Son birbuçuk yıldır yaşananlar ve bir hafta arayla gelen İstanbul Beşiktaş’taki ve Kayseri’deki saldırılar, Türkiye’nin, Suriye ve Irak’tan sonra paylaşım savaşının üçüncü cephesi haline geldiğinin açık göstergeleri. Saldırıların ardından yapılan hamaset dolu konuşmalar, operasyonlar, intikam çağrıları, kışkırtılmış faşist güruhların yasal kurumlara dönük saldırıları ve Erdoğan’ın “Milli seferberlik” çağrısı devletin bu saldırıları baskı ve şiddeti arttırmanın bahanesi olarak kullanacağını gösterdi. Milyonlarca insan nerede ne zaman bomba patlayacak, kim ne zaman tutuklanacak, darbe mi olacak, yoksa daha kötü başka bir şeyler mi diyerek günlerini geçiriyor. Devlet içindeki belli başlı güçler yeni bir rejimin inşası konusunda anlaşmış görünse ve baskıyla toplum kontrol altında tutulmaya çalışılsa da bunun kolay olmadığı, daha fazla şiddet, daha fazla baskı, yıkım ve katliam dolu günlerin bizleri beklediği görülüyor. Bu durum ne yalnızca dış güçlerin bir oyunu ne de yalnızca AKP’nin saldırgan politikalarının sonucu. Hepsi birden ama bunun da ötesinde kapitalizmin yapısal krizinin yansıması. Türkiye bu krizin dolaysız sonucu olan küresel paylaşım savaşının üçüncü cephesi halini almış durumda. Bütün egemen güçler gibi AKP de bu durumdan çok memnun gözüküyor. Böylece bir yandan kendi iktidarlarını sağlamlaştırmanın, diğer yandan paylaşım savaşından pay kapmanın hesabını yapıyorlar.
Brexit, Trump ve İtalya’daki referandum örneklerinde olduğu gibi kapitalist sınıfın devlet aygıtı üzerindeki kontrolü sarsılıyor. Paylaşım savaşında bloklardan değil iç içe geçmiş çıkar çatışmalarından söz edebiliyoruz. Faşizm ve her türden gerici akım güç kazanıyor. Sağ ve sol popülist siyasetçiler düzen tarafından çözüm gibi sunulsa da bunlar her seferinde hayal kırıklığını arttırmaktan başka bir işe yaramıyor. Ara çözümlerin imkansız hale geldiği böylesi bir dönemlerde bir toplumsal devrim insanlığın yok oluştan kurtuluşun tek yolu haline geliyor. Pek çok kişi için devrimci bir alternatif üzerine tartışmak gerektiğini söylemek ayakları yere basmayan bir hayalperestlik olabilir ama gerçekçi gibi gözüken seçeneklerin işe yaramadığını gördük. Sistemin olağan biçimiyle sürdürülemediği, böylesi dönemlerde, devrim geniş kitleler gözünde daha gerçekçi bir alternatif olarak görülebilir. Ancak öncelikle bunun somut olarak ne anlama geldiğini ve nasıl mümkün olabileceğini, mücadele araçlarını, güncel mücadelelerle bağlantısını ortaya koymak gerekiyor.
Onlar kazandıkça insanlık sefalet ve barbarlığa doğru gidiyor
Yaşanan iktidar kavgalarında ve uluslararası düzeydeki paylaşım savaşında emekçilerin, sıradan insanların bir çıkarı yok. Bu yüzden yalnızca her katliamla daha fazla içimize kapanıyor, kimi suçlu görüyorsak ona lanet okumaktan başka bir şey yapmıyoruz. Hareket etme mecalini bulanlar da egemen güçlerden birine eklemlenmekten ve karşı cephede yer alanları düşmanlaştırmaktan başka bir şey yapmıyor. İnsanlık tarihi boyunca defalarca gördüğümüz senaryo tekrarlanıyor; sömürücü bir azınlğın kapalı kapılar ardında, fildişi kulelerde kararını aldığı savaşlarda yoksullar, emekçiler ölüyor ve öldürüyor.
