Hazır duruyorken, bir düşünelim – Cem Gök

Yaşadığımız topraklarda düzen çatırdarken ayağmızın altındaki toprağı da sallıyor. Dehşete kapılmamak elde değil. Sarsan biz değiliz çünkü ve yıkılmakta olanın yerine yenisini koyacak kudreti ve cesareti de görmüyoruz kendimizde. Bu yüzden gitmek var hep aklımızıda bugünlerde. Bir yerlerden değil, varlığımızdan, bugüne kadar olduğumuzdan kaçıp gitmek, olağana, oldurulagelmiş olana… Ahmet Telli’nin dediği gibi “Gitmek. O kaos duygusu, aklın, sarsıntılarla yorgun düşüşü, bilincin kamaşması belki de.”

Oysa uzun süredir olağan diye bildiklerimiz yok artık. Yalnızca bu topraklarda değil dünyanın pek çok yerinde her şey “olağandışı”… Kısa yaşamlarımız için olmasa da insanlığın var oluşu için bu da olağan aslında. Yeni krizler, sarsıntılar, yok oluşlar ve insanlığın daha iyi bir dünya kurabilmesi için yeni olasılıklar… Yalnızca daha kötüye gidişin olası olduğu değil daha iyiyi kurmanın imkanlarının da oluştuğu bir dönemin içindeyiz. Hangisi olacağını bu dönemde yaşayan bizler karar vereceğiz. 1871’de Fransa’da, 1917’de Rusya’da, 1937’de İspanya’da yaşayan emekçilerin denediği yolu deneyecek ya da pek çok defa olduğu gibi paylaşım savaşlarının piyonları olarak birbirimizi kıracak, insanlığın yokluk, sefalet ve yıkım dolu yeni bir döneme girmesine şahitlik edeceğiz. Ancak bu defa muhtemelen öncekilerden daha belirleyici, insanlığın gidişatına daha fazla etki edecek bir karar olacak bu.

Yaşadığımız sürecin ağırlığı ve sıcaklığı panik halinde oraya buraya savrulmamıza neden oluyor. Dolayısıyla bir nefes almaya, durup, düşünmeye ihtiyacımız var. Yaşadıklarımızı tanımlamaya çalışalım öncelikle…. 2008 yılında ABD’de başlayan “subprime mortgage” krizi pek çok iktisatçıya göre hala bitmedi, kürsel düzeyde resesyon (üçüncü büyük depresyon veya derin durgunluk) halini aldı. 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı ile kıyaslanan bu süreç, siyasal, toplumsal ve ekonomik sonuçları göz önüne alındığında, kapitalizmin yeni bir yapısal krizine dönüşmüş durumda. Yoksulluk ve gelir eşitsizliği giderek artıyor, ekolojik yıkım geri dönülmez bir hal alıyor, savaşlar yayılıyor, şiddetleniyor, her yerde rejim krizleri ortaya çıkıyor, yönetimler otoriterleşiyor, Avrupa’da faşizm göçmen karşıtlığından da beslenerek güç kazanıyor, dünyanın pek çok yerinde yaşayan Müslümanlar cihatçı çeteleri kurtuluş için bir çekim merkezi olarak görüyor… Egemen güçler arasında bir denge ve dolayısıyla bir istikrar söz konusu değil. Dünyanın dört bir yanındaki emekçiler de pek çok noktada milliyetçi ve dinsel/mezhepsel olarak saflaşıyor, kendilerini egemen kliklerden birini tercih etmek zorunda hissediyorlar. Emekçi kitleler gerçek düşmanla değil birbirleriyle savaşmak için cepheleştikce kaos daha da derinleşiyor.

Türkiye’deki baskı ve şiddet ortamı dünyada yaşanan bu süreçten bağımsız değil, hatta belki de yayılmakta olan küresel karmaşanın öncülerinden biri. 17-25 Aralık 2013 sonrasında iktidarı paylaşan egemen güçler arasında çatışmanın patlak vermesiyle birlikte devletin egemen sınıfın çıkarlarına hizmet eden bir zor aygıtından başka bir şey olmadığı, burjuva demokrasisinin; yargı bağımsızlığı, erkler ayrılığı, özgür seçimler gibi kavram ve kurumlarıyla topyekün aldatmacadan ibaret olduğu açığa çıktı. Ancak kendini devrimci olarak tanımlayan güçler tarafından bunu geniş kitlelere anlatacak söylem ve politikalar geliştirilemedi. Süreç kapitalizmin krizinin bir yansıması olarak Türkiye sermaye iktidarının rejim bunalımı şeklinde ele alınmadı, dar anlamıyla AKP’nin anti-demokratik, otoriter, gerici vb. uygulamalarına indirgendi. Bu dönemin kapsamlı özeleştirisini yapmak öncelikli işlerimizden biri olmalı ama şimdilik bu tartışmayı bir kenara bırakalım…

