ve dışarıda toplumsal desteğini sağlamlaştırıyor. Yöneticiler ve patronlar yaklaşmakta olan bir ekonomik krizde toplumsal tepkinin en alt düzeyde tutulması için savaş koşullarında kitleleri ajite etmenin iyi bir yol olduğunu biliyorlar. Elbette Suriye’nin en kanlı cephesi olduğu bölgedeki paylaşım savaşı yalnızca AKP’nin toplum yönetim stratejisinin bir ürünü değil. Bu savaşta pek çok aktör ve herbirinin farklı hesapları söz konusu. Bu nedenle kontrol edilebilir ve sonuçları öngörülebilir değil. Bu savaşta birilerinin kazandığı açık. Yalnızca bu yolla iktidarını sürdüren AKP değil. Sayısıız silah satan silah tüccarları, ucuz IŞİD petorlünü aldığı söylenen İngiliz Shell ve Koç grubunun elindeki Tüpraş gibi petrol tekelleri, savaşta yıkılan şehirleri yeniden inşaa edecek olan inşaat şirketleri… Ve aklımıza gelmeyen başka sektörlerden kapitalistler, bilmediğimiz türlü hesaplar yapan siyaetçiler…. Tüm taraflarının kendini haklı, uğruna savaştığı davayı kutsal olarak lanse ettiği savaş, kapitalizmin yapısal krizini ve devletlerin yönetsel kirzlerini aşmak için süren ve giderek yaygınlaşan emperyal bir paylaşım savaşından başka bir şey değil. Bu işten zarar edenler de her zaman olduğu gibi ölen öldüren, evleri yıkılan, yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kalan, yoksullaşan, yaşamları bir cehenneme dönen bizleriz. Bu yüzden de savaşı ancak emekçiler durdurabilir.
Mücadelenin aracı: Siyasal kitle grevi
Yalnızca Türkiyeli emekçilerin değil savaşın parçası olan tüm ülkelerdeki emekçilerin kendi yöneticilerine karşı, savaşı durdurmaları için mücadele etmeleri tarihsel bir sorumluluktur. Bu savaşın parçası olan hiçbir devlet masum veya haklı değil. Egemenler arasındaki bu küresel paylaşım savaşına karşı uluslarası bir savaş karşıtı hareket örgütlememiz gerkmektedir. Hep birlikte kendi yöneticilerimize karşı mücadele etmemiz ve bu küresel paylaşım savaşını daha da büyümeden ve daha büyük yıkımlara neden olmadan durdurmak zorundayız.
Türkiye’de yaşayan bizler için ise koşulların ağırlığı hareket etmemizi güçleştirse de, acil olarak bir şeyler yapmamızı zorunlu kılıyor. Her savaşta savaşların kararını alan egemen güçlerin yaptığı gibi AKP de bu savaşa karşı bir tepkinin ortaya çıkmasını engellemek için gerçekleri saklıyor ve toplumu ağır bir baskıyla sindiriyor. Bir dönem ABD, bugün ise Rusya’nın himayesinde sürdürdüğü sonu belirsiz emperyal hayalleri “milli” olarak sunarak toplumun geniş kesimlerinin en azından pasif desteğini almayı başarıyor.
Gerçeklerin yayılması bu savaşı durdurmak için en önemli araç. Bunu bildikleri için gerçekleri saklamak için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Fırat Kalkanı operasyonunda IŞİD tarafından kaçırılan ve yakılarak, vahşice katledilen iki askeri geniş kesimlerin görmemesi için veya hayatını kaybeden toplam asker sayısını gizlemek için muazzam bir çaba harcıyor. Gerçekleri anlatan gazetecilerin, devrimcilerin gözaltına alındığı, sokakların terörize edildiği koşullarda mücadele etmeye girişmek de kolay değil. Ancak her şeye karşın öncelikli görevimiz insanlara gerçekleri inatla ve sabırla bu anlatmaktır.
Sembolik eylemlerinin giderek daha fazla anlamsızlaştığı ve geniş kitlelerin sokağa çıkmaktan korktuğu koşullarda daha tarihten bugüne gelen daha etkili yöntemleri hatırlamalıyız. İşçi sınıfının ekonomik ve siyasal taleplerle giriştiği mücadeleleri kazanabilmesinin en etkili yollarından biri grevdir. Ve böylesi koşullarda siyaasl kitle grevidir. Kasttettiğim yıllardır resmi sendikaların ilan edip kimseyi taşıyamadığı ve bir yerde toplanıp basın açıklaması yaptığı grevler değil. Bunun için kurumsal bir çağrı da gerekmez. Sokağa çıkmaya çekinsek bile belirlediğimiz bir süre boyunca çalıştığımız işyerlerine imkanımız varsa toplu, yoksa teker teker, gerekirse rapor alarak, gerekirse başka bir yolla gitmeyerek, gitmek zorunda kaldıysak çalışmayarak, verimsiz çalışarak gücümüzü gösterebiliriz. Bunun bütün sektörlerde olması da gerekmez. Hangi sektörde ne kadar gücümüz varsa o kadar ve ne kadar etkili olabilirse o kadar. Yalnızca elinde silahı olanların konuştuğu, ulusal ve dinsel/mezhepsel temelde bir savaşa sürüklendiğimiz bir dönemde hangi ulusa veya inanışa sahip olursa olsun yine işçiler bu gidişatı durdurabilir. “TSK’nın Suriye’den çekilmesi” talebiyle ellerindeki her şeryden daha etkili olan üretimden gelen güçle egemenlere boyun eğdirmemiz mümkün olabilir.
1. Dünya savaşı gibi insanlık tarihinin en büyük vahşet dönemlerinden birinde, savaşın en enternasyonalist devrimciler; bir yandan “Zimmerwald Solu” olarak bilinen Marxistler, diğer yandan “Cenevre Anarşist Komünist Grubu” gibi anarşistler cesaretle bu çağrıyı yapıyordu. Bu yüzden biz de Cenevre Anarşist Komünistler Grubun’nun 1. Dünya Savaşı esnasında, Mayıs 1917’de kaleme aldıkları bildirideki çağrıyla bitirelim.*
Dünya işçilerine kendi dolaysız düşmanlarına; önderleri kim olursa olsun – ister Alman İmparatoru, ister Türk sultanı, ister Rus çarı, ister Fransa başkanı – bu düşmanlara saldırmaya çağırıyoruz. Biliyoruz ki emeğin irade ve bilincini yozlaştırma sorununda, demokrasi ile otokrasi birbirlerinden geri kalmazlar. Kabul edilebilir ya da kabul edilemez savaşlar arasında bir ayrım yapmıyoruz. Bizim için, yalnızca tek bir savaş vardır: Kapitalizme ve savunucularına karşı toplumsal savaş.
…
Kahrolsun savaş
Kahrolsun otoritenin ve sermayenin yönetimi
Yaşasın özgür halkların kardeşliği
* Kendi belgeleriyle Rus Devriminde Anarşistler – Hazırlayan Paul Arvrich – Metis Yayınları
Bir yanıt yazın