Bunlar olabiliyor çünkü bu düzeni ortadan kaldıracak özgür ve adil bir dünya mücadelesi hâla zafere ulaşamadı. Denemelerimiz cılız kaldı, yenildi. Her denememiz bizlere gelecekte ne yapmamız gerektiğine dair olumlu ve olumsuz deneyimler bıraksa da, biz yenildikçe geniş kitlelerin özgür bir dünya olabileceğine olan inancı zayıfladı, barbar akımlar ve onları palazlandıran kapitalist sınıf daha fazla güçlendi, daha fazla savaş başlattı, daha fazla sömürdü. Biz yenildikçe daha fazla insan öldü, sakat kaldı, yaşadığı yerleri terk etmek zorunda kaldı, yabancı düşmanlığı daha fazla güç kazandı, ekolojik yıkım daha fazla derinleşti, şehirler daha fazla betonla doldu.
2000 yılının Ekim ayında cezaevindeki hemen hemen tüm sosyalist örgütlerden siyasi mahpuslar F Tipi hücre sistemine karşı daha sonra ölüm orucuna dönüşecek olan açlık grevi başlatmıştı. Dışarıda da kitlesel sokak eylemleri yapılıyor, eylemlerin çoğuna polis saldırıyordu. Süreç devam ederken Gaziosmanpaşa’da iki polis öldürüldü. Bunun ardından polisler ellerinde silahlarla yürüyüşler düzenlediler. F Tipi tecrite karşı sokak eylemlerine katılım ciddi biçimde azaldı. Zaten bundan kısa süre sonra, 19 Aralık 2000 tarihinde devlet “Hayata Dönüş Operasyonu” adı altında cezaevlerinde bir katliam gerçekleştirdi. Bu operasyonda 30 siyasi mahpus, ölüm oruçlarında ise toplam 122 kişi hayatını kaybetti. 19 Aralık katliamı ve ölüm oruçlarında -dahil oldukları siyasal eğilimlerle ve bu eylem biçiminin doğru yada yanlış olduğu ile ilgili tartışma bir yana- kendini öldürebilecek kadar mücadeleye adanmış onlarca insanın kaybedilmesi, fazlasıyla insanın sakat kalması hepimiz açısından etkileri hâla süren telafisi zor bir yenilgiydi.
11 Eylül 2001’de Dünya Ticaret Merkezi’ne ve Pentagon’a saldırı düzenlendi. Saldırıyı El-Kaide üstlendi. ABD bu saldırıyı bahane ederek, 7 Ekim 2001’de Afganistan’ı işgal etti. Daha sonra Bush hükümeti, Saddam’ın kimyasal silahları olduğunu gerekçesiyle Irak’ın işgali planını ortaya attı. Türkiye’de ciddi bir savaş karşıtı tepki ortaya çıktı. ABD’nin desteğiyle iktidara gelen AKP’nin ilk icraatı bu savaşı desteklemek oldu. Ancak %90’lara varan savaş karşıtlığı ve henüz yeni bir parti olan AKP’nin iç denetimi oturtamamış olmasının etkisiyle TSK’nın yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunmasını öngören tezkere 1 Mart 2003’te mecliste reddedildi. Ancak dünyanın dört bir yanında ortaya çıkan savaş karşıtı hareket Irak’ın işgalini engelleyemedi. Bugüne kadar milyonlarla ifade edilen sayıda insan işgal ve sonrasında yaşanan çatışmalarda hayatını kaybetti, bir o kadarı yaşadığı yeri terk etmek zorunda kaldı. Ve bu işgal Irak’ın parçalanmasına, IŞİD gibi cihatçı çetelerin ortaya çıkmasına, güçlenmesine ve bölgede kaosun giderek yayılmasına zemin hazırladı. Yine biz yenilmiş, onlar yenmişti…
27 Ekim 2005’de Paris’te Kuzey Afrika kökenli iki gencin polisten kaçarken sığındıkları elektrik trafosunda çarpılarak yaşamlarını yitirmeleriyle başlayan, Fransa’nın pek çok yerine yayılan ayaklanma günlerce devam etti. Ayaklanmanın temelinde Fransa’da yaşayan göçmenlere dönük ayrımcılık ve bu ayrımcılıkla da beslenen yoksulluğa duyulan tepki vardı. Fransız resmi solu ve sendikalar sürece mesafeli yaklaştı. Devrimci güçlerin gerek Fransa’da gerekse uluslararası alanda desteği sembolik düzeyde kaldı. Nihayetinde ayaklanma bastırıldı, göçmenlerin sorunları çözülmedi, sistemin dışına atılmış yoksul göçmenler devrimci bir anlayışla örgütlenemedi. Aradan yıllar geçtiğinde Fransa başta olmak üzere Avrupa’nın dört bir yanından Müslüman gençler IŞİD gibi barbar örgütlere katıldı, Avrupa’da saldırılar yaptılar.