7 Haziran 2015 seçimlerinde HDP’nin %13’ün üzerinde oy alması ve AKP’nin tek başına iktidar olacak çoğunluğu elde edememesinin yarattığı “zafer sarhoşluğu” sonrasında hepimiz için kabus gibi bir dönem başladı. 15 Temmuz darbe girişimi ve sonrasında yaşananlar ise düzenin iç çelişkilerinin ne kadar derinleştiğini, rejimin çökmekte olduğunu, iktidarı elinde tutmak için mücadele eden güçlerin bunun için her şeyi göze aldıklarını ve kendimizi bir gecede bir kaotik bir savaşın içinde bulabileceğimizi gösterdi. 17-25 Aralık’la ayyuka çıkan rejim bunalımı çöküşle sonuçlanmıştı. Devlet bürokrasisi büyük oranda tasfiye edildi, devletin geleneksel organları dönüştürüldü/etkisizleştirildi. Ancak AKP’nin tüm çabalarına rağmen yıkılan rejimin yerine halen yenisi kurulmuş, “istikrar” sağlanmış değil. FETÖ soruşturmalarının genişliği AKP’nin başat isimleri dahil kurucu kadrolarına dayanınca frene basılmış olsa da sular kolay kolay durulacak gibi gözükmüyor. Mesele biraz kendi kendini yiyen yılana benziyor. (Google’da aratın, hiç hoş değil) Böylesi bir ortamda bugüne kadar AKP ile dava/çıkar birliği yapmış olanların “tek adama” sırtını dayamaktan, onu güçlendirmekten, onun için ölümüne mücadele etmekten başka çaresi bulunmuyor. Bir yandan siyasal atmosferi kızıştıracağı bilinmesine rağmen başkanlık tartışmalarının yeniden gündeme getirilmesinin, diğer yandan açık açık silahlanma çağrılarının yapılmasının altında yatan bu… Ekonomik krizin konuşulduğu bir ortamda Türk kapitalist sınıfı da Erdoğan’ın ellerindeki tek alternatif olduğunu düşünüyor olacaklar ki 15 Temmuz’dan bu yana destek veriyor gibi gözüküyor. Ancak birleştirici unsur gerçek bir “davadan” çok gündelik bireysel çıkar/korkuya dayalı hesaplar olunca, kim kimin arkasında ne kadar duracak, yakında kim kimi harcayacağı belirsizleşiyor ve dolayısıyla sahip oldukları tüm imkanlara rağmen AKP’de kendine güvensizlik hali sırıtıyor. En büyük şansları karşılarında onları zorlayacak bir toplumsal muhalefetin olmaması.

İçerideki “yüksekten” söylemlerin ve Rusya ile yakınlaşma görüntülerinin aksine Türkiye dış politikası ise büyük oranda ABD/NATO ekseninde devam ediyor ve bu defa daha gözü kara biçimde. Bugün için dünyada çıkarları tümüyle birbiriyle örtüşen blokların varlığından söz edemiyor olmamızın bir görüngüsü olarak Türk devletinin çıkarlarının da ABD ile çeliştiği ve örtüştüğü noktalar mevcut. Dolayısıyla AKP’nin asıl isteği ABD emperyalizminin hedefleri doğrultusunda hareket etmek olmasa da Türkiye Cumhuriyeti ekonomik olarak dışa bağımlı bir sermaye devleti ve AKP bir sermaye partisi. İzleyeceği politikalar önüne konulan imkanlarla ve uluslararası dengelerle sınırlandırılmış durumda. Dolayısıyla Suriye ve Irak gibi tüm dünyanın müdahil olduğu bir meselede bağımsız davranması mümkün değil. Diğer yandan tarif ettiğimiz bıçak sırtında durumun gerektirdiği iç politik hesapların, akıl dışı gözüken adımlar atılması ihtimalini arttırdığı da açık. Cihatçı çetelerin açıktan desteklenmesi, her yönüyle pek çok risk taşıyan Fırat Kalkanı operasyonunda PYD ile çatışmaya girilmesi, Musul konusunda Irak Merkezi Hükümeti ile gerginliği giderek arttıran söylemlerin kullanılması sınırları zorlayan adımlara örnekler. Kuşkusuz bize dışarından öyle değilmiş gibi gelen bazı adımların NATO/ABD’nin isteği ya da en azından rızası ile gerçekleşiyor olması da mümkün.

Bugün Suriye ve Irak ekseninde gelişen bu süreçte Türkiye aktörlerden sadece bir tanesi. Başından bu yana özellikle Suriye’de savaşın derinleşmesi ve sürecin giderek gerginleşmesinde Türkiye’nin etkisi büyük olsa da, bugün Suriye ve Irak’ta birbirinden farklı hesapları olan onlarca aktörün dahil olduğu bir küresel paylaşım savaşı söz konusu ve savaş buralarla sınırlı kalacak gibi gözükmüyor. Türkiye de giderek savaşın bir cephesi haline geliyor. 20 Temmuz 2015’ten bu yana bunun etkilerini görüyoruz ve daha fazlasını görmeye devam edeceğimiz anlaşılıyor. Ancak savaşın yayılabileceği sınır Türkiye de değil…