Daha sonra özelleştirme ve taşeronlaştırma politikalarına karşı mücadelelerde, TEKEL direnişinde, irili ufaklı onlarca işyeri mücadelesinde, HES’lere veya kentlerin yağmalanmasına karşı direnişlerde vb. pek çok defa yenildik. Biz yenildikçe onlar güçleniyor, zenginleşiyor, büyük bir çoğunluk ise daha fazla yoksullaşıyor, yaşam alanları yok ediliyor, doğa tahrip ediliyordu.
2011 yılında Suriye’de savaş başlamış, AKP hükümeti bu savaşa müdahil olmuştu. Suriye’de yanan ateşin kıvılcımlarının Türkiye topraklarına sıçraması uzun sürmedi. Reyhanlı’da patlayan bomba nedeniyle 52 kişi hayatını kaybetti. Erdoğan’ın “ustalık” dönemi olarak tanımladığı bir dönemdi. Muhaliflere dönük baskılar, tutuklamalar, kadınlar başta olmak üzere çeşitli toplumsal kesimlerin kişisel özgürlüklerini kısıtlayan politikalar artmıştı. Polisin tek tek kişilere dönük ölüme varan şiddet vakaları yaygınlaşıyor, 1 Mayıs’ta Taksim’e çıkmak isteyen işçilerden, Beşiktaş taraftarına herkese polis tarafından acımasızca saldırıyordu. Yaşadıkları alanlar AVM, gökdelen ve toplu konutlarla yaşanmaz hale gelmiş, devlet tarafından yaşam tarzına sürekli müdahale edilen önemli bir kısmı neo-liberal politikalarla yoksullaşmış beyaz yakalı genç işçilerden oluşan insanlar alttan alta derin bir öfke biriktirmişti. Her yere bina dikmeye dayalı rant ekonomisinin ürünü olarak İstanbul’un merkezindeki ender yeşil alanlarından biri olan Gezi Parkı’nı yıkma çabası ve buna karşı başlayan barışçıl eyleme dönük vahşi saldırı bardağı taşıran son damla oldu. İstanbul’da başlayan direniş, kısa sürede tüm ülkeyi saran bir isyan dalgasına dönüştü. Direniş günlerce sürdü, Gezi Parkı’nda dayanışmaya dayalı yeni bir yaşamın nüveleri oluşturuldu. Ancak hareketin somut hedefleri yoktu. Medya ve kolluk kuvvetleriyle egemenler tüm gücüyle saldırdı, gencecik çocuklar katledildi, onlarca kişi yaralandı, sakat kaldı ve nihayetinde direniş sona erdi, sonrasına bir şey aktarılamadı. Bugün ranta dayalı ekonominin çöküşü ve yeni bir ekonomik krizin gelmekte olduğundan söz ediliyor, içeride ve dışarıda ulusal/mezhepsel temelde şiddet derinleşiyor ve artık barış umudundan kimse söz etmiyorsa bu biz yenildiğimiz, onlar kazandığı için oldu.
Sonrasında arka arkaya seçimlerle toplumsal muhalefet paralize edildi. Amaç yeni özgür bir dünya için örgütlenmek değil seçimlerle “bir gedik açmak” oldu. Önümüze konulan seçim tiyatrosuyla oyalandık, gerçek mücadeleyi es geçtik, egemenler arası güç mücadelesiyle bölündük. En büyük yenilgilerimizden biri buydu. 7 Haziran seçimlerinden sonra AKP tek başına iktidar olacak çoğunluğu elde edemeyince yalancı bir zaferle teselli bulduk. Aradan çok vakit geçmedi, 20 Temmuz 2015’te Suruç’ta gencecik çocuklar katledildi ve Kürt ulusal hareketiyle savaş yeniden başladı, askeri ve siyasi operasyonlar çoğaldı. Ancak savaşa karşı tepkiler yükseliyordu, siyasetçiler asker cenazelerini propaganda alanı olarak kullanamıyordu. Böylesi bir dönemde savaşa karşı 10 Ekim 2015’te Ankara’da gerçekleşecek olan miting başlamadan önce, Türkiye tarihinin en büyük siyasal katliamı gerçekleştirildi. Böylece büyümekte olan savaş karşıtı tepkinin önüne geçilmiş oldu. Arka arkaya gelen Suruç ve Ankara katliamlarıyla basit basın açıklamasına gitmek bile cesaret işine dönüştü. Yoksulluğa, savaşa karşı mücadele edebilecek, tüm bu yaşananlara dur diyebilecek insanlar yenilgi ve korku hissiyle evlerine çekildi. Yine biz yenildik, yine onlar kazandı.
Sömürünün olmadığı, özgür bir dünya için mücadele eden insanlar yenildikçe barbarlık güç kazandı, insanlar içlerine kapandı, umutlarını günden güne yitirdi. Uluslar arasında bir savaşa karşı çıkanlar yenildikçe savaş ve kaos daha da derinleşti, meydanda yalnızca güç, para ve iktidar peşindeki egemen klikler kaldı. Bu yüzden için büyük şehirlerdeki bombalı saldırılar sıradanlaştı, Kürt şehirleri yıkıldı ve 1,5 yılda her kesimden yüzlece insan yaşamını yitirdi. Biz yenildiğimiz için cihatçılar ve ırkçılar güç kazandı, 15 Temmuz’da darbe girişimi oldu, OHAL ilan edildi ve bugün Fettullahçılarla uzaktan yakından ilgisi bulunmayan muhalif gazeteci, siyasetçi,avukat binlerce insanın tutuklandığı, memurluktan atıldığı, derneklerin kapatıldığı ağır bir baskı dönemine girdik. Sınıfların ve sınırların olmadığı bir dünya yaratamadığımız için, mülteci sorunu çözümsüz bir hal alıyor, kapitalizmin insanların yaşamlarını daha zor hale getirecek ekonomik ve siyasal krizler üretmeye devam ediyor.
Dünya nüfusunun yalnızca %1’ini oluşturan sömürücü azınlık dünyadaki servetin %80’ini elinde tuttuğu, zenginler ve yoksullar arasındaki uçurumun giderek arttığı bu düzende kimse barıştan ve istikrardan söz edemez. Emekçiler öfkelerini gerçek düşmana yani kapitalist sınıfa ve onların devletine yöneltmediği ve ulusal/dinsel/mezhepsel düzlemde saflaşıp birbirleriyle savaştıkları müddetçe kaostan başka bir şey umamayız. Bu da yine o sömürücü azınlığın iç çelişkileri ve çatışan çıkarları için başlattıkları savaşlara “insan malzemesi” yaratmaktan başka bir anlama gelmez.
Ne Trump gibi sağ popülist siyasetçiler ne de Çipras gibi sol popülist siyaetçiler milyonlarca emekçi için bir kurtuluş alternatifi sunmuyor. İçinden geçtiğimiz kaos ve barbarlık koşullarında kurtuluş için tek yol, bu sömürü düzenini ve bütünüyle sınıflı toplumu ortadan kaldıracak, üretim ilişkilerini ve beraberinde toplumsal/siyasal tüm ilişkileri kökünden değiştirecek bir toplumsal devrimdir. Peki böylesi bir alternatif nasıl mümkün olabilir?
Kapitalizmin yapısal krizi ve devrimci bir emek mücadelesi
Yaşamlarımızı giderek daha fazla dayanılmaz hale getiren kapitalist barbarlıktan kurtuluşun yolu “demokrasiyi ve insan haklarını güçlendirmek” değil. Sınıflı toplumda demokrasiden söz edemeyiz. Kapitalist düzende “demokrasinin” egemen güçlerin kendi çıkarları için kolayca manipüle edebileceği bir kavram olduğuna dair hep birlikte yaşadığımız onlarca örnek sayabiliriz. Kapitalist toplumda eşit haklar, özgür seçimler, ifade özgürlüğü vb. yoktur, sınıfsal çıkarlar vardır. Bu düzenin devam etmesi yalnızca kapitalist sınıfın çıkarınadır, işçi sınıfının çıkarı ise bu düzenin ortadan kalkmasıdır ve bunu ancak işçi sınıfı gerçekleştirebilir. Ve insanlığın yok oluşa sürüklenmesinin önüne geçilebilmesinin yolu bu olduğu için işçi sınıfı günümüz insanlığının geleceğini temsil eden tek sınıftır. Dolayısıyla kurtuluşun anahtarı uluslararası düzeyde gerçek anlamda bağımsız ve devrimci bir emek hareketinin yaratılabilmesinden geçmektedir. Ancak bu yolla sürecin tersine çevrilebilmesi mümkün olabilir.
Türkiye’de emek mücadelesi denilince dar anlamıyla bir ekonomik mücadele anlaşılıyor. Bu yüzden bundan ne kastettiğimizi açıklamak önemli. Kapitalizm yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda siyasal bir sistemdir. Dolayısıyla en basit hak arama direnişinden, devrimci kalkışmalara işçi sınıfının mücadeleleri siyasaldır, ekonomik, siyasal ve toplumsal bir sistem olarak kapitalizmi yıkmaya dönüktür. En küçük yerel emek mücadeleleri dahi doğal akışı içerisinde kapitalizmin karşısında konumlanır. Bu doğal akışında böyle olsa da düzen siyasal aygıtları, polisinden askerine, yargısından mafyavari faaliyetlerine zor aygıtları ve medyasından eğitim kurumlarına, sendikalarından düzen partilerine ideolojik propaganda aygıtlarıyla bu sürecin önüne geçmeye çalışır.
Tüm bunlara rağmen son dönemde, kapitalizmin yapısal krizi derinleştikçe genel olarak toplumsal mücadeleler ve özel olarak da işçi sınıfının işyeri ve işyeri dışı mücadeleleri yükselmektedir. Son birkaç yıla baktığımızda Fransa’da, Yunanistan’da, Şili’de Çin’de, Türkiye’de ve dünyanın başka pek çok yerinde kitlesel sokak eylemleri ve grevler artmaktadır. Mülksüzleşmiş önemli bir kısmı hizmet sektöründe çalışan genç işçilerin ve mülksüzleşme tehlikesi altındaki yeni orta sınıfların önemli oranda katıldığı Gezi direnişi bunun bir örneğidir. Gezi direnişi yalnızca yaşam tarzına müdahaleye değil ranta dayalı ekonomik yapıya karşı bir tepkinin sonucu olarak anti kapitalist ve son dönemde kadınlar üzerinde artan baskı, ayrımcılık ve erkek egemen, muhafazakar söylem ve politikalara karşı baskının sonucu olarak anti patriyarkal bir nitelik taşımaktaydı. Bu yönleriyle daha ileriye taşınabilecek bir kalkışmaydı. 2015 yılında gerçekleşen Metal Fırtına olarak adlandırılan metal işçilerinin mücadelesi de öncesindeki Greif (Sunjüt), Seyitömer Elektrik Santrali işçilerinin, Halkalı Temapark Mesa Blokları şantiyesinde çalışan işçiler ve benzeri direnişlerin çoğalması da işçi sınıfının alttan alta kaynamakta olduğunu göstermektedir. Bu örnekler resmi bir sendika olmaksızın, hatta sendikayı karşısına alarak ve üretimi durdurmak, yolu kapatmak biçimindeki mücadeleleri tarihi öneme sahiptir. Egemen klikler arasındaki çatışmaların ve paylaşım savaşının kızıştığı, insanların ulus, din ve mezhep üzerinden saflaştığı böylesi bir dönemde bu iki örneği sahiplenerek ve hataları ve doğrularıyla bu süreçleri tartışarak yola çıkabiliriz. Bunlar bize yalnızca umut veren değil, eylem ve karar alma biçimlerinden, Türkiye solunu ve sendikalarının hantal bürokratlar haline getiren kurumsallığı karşısına almasına yol gösteren mücadelelerdir. Yunanistan’daki borç krizine karşı mücadeleler ve sol popülist Çipras’ın ihaneti, Wall Street’i işgal et eylemleri, 2016 yılı başında Fransa’da çalışma yasası tasarısına karşı yapılan eylemleri ve “Nuit Debout/Gece Ayakta” hareketi, olumlu ve olumsuz yanlarıyla üzerine düşünmemiz gereken örnekler. Uluslararası emek hareketi bu mücadelelerin üzerinde temellenebilir. Bugün ihtiyaç duyduğumuz parçalı mücadelelerin birleşmesi ve emekçilerin ortak devrimci bir program etrafında birleşme çabası içerisine girmesidir. Yaşadığımız yerellerde veya işyerlerinde bu tartışmaları yürüterek ve gündelik sorunlarımıza dair basit dayanışma faaliyetleri gerçekleştirerek hareket etmeye başlayabilir, bağlantımız olan farklı yerlerde de bunun olması için çaba harcayabiliriz. Diğer yandan pek çok yerde başlayan grevdeki veya direnişteki işçilerle ilişki kurmak, dayanışmak ve onlarla bunları tartışmak sürecin bir diğer adımı olabilir. Ve elbette belli bir vadede farklı yerellerde –ve mümkün olduğu koşullarda uluslarası düzeyde- bir koordinasyon, en azından deneyim aktarımlarının bürokratik olmayan yollarını aramalıyız. Tüm bunlarda kısa vadede sonuç almayı beklemeden hareket etmemiz gerektiğini aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor.
Unutmamamız gereken resmi sendikaların en iyi ihtimalle mücadele içinde bürokrasi üreten kamburlar olduğudur. Dolayısıyla bağımsız ve devrimci bir emek hareketinden kastımız hiçbir biçimde sendikalar değildir. Bürokratik yapıları bir kenara, resmi sendikalar emek hareketini sistem içi ekonomik mücadelelere sıkıştırırlar. İşçileri iş kollarına bölen, çalışma alanlarıyla ve yasalarla sınırlı sendikalar patronların çıkarına hizmet eden iki şey yaparlar. Birincisi sistemi yıkacak potansiyeli sistem içine hapsederek açık biçimde devrimci potansiyelini boğarlar. İkincisi o anki emek mücadelesinin lokal sınırlı kazanım elde etme imkanlarını kısıtlarlar. Çünkü patronlar veya patronlara hizmet eden devletlerin işçilerin taleplerini karşılamasının en önemli nedeni daha büyük, onların çıkarına olan bu sisteme zarar verecek hatta onu yıkabilecek bir hareketin ortaya çıkmasını engellemektir. Diğer bir neden ise, işçiler mücadele ettiği zaman uğrayacağı zararın işçilere istediklerini verdiği zaman uğrayacağı zarardan daha fazla olacağını görmesidir. Kapitalizmi karşısına almayan bir sınıf hareketi sistemin tanıdığı yasal sınırları aşamaz, işçiler kendiliğinden bunu yaptığı zaman buna karşı çıkar, engellemeye çalışır. Yakın ve uzak tarihimiz bunun örnekleriyle doludur. Türkiye’deki resmi sendikalar tümüyle yozlaşmıştır. İşçilerin ihtiyaçlarına karşılık vermemekte, tam tersi onların mücadelesini geriye çekmektedirler. Yukarıda saydığımız ve çoğaltabileceğimiz mücadele örnekleri işçi sınıfında yeni bir mücadele aracı ve yöntemi arayışı olduğunu göstermektedir. İşçilerin, kendini yasalarla sınırlamayan, iç işleyişi doğrudan demokrasi ilkesine dayanan, mücadeleci, örgütlenme alanı iş yerleri ile sınırlı olmayan, işçilerin yaşam alanlarını kapsayan bir örgütlenme, somut bir ihtiyaç olmanın yanı sıra radikal bir kitle hareketi yaratabilmenin ön koşuludur.
Böylesi bir örgütlenmenin, egemen sınıfın tüm kliklerinden, ulusal savaş aygıtlarından ve tüm siyasal partilerden bağımsız olması gerekir. Bu, ulusal savaşlara bütünüyle karşı çıkılması ve bu savaşların hiçbir tarafını doğrudan veya dolaylı desteklenmemesi anlamına gelir. Tersine egemen bloklar arasında süren kavganın ve çevremizi sarmış olan paylaşım savaşının parçası olmayı reddetmemiz ve sınıf kardeşlerimizin bu kavgaların parçası olmasını engellemek için mücadele etmemiz gerekir. İçinde bulunduğumuz koşullarda tüm bölgeyi sarmış olan bu savaşı nasıl durduracağımız üzerine düşünmek acil ve hayati bir iştir. Kürt meselesinde silahların susması, Türkiye’nin Suriye’den çıkması ve genel olarak bölgede süren savaşı körükleyen politikalarından vazgeçmesi için mücadele yöntemleri geliştirmemiz, bu talebi toplumun geniş kesimlerine etkili biçimde anlatmamız gerekir. Ve belki bugün böylesi bir örgütlenmenin oluşturulabilmesinin zemini de savaş karşıtı bu mücadele olabilir.
Emek hareketinin enternasyonalist olmasından kastımız ise ulusal kurtuluş hareketlerini sahiplenmek ve onlara yedeklenmek değildir. Enternasyonalizm uluslararası sınıf hareketini sahiplenmek ve onun bir parçası olarak davranmaktır. Toplumlar kapitalizmle birlikte ve o toplumdaki kapitailst sınıfın çıkarına olarak ulus devletler biçiminde bölünmüşlerdir. İşçilerin çıkarı, dahil oldukları ulusun çıkarıyla örtüşmez. Tersine ulusal çıkar denilen şey işçi sınıfını böler. Oysa sömürü düzenine karşı dünyanın her yerindeki işçilerin çıkarları ortaktır. Kürsel bir sistem olan kapitalizme karşı ancak işçi sınıfının uluslar arası düzeyde örgütlülüğü ve dayanışmasıyla mücadele etmemiz mümkündür. Diğer yandan emek hareketinin sınıfı bölen ayrımcılıklara karşı çıkması da zorunluluktur ve emek hareketi bu yönüyle de siyasaldır. İşçilerin kapitalizm karşısında çıkarları ortaktır. Ancak bu, işçilerin güncel veya genel pozisyonları gereği özgün talepleri olmayacağı anlamına gelmez. Dil, ulus, dini inanç, cinsiyet vs. yönünden ayrımlar, bu sistem tarafından yapay biçimde yaratılmış olsun yada olmasınlar, gerçekliktir. Dolayısıyla bunlardan kaynaklı ayrımcılıklara karşı mücadele etmek bağımsız bir emek hareketinin temel görevlerinden biri olmalıdır.
Tüm bunlara hayalcilik deyip geçmek, bizi sürüklemek istedikleri umutsuzluk çukurunda kalmaya devam etmek için çok fazla nedenimiz var. Fakat her şey giderek daha kötüye giderken, yaşamlarımız katlanılmaz hale gelirken ve insanlık kendi felaketini kuruyorken başka çaremiz var mı? Hangimiz hiçbir şey olmamış gibi yaşamına devam edebiliyor? Geçmişte kazanamadığımız için tüm bunlar oldu ve neden kazanamadığımız konusunda ciddi biçimde düşünmemiz, hatalarımızı bulmamız gerekiyor. Ama daha önemlisi bugün kazanamazsak daha kötüleri olmaya devam edeceğinin farkında olmalıyız. Dünyada sayısız defa olduğu gibi savaş daha derinleştiği, şehirler yıkıldığı, komşular birbirini öldürmeye başladığında, sefalet içinde yaşadığımız yerlerden göç etmek zorunda kaldığımızda iş işten geçmiş olacak. Bir süper kahraman gelip bizi kurtarmayacak. Egemenler arasında çelişkilerden de kurtuluş çıkmayacak, AKP bir şekilde gitse de işler düzelmeyecek. Ya başka bir dünya, başka bir yaşam kuracağız yada yok olacağız. Bunun için en azından tartışmaya başlamak gerekmiyor mu?
Bir yanıt yazın