Mevcut haliyle Türkiye solunun ve genel olarak toplumsal dinamiklerin kısa vadede bu gidişatı değiştirebilecek bir etki yaratma olasılığını göremiyoruz. Dolayısıyla solun önemli bir kısmı önlerindeki tek güçlü alternatif olan HDP’ye bel bağlamış durumda. Geri kalanlarının önemli bir kısmının da -zaten çoğu genlerinde devletçi, Kemalist anlayışı taşıyor olmalarının da katkısıyla- yüzlerini CHP’ye dönmeleri olası. Ancak bu, bir tarafında Sünni Türklerin, diğer tarafında Kürtlerin, bir tarafında ise Aleviler ve “batıcı” Türklerin bulunduğu sosyolojik bölünmenin bir parçası olmaktan başka işe yaramayacak bir “strateji”. Bizler bu saflaşmanın hiçbir yanında olamayız. Bangır bangır yaptıkları silahlanma çağrılarından AKP’lilerin hazırlandığını anladığımız, olası bir iç savaşta saflaşmanın da bu sosyolojik duruma göre olacağı açık. Görünen kapitalizmin yarattığı yıkıntının altında yine biz kalacağız, egemen güçlerin çıkarları ve iktidar hesapları adına savaşacağımız, birbirimizi katledeceğimiz bir sürecin arifesinde olabiliriz.

Ancak dediğimiz gibi savaşın yayılabileceği alan Türkiye’den ibaret olmayabilir ve öyle ya da böyle (bugüne kadar olanların yalnızca Suriye veya Iraklıları etkilemediği gibi) Türkiye’de krizin derinleşmesi de yalnızca Türkiyeli emekçileri etkilemeyecektir. İçinden geçtiğimiz bütün dünya emekçilerini giderek içine almakta olan bir fırtına. Rusya ve Ukrayna arasındaki kriz çözülmüş değil. Devletlerin silah harcamalarını giderek artıyor. Batı ülkeleri açısından, bir yandan IŞİD gibi cihatçı örgütlerin eylemleri, diğer yandan mülteci meselesi çözümü olmayan sorunlar haline gelmiş durumda. Sağ popülist siyasetçilerin “sınırları kapatmak” gibi önerileri giderek daha fazla kabul görüyor. İngiltere’nin AB’den çıkma kararı, Avrupa ülkelerinde faşist örgütlerin giderek güç kazanması, ABD’de Trump’ın söylemlerinin geniş kesimlerde karşılık bulması, kitlelerin popülist sağ siyasetçilerin radikal önerilerini çözüm olarak benimsemeye hazır olduklarının, rejim krizlerinin batılı ülkeler için de kapıda olduğunun göstergeleri. Sistem içi, ara çözümlere ise artık kimse inanmıyor.

Tüm bu gelişmelerin nasıl sonuçlanacağı yine işçi sınıfının uluslararası düzeyde devrimci bir alternatif yaratma iradesini gösterip göstermeyeceği belirleyecek. Sistemin artık olağan biçimiyle işlemeyeceği açık. Egemenler bu yapısal krizi aşmak için 1. ve 2. Dünya savaşlarında olduğu gibi katliamlar ve yıkımla dolu bir dönemi göze almış gözüküyor. Ancak asıl kararı verecek olan bu talihsiz zaman diliminde yaşayan bizleriz, dünyanın her yerinde bu sistemden çıkarı olmayan emekçiler… Ya ulusal ve dinsel/mezhepsel olarak bölünerek kaosun derinleşmesine hizmet edecek ya da uluslararası düzeyde birliğimizi güçlendirecek ve kendi alternatifimizi yaratacağız. Bizlerin; bu topraklarda ümitsizlikle sinmiş olan, dünyanın bir yerinde savaş koşullarında yada göçmek zorunda kaldığı ülkede varlık savaşı veren, açlık, yoksulluk ve korku içinde, her gün aşağılanarak yaşamaya çalışan milyarlarca insanın kurtuluş umudu aynı… Karşımızdaki sorun acil ve bugüne kadar ezbere yaptıklarımızı tekrarlamamızı gerektirecek kadar ciddi. Elbette -her zaman olduğu gibi- bulunduğumuz her yerde uzun vadeli, alttan alta istikrarlı bir örgütlenmeye ihtiyacımız var. Ancak bunu söylemek yeterli değil, bir grup  solcu dışında kimsenin inanmadığı demokrasi söylemleriyle vakit kaybetme, sistemde küçük düzeltmeler yapma hedefi ile oyalanma lüksümüz yok. En az, kendi çıkarları için dünyayı yok oluşa sürüklemeye hazır diktatörler, IŞİD gibi barbar çeteler, faşistler ya da Trump gibi karikatür siyasetçiler kadar cüretli olmak zorundayız. Bu yüzden her şeyden önce bir durup düşünmemiz gerekiyor. Uluslararası düzeyde tartışmalara, ortak hedeflere, programa ve bunların üzerinde temellenecek bir eylem birliğine ihtiyacımız var. Cesareti de, umudu da birbirimizden, dünyanın dört bir yanında mücadele eden sınıf kardeşlerimizden alabiliriz.


Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir