Marksizm, Oluşturucu Komünizm ve İşçi Yönetimi Sorunu – Carl Boggs (Kara Kızıl Notlar)

yazar:

kategori:

Kara Kızıl Notlar dergisinin Ekim 2006 tarihli 7. sayısında yayınlanmıştır.

Marksist geleneğin bariz bir kusuru, demokratik ve otoriter olmayan bir devrimci sürecin temeli olabilecek bir devlet ve siyasal eylem teorisi üretememiş olmasıdır. Devrimci hedeflere ulaşmak için en çok kullanılan iki strateji – Leninizm ve yapısal reformizm – bürokratik hiyerarşiye, merkezi devletin gücüne ve burjuva toplumunun karakteristiği olan toplumsal işbölümüne gerçek bir alternatif sunamamıştır. Leninizm geleneksel yapıları devirecek bir mekanizma yaratmış olsa da parti-devleti içersinde sosyalizme ilerleyişi frenleyen bir bürokratik merkeziyetçiliği yeniden kurdu. Ve geleneksel Sosyal Demokrasi ile gelişmiş kapitalist ülkelerdeki Komünist Partiler tarafından temsil edilen yapısal reformizm işçi sınıfı politikasının burjuva seçim, yargı ve yönetim yapıları içersinde kurumsallaşmasına yol açtı. İki strateji de devlet otoritesi, “verimlilik” ve disiplin takıntıları yüzünden gerçekte modern bürokratik kapitalizmin büyümesine destek oldu. Yerleşik hükmetme modellerinin yerini alacak sosyalist biçimlerin etraflı bir kavrayışına sahip olmadıkları ve bürokratik devletin en baskıcı özelliklerini kopyalamanın yanında arttırdıkları için asla burjuva politikasının sınırlarının dışına çıkmayı başaramadılar. Böylece ABD’de yeni solun çözülüşü karşısında verilen iki ana stratejik cevap olan “Marksizm-Leninizm” ve Sosyal Demokrasi aslında aynı madalyonun iki yüzüdür. İdeolojik zıtlıklarına rağmen pek çok benzer teorik (ve hatta programatik) varsayıma sahipler.

Bunu “Stalinizm” veya “revizyonizm” gibi güncel sapmalara mal etmek kolay olurdu, fakat sorunun kökleri daha derindedir. Bunun kaynağı Marksizm’in dönüşüm sürecini detaylıca açıklamadaki başarısızlığıdır. Unutmamalıyız ki Marks komünizmin dünya çapında organik olarak ve oldukça hızlı şekilde ortaya çıkacağını düşünmüştü. Doğacak olan sosyalist düzene ne gibi biçimlerin, yöntemlerin ve liderlik tiplerinin şekil vereceğine dair Marks’ta ancak zar zor ipuçları bulunabilir; kendi eserinden açığa çıkabilecek stratejik yönelimler belirsiz ve sıkça tutarsızdır. (1) Bazen sosyalist dönüşümün feodalizmden kapitalizme geçişe benzeyeceğini söyler gibidir: Sivil toplumdaki değişimler zorunlu olarak siyasal iktidarın el değiştirmesini önceller ve ona yön verir. Fakat bu süreci kavramlaştırmamış veya strateji sorunuyla uğraşmamıştır.

Avrupa Marksizm’ini Marks’ın ölümüyle Birinci Dünya Savaşı arasında saran ham indirgemecilik bu görevi netleştirmek için çok az yararlı oldu. Kapitalist gelişimin varsayılan mekaniği bilinçli bir dönüşüm şeması ihtiyacını baltaladı. “Kriz”, yıkılış, çöküş: Bu kaderci kavramlar Marksizm’i ilerlemeye dair en naif inançlardan birine itti. Kapitalizmin kendi çelişkilerinden (kar oranlarının düşme yasası, aşırı üretim krizleri, zenginliğin merkezleşmesi, proletaryanın yoksullaşması) dolayı yok olması beklendiğinden dönüştürücü süreç asla bir sorun olarak görülmedi. Sosyalist devrimin amaçları ve yöntemleri, siyasal strateji ve öznel müdahale meselesinin üzerinden atlayan otomatik mekanizmalar biçiminde kapitalizmin kendi mantığı tarafından belirlenir gibi görüldü. Sosyalizme doğru tarihsel ilerleme yolunda engel teşkil eden konular – bürokratik egemenlik, toplumsal işbölümü, kitlesel sosyalist bilincin eksikliği – basitçe eskimiş bir üretim sisteminin yansıması olarak değerlendirildi. Bu engellerle doğrudan hesaplaşma denemeleri ya da dönüşümün karakterini özgülleştirmek ütopyacı spekülasyon çabaları olarak hafife alındı.

Leninizm bu stratejik felci aştı, fakat onun “çözümü” Marksizm’in özgürleştirmeci ve demokratik yanını daha da bastıran otoriter ve iktidar-merkezli bir modeldi. Geçen yüzyılda devletçi Marksizm’e karşı en doğrudan mücadele 19. yüzyıl anarşistleri ile başlayan, sendikalistleri, konsey komünistlerini ve yeni solu kapsayan benim adlandırmamla oluşturucu gelenek tarafından verildi. “Oluşturucu” kelimesiyle bir hareketin mevcut siyasal pratiği içersinde hedeflediği toplumsal ilişki, karar alma, kültür ve insan deneyimi biçimlerini barındırmasını kastediyorum. Esas olarak Marksizm’in dışında gelişerek Marksizm’de genelde eksik olan bir bürokratik egemenlik eleştirisi ve devrimci bir demokrasi vizyonu üretti. Buna rağmen burjuva devlet ya da örgütlü Marksist partiler tarafından yok edilmediği yerlerde kendi kendiliğindenciliğine av oldu veya yerleşik sendika, parti ve devlet kurumları tarafından emildi. Bu tarihsel sınırlılıklar, Leninizm’in ve Sosyal Demokrasinin güçlü bir eleştirisiyle birlikte bugün yeniden dikkat çekmeye başlayan oluşturucu radikalizmin mirasıdır.

1. Sosyalizm mi, Devletçilik mi? Sorunu Tanımlamak

Geleneksel Sosyal Demokrasinin gözden kaybolması Rus Devrimi ve Bolşevik devletin dayanıklılığıyla hızlandırıldı. Leninizm her zaman “kendiliğindenlik” tehlikesini ve İkinci Enternasyonal’in “açık” partilerinin hareketsizliğini düzeltmek için merkezileşmiş ve disiplinli bir örgüt gereksinimini vurguladı. Bolşevik parti, genelde gereğinden fazla abartılan bir mesele olan yeraltı mücadelesi için olmaktan çok “azınlık devrimi” için merkezileşmişti. Bu stratejiyi iki koşul şekillendirdi: Endüstri öncesi bir toplumda devasa bir köylülükle beraber yaşayan ufak bir proletarya ve derin bir meşruiyet krizine girmiş güçsüz bir devlet. Lenin için her şey doğrudan doğruya iktidar mücadelesine bağlıydı. Lukacs’ın dediği gibi kapitalist gelişimin “yasaları”na meydan okumak ve Marksizm’in içersine siyasal iradeyi aşılamaktı: Realpolitik’e dayanan bir strateji [ç.n.: Realpolitik (Almanca: real (“gerçekçi”, “pratik” veya “güncel”) ve Politik (“politika”) idealist değil, sıkıca pratik nosyonlar üzerinde temellenmiş ve hiçbir duygusal yanılsama olmaksızın uygulanan bir siyaset tarzı demektir.]. (2) Parti-devlet, Leninizm için Lenin’in Devlet ve Devrimde çizdiği muğlak anarşist kitlesel katılım vizyonundan çok daha fazla merkeziydi. Bolşevikler iktidarı korkunç bir kriz esnasında ele geçirdikleri için ve şehirlerin ötesinde sürdürülebilir bir toplumsal desteğe sahip olmadıklarından onların stratejisi siyasal iktidarın ele geçirilişinden önce sivil toplumun dönüşümünü içermiyordu. Kısa vadeli amaçlarına ulaştılar, fakat tecritleri ve karşılaştıkları muhalefet sosyalist amaçlarını gerçekleştirilemez kıldı. Bu koşullar atında devrimci bir rejimi korumak parti-devleti tahkim etmek; bunun da ötesinde böyle bir toplumu dönüştürme projesi devasa miktarda denetim, manipülasyon ve baskı gerektiriyordu.

Rusya’da Leninist iktidar tekelinin iki temel sonucu oldu: Parti tarafında “temsil” edilen kitleleri güdümlenmiş nesnelere dönüştürdü ve bürokratik yöntemler ve teknikler üstüne zihinsel bir uğraşı üretti. Lenin’in yaklaşımının tamamı bir teknisyeninki gibi siyasal mücadelenin örgütsel araçlarını vurgularken amaçların kendisini önemsizleştiriyordu. (3) Değerlerin baskı altında tutulması “sosyalist inşa”nın ilerlemesi için kapitalist yöntemlerin kullanımına izin verdi: Hiyerarşik yapılar, Taylorizm, otoriter-itaatkâr kişilikler, yabancılaşmış emek. Aşağıdan gelen tüm kıpırtılar “ütopyacı”, “aşırı solcu” veya “anarşist” diye kötülenerek defedildi. Bolşeviklerin komünizme geçişin ekonomik-teknik temellerini koymak için kullandıkları araçların kendileri kaçınılmaz şekilde bu amaçları harap etti ve bürokratik kapitalizmin büyümesini cesaretlendirdi.

Lenin, demokratik katılım için feryat eden solcuların “küçük burjuva yanılsamaları”yla dalga geçerek işçi iktidarını Bolşevik yönetim gerçeğiyle eşitledi. Rejim, 1921’de devrimde yaşamsal bir rol oynamış olan halka ait ve özerk kurumları – sovyetler, sendikalar, fabrika komiteleri – çoktan yok etmiş ya da “emniyet kemerleri”ne dönüştürmüştü. Lenin ölümünden önce bürokratik cereyandan irkilmişti, fakat Bolşevik gelenek alternatif bir strateji öneremiyordu. Lenin’deki tek geçiş kavramı zaten pratikte izlenendi: partinin önceliğiyle birleşince merkeziliği doğuran uyum sağlayıcı, esnek taktikler. “Proletarya diktatörlüğü”ne göndermeler yapmanın ötesinde Bolşevikler nadiren yapılar sorunuyla uğraştılar. Sol komünistlerden gelen sonuçsuz parti içi protestolar dışında Marksist sınıfsız ve devletsiz toplum vizyonuyla uyumlu ne tür siyasal biçimler ve otorite ilişkileri olabileceğine dair hiçbir analiz yoktu. Lenin için geçiş döneminin doğası her zaman belirsiz kaldı; “tüm iktidar sovyetlere” özünde bir slogandı ve her halükarda devrim sonrası gelişime bir etkisi yoktu. sovyetler yeni sosyalist düzenin çekirdekleri olmaktan çok iktidarı ele geçime yolunda basamaklar olarak görüldüler. Partinin sürekli sovyetlere önceliği vardı ve onların özerkliğini sınırlamaya çabaladı; Lenin’in idari vurgusuna uygun olarak onun devrim vizyonu büyük çaplı örgüte demirlemişti. (4) Otoriter devlete “darbe indirdikten” sonra Bolşevikler kısa sürede onu yeniden inşa etti.

Marksizm orijinal olarak devlet-karşıtı bir teori olsa da Lenin’den itibaren sovyetlerin gelişimi Yugoslavyalı Stojanoviç’in “Sosyalizmin devletçi miti” olarak adlandırdığı şeyi üretti. (5) Devrimci amaçlar; denetim, sahiplik, planlama, sermaye birikimi, işgücünün istihdamı alanlarında devlet inisiyatifi nden ayrılmaz hale geldiler. Sosyalizme geçiş mistik bir nitelik kazandı: sosyalist düzenin inşası içinde gerekli bilinç, toplumsal ilişkiler ve siyasal alışkanlıklar sivil toplumun onları besleyip büyütmesi için uzun ve organik bir geçiş süreci olmadan yoktan doğacak gibi göründü.

Leninizm, zayıf otorite kurumlarına sahip endüstri öncesi ülkelerde iyi işlemiş olsa da burjuva geleneklerinin daha köklü olduğu gelişmiş kapitalist ülkelerde yapısal reformlar stratejisi tutundu. “Leninist” hareketler endüstrileşmiş ülkelerde hayatta kalsalar bile bunu ancak öncü statülerini terk ederek veya inzivaya çekilerek başardılar.

Yapısal reformlar stratejisi sıklıkla Leninizm’den geleneksel Sosyal Demokrasi’ye ters bir dönüş olarak anlaşıldı, ama İkinci Dünya Savaşı sonrası İtalyan Komünist Partisi’nin getirdiği model daha olumlu bir geçiş kavramı içeriyordu. Burjuva demokrasisine katılarak ve onun biçimlerini (seçimler, parlamento, yerel hükümetler, sendikalar) genişleterek öncülük ve kendiliğindencilik uçlarını atlamayı amaçlıyordu. Öncülleri, Marksist hükümetlerin siyasal güç dengeleri onların lehine olmadan toplumsal hegemonyayı elde edemeyecekleri, artan işçi sınıfı gücünün tekellerin ve merkez bürokrasinin gücünü parçalayarak aşamalı olarak yapıları dönüştüreceği ve kitle politikasına yeni bir hayat katacağıydı. Lenin’in tersine devletin aşamalı ve barışçıl bir demokratikleştirilmesini öngörüyordu; “aşırı sol”un aksine, bütüncül karşı karşıya gelmeleri içeren mücadelelerdense var olan kültür ve gelenekler içersinde kısa vadeli hedeflere odaklanan “elle tutulur” bir strateji teklif ediyordu.

Gelişmiş toplumlarda Komünist Partilerin evrimi yapısal reformizmin çelişkilerini yansıtır: parlamenter mücadeleler burjuva yapılarına sadece taktiksel değil, stratejik katılım ve sistem içersinde kurumsallaşma yarattı. Bu süreç üş düzeyde açığa çıktı: (1) Leninizm gibi bu strateji de kitlelerin devrimci süreci tanımlamasını sağlayacak oluşturucu biçimleri tasvip etmiyordu; (2) parlamentarizm tabandan mücadeleye, işçi yönetimine e kültürel dönüşüme yönelik her tür taahhüdün altını oyuyordu; (3) oy kazanmaya ve iktidar koalisyonları kurmaya koşullanmış seçim kampanyaları ekonomizm, ucuz halkçılık ve himayeye dayalı çıkar gurubu siyasetinin yükselişine katkıda bulundu.

Yapısal reformizm böylece politika ve ekonomi arasındaki ayrımı ebedileştiriyordu. Bir yandan parti oyları seferber ediyor, ittifaklar kuruyor ve yerel idarelerle parlamentoda temsilini genişletiyordu; diğer yandan sendikalar emeğin maddi taleplerini sözleşme pazarlıklarıyla ilerletmeye çalışıyordu. Ayrım işçi sınıfı hareketini parçaladı ve kısa vadeli mücadeleleri geniş sosyalist amaçlar arasında bağ kurulmasını zorlaştırdı. Seçimcilik, halk seferberliğini asgari düzeye çekiyor ve siyasete kısmi, yabancılaşmış, kurumsal bir yaklaşımı destekliyorken (7) sendikacılık kapitalist işyerinin hiyerarşisini, disiplinini ve korporatizmini yeniden üretiyordu.

Başka bir sorun daha vardı: kökü “tarafsız” devlet kavramında olan ve burjuva iktidar aygıtını sınıf mücadelesinin “üstünde” duran, devrimci niyetler için yenden yapılandırılabilecek ve kullanılabilecek teknik bir alet olarak görme sorunu. Yapısal reformist partilerin muhafazakârlığı devletin kapitalist gelişimin bir ürünü olan sivil toplumdan ayrılamayacağını açığa çıkarıyor. Burjuva devrimden doğan kurumlar bu geleneğe o kadar derince gömülmüşlerdir ki mucizevî bir şekilde ondan kopup havaya yükselemezler ve sosyalist dönüşüm için mekanizmalara çevrilemezler. Gramsci ve Luxemburg’un önceki bir dönemde değindikleri mesele hala geçerlidir: liberal demokratik yapılar her şeyin üstünde burjuva toplumu meşrulaştırmaya yarar. Devlete aşırı bir bağımlılık burada Leninizm’inkiyle farklılaşıyor, ama tıpkı onun gibi devrimci süreci toplumun geneli ve açığa çıkacak yeni siyasal biçimler içersine yerleştirme başarısız oluyor.

Çoğulculuk taahhüdüne karşın yapısal reformizm ancak sosyalizmin devletçi mitini başka bir kıyafetle süslüyor: merkezi devletin kendisi birincil hareket ettirici, tüm inisiyatif ve meşruiyetin kaynağı, ana katılım alanı oluyor. Sonunda yapısal reformizm ve Leninizm taban tabana zıt stratejiler olarak görünseler de bürokratik devlet kapitalizminin ikiz çeşitlerine yol açıyorlar. Leninizm; hiyerarşi, meta üretimi ve yabancılaşmış emek dâhil kapitalizmin temellerini daha bütüncül ve yeni bir biçimde yeniden üretirken yapısal reformizm mevcut burjuva kurumları genişletmeye, arındırmaya ve “akılcılaştırmaya” söz veriyor.

2. Oluşturucu Bir Komünizm?

Marksizm içersinde bürokratik egemenlik ve hiyerarşi sorunu genelde sınıf yapısının bir göstergesi olarak anlaşılmıştır; bu da yeni otorite biçimleri üstünde temellenecek bir stratejinin eksikliğini açıklamakta yardımcı olan kavramsal bir zayıflıktır. Diğer yandan oluşturucu strateji devletçiliğe ve otoriterliğe aşılması gereken özel engeller olarak bakar; amacı bürokratik devleti belirgin şekilde halka ait kurumlarla yer değiştirmektir. İdeal olarak bu gelenek üç temel kaygı taşır: (1) yeni bir ideolojik gerekçe ile hiyerarşik otorite ilişkilerini yeniden üretme korkusu; (2) merkezi biçimleri eski iktidar ilişkilerini devrimci mücadeleleri engelleyecek şekilde yeniden üretecek şekilde yeniden ürettiği için siyasal partilere ve sendikalara yönelik eleştiri; (3) gelecek özgürleşmiş toplumu yansıtan yerel ve kolektif yapılarla demokratikleşmeye bağlılık. Oluşturucu model – en azından yakın zamandaki bazı ifadelerinde – sadece özel mülkiyetin toplumsallaştırılmasını değil, tüm tahakküm tarzlarının da aşılmasını vurguladı. Millileştirme, merkezi planlama ve yeni toplumsal öncelikler getiren devletçi çabalar yasal sahipliğin el değiştirmesi sağlayabilir, ama aynı zamanda toplumsal işbölümünü ve bürokrasiyi yerinde bırakabilir. (8)

“Kolektif mülkiyet” fikri eski kurumsal denetim biçimleri yıkılmadıkça bir mit olarak kalacaktır; özel yönetimin devlet veya “kamu” yönetimi tarafından bastırılması kapitalizmin çelişkilerine sadece yüzeysel ve soyut bir çözüm barındırır. Gorz’un dediği gibi: “Komünist bir hayat tarzı veya ‘kültür’ olmaksızın komünizm diye bir şey yoktur, ama komünist hayat tarzı kapitalizmden türeyen teknoloji, kurumlar ve işbölümü üzerinde temellenemez.” (9) Ancak emekçilerin kendileri yeni katılımcı yapılar kurduğunda yabancılaşmış emek ve boyun eğme ortadan kaldırılabilir. Bu dönüşüme biçimsel sahiplik sorunu da dâhildir, ama ondan çok daha derine dalar: Kapitalist işbölümünden doğan işyeri hiyerarşisi ve otoriterliği, iş vasıflarının parçalanması, meta üretimi ile zihinsel ve fiziksel işlevlerin ayrılığı düzeylerine nüfuz eder. Genellikle daha fazla verim ve üretim için gerekli gözüken bu özellikler daha iyi şekilde emeğin denetimini garantileyen araçlar olarak anlaşılabilir. (10) Uzmanlaşmaya ve hiyerarşiye doğru itki dar anlamıyla sadece sermaye birikiminden ve teknolojik gelişimden kaynaklanmaz, bürokratik olarak örgütlenmiş ve disiplinli bir işgücü yaratma ihtiyacına hizmet eder.

Bürokratikleşme, devrimci değişim için klasik Marksizm tarafında ancak belli belirsiz öngörülmüş olan engeller yaratır. Kamusal alanın genişlemesiyle devlet sektörünün ve özel sektörlerin uyumu daha merkezileşmiş ve bütüncü iktidar ağları ve bunlara uygun olarak halktan demokratik inisiyatifin erozyonu anlamına gelir. Halkın varlığının her alanına giren bürokratik mantık burjuva ideolojik hegemonyanın kuvvetlendirilmesine yardımcı olur. Bunu; örgütsel uyum, itaat, pragmatizm ve rutin kültürünü her yere sokarak, potansiyel muhalefeti siyasal söylemin menzilini daraltarak depolitize ederek, yabancılaşmayı kurumsallaştırarak ve sorunlara “teknik” çözümler önererek başarır. Bir kere sağlamlaştı mı bürokrasi temelden dönüşüme direnen bir katılık üretme eğimindedir. Marksist hareketler devamlı olarak kendi içi bürokratikleşmelerini kurbanı olmuşlardır.

Bununla birlikte bu dinamik, yaşamın yeni alanlarına nüfuz ettiği anda kapitalist iktidar yapısında yarıklar açar; yeni zayıflık noktalar ve yeni direniş merkezleri görünmeye başlar. Sadece üretim değil, toplumsal varoluşun her bölümü sınıf mücadelesine getirilir. Oluşturucu hareketler endüstrileşmenin ve bürokratikleşmenin ilk aşamalarında ortaya çıkmış olsalar da 1960’larda toplumsal isyankârlığın patlaması – Batı Avrupa, Japonya ve diğer yerlerde devrimci sol, yeni sol, tabandan emekçi mücadeleleri, Doğu Avrupa’da muhalefet hareketleri – onların halen fazlasıyla hayatta olduklarını gösterdi.

Oluşturucu komünizmin kurumsal odağı devrimci siyaseti demokratikleştirmeye ve canlandırmaya yönelen küçük, yerel, kolektif halk denetimi organlarıdır: işyeri komiteleri, sovyetler, mahalle meclisleri, devrimci eylem komiteleri, ortak ilgi gurupları. Genel olarak doğrudan demokrasiye muğlâk bir bağlılık içeren geleneksel yapılardan doğarken (örneğin Rusya, Çin ve İspanya’da köy kolektifleri, Britanya’da işçi temsilcileri örgütleri, İtalya ve Fransa’da sendika şikâyet komiteleri) kriz zamanlarında radikalleşirler ve daha geniş devrimci biçimler üretirler. Paris Komünü, Rus ve Çin devrimleri, 1919 ve 1956 Macar devrimleri, 193639 İspanyol kabarışı, Vietnam devrimi ve 1968 Fransa Ayaklanması yaygın “ikili iktidar” ağları tarafından tetiklendi.

Genelde konseyler olarak anılan böyle guruplar işyeri yereline organik olarak kök salmış bir liderlik ve nüfusun tamamına doğrudan hesap vermek zorunda olan komiteler oluşturabilirler. Başka avantajları da vardır: örneğin iş ve “yönetim” işlevlerini kolektifleştirerek konseyler sıklıkla toplumsal işbölümüyle daha iyi savaşabilir; araçsal iktidar hedeflerinin yerine toplumsal ilişkilerin dönüşümünü vurgulayarak toplumsal mücadelelerle daha geniş bir meseleler, talepler ve ihtiyaçlar bütününü birleştirebilirler; ideolojik hegemonya sorununu ortaya koyarak kitlelerin entelektüel ve siyasal potansiyelini geliştirebilecekleri bağlamı donatabilirler, burjuva otorite tarafından yerleştirilen kadercilik, pasiflik ve itaatkârlığın yerini bir güven, ruh ve yaratıcılık duygusu alabilir; (11) ve son olarak egemen yapılar tarafından dışlanan kitlelerin siyasal katılımını cesaretlendirerek radikalleşmenin kaybedilmesine karşı direnme kapasitesini güçlendirebilirler.

En geniş anlamda oluşturucu yapılar yeni bir siyasal meşruiyet kaynağı, geleceğin sosyalist düzeninin çekirdeği, olarak görülmelidirler. Onlar, gündelik hayatla siyasal faaliyet arasındaki işbölümünü yıkarak bütünüyle yeni tipte bir siyaset yaratacaklardır. Cornelius Castroiadis’in öne sürdüğü gibi: “Burada gördüğümüz siyasetin profesyonelsizleşmesidir, yani siyasetin özel ve ayrı bir faaliyet alanı lağvedilmesi ve tersine toplumun evrensel siyasallaşması, yani toplumun işinin kelimenin tam anlamıyla herkesin işi haline gelmesidir.” (12)

Erken dönem oluşturucu gelenek doğal olarak nadiren bu düzeyde bir siyasallaşmayı başarabildi. Eski Avrupa anarşist ve anarko-sendikalist hareketleriyle savaş sonrası Rusya, İtalya, Almanya ve diğer yerlerdeki ayaklanmalar arasında dikkat çeken bir ayrım vardır. Önceki türevler siyaseti küçümsediler ve kendiliğindenliği o derece kutladılar ki kendi toplumsal vasıtasızlıklarını asla aşamadılar veya etkin bir strateji çıkaramadılar. “Teori” ve “örgütlenme”nin her biçimini hor görmeye esin verecek şekilde – yeni solun başlangıcında tekrarlanan bir stil – daha büyük toplumsal meselelerden kaçışı temsil ettiler. Başlangıçta örgütlenmiş Marksizm’e bir tepki olan bu hareketlerin kaderi iki uç noktadan biri oldu: ya çaresizce sönümlenmek ve dış dünyadan yalıtılmak, ya da Marksizm’e asimile olmak. Yerel devrimci demokrasi merkezlerini baskıcı bir düzenin içinde yaymanın zorluğu sadece sorunu daha da derinleştirdi.

Anarşizm ve sendikalizm bu soruyu uzun bir ideolojik-kültürel dönüşüm döneminin aşamalı olarak bürokratik devlet iktidarının ahlaki temellerini kemirebileceğinin altını çizerek cevapladı. Fakat tüm benzeri oluşturucu hareketler egemen güçlerin siyasal arazide tekel oluşturmasını sağlayan eşgüdüm ve liderlik düşmanlıkları yüzünden yok oldular. Dahası Ortaya çıktıkları sınıfsal kompozisyon küçük burjuvazinin ya da köylülüğün dünya görüşünü ne kadar yansıtırsa o kadar romantik ve ütopyacı, endüstrileşmenin ve şehirleşmenin yozlaştırmadığı bir geçmişe özlem duyar hale geldiler.

1860’ların sonlarındaki Marks-Bakunin tartışmalarından Birinci Dünya Savaşı’na kadar Marksizm ve anarşizm arasındaki ilişki kutuplaşmış bir çatışmaydı: örgüt kendiliğindenliğe karşı, liderlik öz-eyleme karşı, merkeziyetçilik yerelciliğe karşı vs. Bazı açılardan bu kutuplaşma Bolşevik Devrim tarafından Leninizm’in başarısı anarşistleri geri çekilmeye zorlayınca yoğunlaştırıldı. Aynı zamanda Avrupa kapitalizminin savaş sonrası kriziyle birlikte oluşturucu hareketler yeni modeller aramaya başladılar: Rusya’da sovyetler, İtalya’da fabrika konseyi mücadeleleri, Almanya ve Hollanda’da Konsey Komünizmi. Tüm “siyasi” faaliyete hala kuşkuyla baksalar da konsey eğilimi her iki geleneğin de en iyi öğelerini birleştirmeye çalıştı. Örneğin Pannekoek ve Goerter gibi konsey teorisyenleri kendiliğinden ve yerel hareketlere katı bir bağlılığın ötesine gittiler ve en azından teoride demokratik ve oluşturucu devrimci sürecin yapı, liderlik ve eşgüdüm ihtiyaçlarını dâhil etmeye çalıştılar.

Konseycilik önceki yaklaşımların üç düzeyde ötesine geçen belirgin bir ilerlemeye işaret ediyordu. Birincisi, parti ve konsey komünizmi arasında genel bir ayrıma rağmen, genel eğilim halka ait özyönetim organlarını daha büyük koordinasyon ve planlama sistemleriyle, yani Almancada Raetesystem denen federe konsey ağlarıyla bütünleştirmekti. İkincisi, iktidar çekişmesi asla öncelikli amaç olarak tanımlanmasa da ne öncücü veya parlamenter terimlerle anlaşıldı ne de küçümsenerek defedildi. Süreç farklı olacaktı: yerleşik yapıların altı tabandan kazılacak ve yerlerine kolektif iktidar yapıları gelecekti. Üçüncüsü konseycilik ilkel bir kolektivizmde kök salmış idealize bir geçmişe değil, Marksist bir gelecek tasavvuruna – işçi sınıfının potansiyelinin açığa çıkışına ve insan özgürleşmesinin temeli olarak ekonomik-teknolojik gelişmeye – baktı.

Fakat konseycilik bile sürdürülebilir bir harekete çevrilebilecek olgunlaşmış bir devrimci strateji üretemedi. Krizden dolayı ortaya çıkan konseyler istikrar tekrar gelince hızla yok oldular; patlayıcı ileri adımlar ezildi ve tarafsızlaştırıldı. Rusya’da Leninist parti-devleti tarafından, İtalya’da yerelcilik ve fabrika merkezciliğin doğurduğu bir yalıtım tarafından ve Almanya’da ise yüksek vasıflı, profesyonel bir işçi tabakasının yükselişini tetiklediği dar çıkar gurubu siyaseti tarafından yıkıldılar. Bu başarısızlıklar bir ya da diğer biçimde başka yerlerde de savaş sonundaki orijinal konsey dalgasından beri pek çok defa tekrarlandı. Devrimci siyasetin oluşturucu boyutu her seferinde bürokratik iktidar mücadelesinin araçsalcılığıyla çarpıştı.

3. Rusya: Jakobenizmin Yükselişi

Rus işçi sınıfı hareketi nicel olarak küçük ve Avrupa standartlarına göre siyasal bilinci düşük olsa da yüzyılın başında radikal bir güç olarak ortaya çıktı. Otoriter Çar devletinin baskıcı aygıtı yüzünden siyasallaşarak doğal olarak özerk proleter örgütlenme biçimlerini aradı. Bu biçimler 1905 Devrimi’nde fabrika komiteleri ve yerel sovyetlerin (fabrikalarda veya mahallelerde kök salmış konseyler) grevler ve kitlesel gösteriler örgütlemesiyle büyük çapta belirdiler, fakat ayaklanmanın İkinci Nikola tarafından kanlı şekilde hezimete uğratılmasıyla hızla çöktüler ve 1917’ye kadar tekrar ortaya çıkmadılar. 1905’te birkaç şehirle sınırlıydılar ve bazıları devasa büyüklüklere ulaşsa da (Moskova Sovyeti 80 binden fazla işçiyi temsil ediyordu) genelde kısa ömürlü oldular. Ekim Devrimi’nden önceki ve sonraki aylarda ise “ikili iktidar” organları olarak güçlü bir coğrafi ve kurumsal varlık gösterebildiler.

Mart 1917’de Rusya ve Ukrayna’da 140’tan fazla sovyet hüküm sürüyordu; sadece birkaç ay içersinde rakam pek çoğu kırsal alanda olmak üzere 200’e yükseldi. Endüstriyel merkez Petrograd’ta ve diğer yerlerde fabrika komitelerinin yüzlercesi ortaya çıktı. İşçilerin ve köylülerin gündelik hayatlarına güçsüz Kurucu Meclis’ten daha fazla bağlı olan sovyetler ve fabrika komiteleri çoğu önemli topluluk ve işyerinde meşru karar alma organları oldular.

Ekonomik ve siyasal hayatın savaş dönemindeki dağılmasıyla radikalleşerek devrimci seferberliğin yaşamsal araçlarına ve kolektif siyasal iktidarın potansiyel merkezlerine evrildiler. Ekim Devrimi’nin birincil tetikleyicisiydiler.

Sovyetler öncelikle siyasal meclisler olarak tanımlandılar. Üç ana sol partinin – Bolşevikler, Menşevikler ve Sosyal Devrimciler – ideolojik savaş alanı oldukları bölgelerde bile her şeye rağmen nerdeyse tüm halk katmanlarından seçilen delegelerle geniş bir toplumsal tabanı yansıtıyorlardı. Delegelerin sayısı oldukça değişkendi: Bazı köy ve kasaba konseylerinde 100’den azken Petrograd Sovyeti’nde 3 bin tane. Düzenli olarak, bazen her gün, toplantılar yapılıyor ve yerel meseleler üzerine tartışmalar genelde açık ve sıcaktı. Daha büyük meclislerde doğal olarak yürütücü komite gündelik meselelerde dilediği gibi karar veriyordu ve bazen merkeziyetçi eğilimler doğuyordu, fakat delegelerin hızlı değişimi ve olayların çabuk gelişimi bürokratikleşmeye sınırlar koyuyordu. Her şeyden öte sovyetler krizin ortasında istikrarlı taban katılımlarıyla solun meşrulaşmasına yardımcı oldular; dolaylı olarak yüz binlerce kişinin sol hareketlere dâhil olmasına yol açtılar – bu görevi büyük olasılıkla partiler kendi başlarına gerçekleştiremezlerdi.

1917 krizi Rusya’yı devrime yaklaştırırken konseycilik üç ciddi sorunla karşılaştı. İlk sovyetlerle fabrika komiteleri, politika ile ekonomi, arasındaki ayrımdı. Çoğunlukla sovyetler topluluğun genel işleri üzerine karar alma güçlerini ellerinde toplarken, fabrika komiteleri üretim sürecindeki işyeri meseleleriyle ilgileniyordu. Her ikisi de ideolojik homojenlikten ve stratejik yönelimden uzak olsa da fabrika komiteleri tutarlı olarak sovyetlerin solunda yer alıyordu. Fabrika komiteleri daha militandı ve işçi yönetimiyle kitle eylemini – grevler, gösteriler, işgaller – savunuyordu. Diğer yandan sovyetler güçlerini ılımlı şekilde kullandılar; kısmen daha çeşitli toplumsal kompozisyonları ve kısmen de kurumsal politikaya bağlılıklarından dolayı genelde yasal taktikleri desteklediler. Örneğin Petrograd Sovyeti Ekim Devrimi’ne doğru yol alınırken toplumsal mücadeleleri yükseltmekte yavaştı. (13) Aynı zamanda komiteler gündelik ekonomik taleplere politik amaçları dışlama eğilimi yaratacak kadar takılmışlardı. Komiteler üzerinden hareket ederek işçiler pek çok fabrikanın yönetimini fiziksel olarak kovmuştu ve kendi denetim sistemlerini kurmuşlardı, ama “politika” sovyetlere bırakıldı. Dolayısıyla konsey hareketi parçalanmış halde kaldı. (14)

İkinci sorun birinciyle yakından alakalıydı: Coğrafi ve siyasal eşgüdüm nasıl inşa edilmeli? Siyasal birlik olmaksızın oluşturucu siyaset ya kendi kendine bölünecek ya da Jakobenizmin mantığına yenilecekti. Gerçekte 1917’de olaylar o kadar hızlı ilerledi ki bu kadar dağılmış ve ideolojik olarak parçalı bir kitle hareketinin ulus çapında özyönetim yapıları kurma şansı yoktu. Bir Merkez Sovyet fikri kabul edildi ve pek çok bölgesel toplantıda federatif eşgüdüm yapıları üstüne tartışmalar oldu, fakat konsensüs sağlanamadı. Bölgeciliğin gücü, şehir ve kır arasındaki kültürel uçurum ve sovyetlerle fabrika komiteleri arasındaki düşmanlık göz önüne alındığında stratejik felç hiç de kaçınılabilir değildi.

Bu bizi üçüncü soruna getiriyor: oluşturucu yapılarla solcu partiler (özellikle de Bolşevikler) arasındaki çatışma ki bu devrimden sonra bu halk meclislerinin ölümüne neden oldu. Buradaki mesele Bolşeviklerin sovyetler ve komitelerde siyasal egemenliklerini yerleştirme kapasiteleri ve daha sonra bu organları kendi devlet güçlerini sağlamlaştırma araçlarına dönüştürmeleridir. Bolşevikler için genel şablon tabanda çoğunluğun desteğini sağlamak, parti disiplinine tabi olan bir devrimci komite kurmak ve yerel organları parti hâkimiyetinin yerleşmesi için meşrulaştırıcı bir örtü olarak kullanmaktı. (15) Bu taktikler, partinin sıkıca kenetlenmiş, disiplinli karakteri ve fabrika komiteleriyle sovyetlerin açık ve muğlâk tanımlı doğası göz önüne alındığında oldukça başarılı oldu. Devrim zamanında tüm sovyetlerin yaklaşık yarısı ve partinin iktidara gelmesinde ana rolü üstlenecek olan kilit roldeki Petrograd Sovyeti dâhil şehirdekilerin çoğu Bolşeviklerin kontrolü altındaydı. Fabrika komitelerinde dışardan gelen en etkili güçtüler.

İktidarın devrimci fethi gerçekte sovyetler adına yapılmıştı; parti, devrimci sürecin gerçekleşmesine aracılık edecek mekanizmalardan sadece biri olan yerel yapıların küresel “ifadesi” olarak görülmüştü. Aslıda Bolşevikler her zaman sovyetlerden şüphelendiler – özellikle de partiden özerklik elde etmeyi başaranlardan – ve 1918 başlarında onlara var gücüyle bir saldırı başlattı. Her tür bağımsız yerel örgüt “taşra dar kafalılığının” ve “anarşizmin” (Menşevizm’i saymıyoruz bile) limanı olarak itham edildi ve işçi yönetimi bir “solcu yanılsama” olarak reddedildi. Bolşevikler şimdi geriye kalan sovyetleri, hatta açık bir çoğunluğa sahip olmadıklarını bile dik başlı bir direnişle karşılaşsalar da kendilerine tali kılabilecek bir pozisyondaydılar. Devrim öncesi dönemde Bolşevik egemenliğine giren diğerleri gibi bu konseylerin de aşamalı olarak kolektif-demokratik içerikleri boşaltıldı ve parti liderliği tarafından alınan kararların uygulanması için “iletim kayışları”na dönüştüler. Fabrika komiteleri çoktan partinin bir parçasına dönmüş olan sendika aygıtı tarafından tasfiye edildi. 1918 ortalarında Yüksek Ekonomik Konsey’deki “solcular” temizlenerek ana endüstriyel sektörlerde işçi yönetimine son verilmesinin önü açıldı. (16)

Bu genel Bolşevik strateji ile mükemmel şekilde tutarlıydı. Bürokratik merkeziyetçiliğin yükselişi ve oluşturucu yapıların baskı altına alınması iç savaş ve devrim sonrası kriz tarafından hızlandırıldı, fakat dinamik daha önceden, iktidarın ele geçirilmesinden önce, harekete geçirilmişti. Lenin, işçi yönetimini partinin devlet iktidarını almasından önce sömürülebilecek taktik bir amaç olarak gördü: fabrikalarda kapitalist egemenliği sınırlamanın, ayaklanmayı kışkırtmanın bir aracı ve eninde sonunda millileştirme ve yukarıdan aşağı planlı devlet ekonomisi yolunda bir adım. Sovyetler, fabrika komiteleri veya başka bir biçim altında özyönetim Bolşevikler için asla sosyalist devlet otoritesinin bir ilkesi olarak kabul görmedi. Daha 1918 başlarında Lenin, Bolşevik hükümetin hayatta kalmasının – aynı zamanda üretken bir ekonominin geliştirilmesinin – merkezi planlama ve eşgüdüme, “tek adam yönetimi” biçiminde akılcılaştırılmış yönetime, emek disiplini ve yerel örgütler üzerinde sıkı denetime dayandığını savunuyordu. (17)

Bu stratejideki açık bürokratik merkeziyetçilik rejimin solcu eleştirmenlerinin dediği gibi ancak “devlet kapitalizmi”ne doğru ilerleyebilirdi. Çoğu bürokrasinin kendisin sosyalizmin önemli bir düşmanı olduğunu hissetti ve Bolşeviklerin devrimci amaçlarının çoktan unutulduğunda ısrar etti. İşçi denetimini, yerel özerkliği ve parti içersinde açık tartışmayı vurguladılar. Cevap olarak Bolşevikler bu eleştirileri “ütopyacı” ve “sendikalist” olarak itham etti; sovyetlere, fabrika komitelerine ve hatta sendikalara ölümcül siyasal tehditler altındaki parti-devletin sağlamlaştırılması yolunda yıkıcı engeller olarak gördüler. 1918-1920 döneminde rejim parti içersindeki sol muhalefeti bitirmeye yöneldi (sonunda Mart 1921’deki 10. parti kongresinde hizipler yasaklandı) ve devrimci mücadelenin bel kemiği olan yüzlerce kitle örgütünü kendisine tali kıldı. Sovyetler hükümet iktidarının yapıları oldular; fabrika komiteleri ya yok oldu ya da yönetim işlevlerini kaybetti; sendikalar partinin uşağı haline geldi ve 1921’de işçi muhalefeti yenilgiye uğratıldı ve sol komünistler en sonunda ya partiden atıldı ya da (Kronstadt’taki gibi) zulümle ezildi. (13)

Rusya’da Leninist ve oluşturucu güçler arasındaki savaşta ilki süratle daha güçlü çıktı. Halk organları korkunç derecede parçalı bir haldeyken parti birleşik ve disiplinliydi. Ayrıca oluşturucu hareketin ana bir önermesi – devrimci inisiyatif partiden alınmalı ve “sınıfa geri verilmelidir” – Rusya’nın ufak ve izole proletaryası ve merkeziyetçiliği destekleyen tarihsel baskılar düşünüldüğünde gerçek dışıydı. Çatışma ve kriz, düzenin onarılması yönündeki Jakoben eğilimi güçlendirdi ve zorlayıcı “birlik” talebi Lenin’in 1902 gibi erken bir tarihte ana hatlarını çıkardığı Öncücü ve devletçi stratejiyi sadece daha da takviye edebilirdi.

4. İtalya: Kendiliğindenciliğin Sınırları

İtalyan konsey hareketi, 1918-1920 döneminde ülkenin kuzeyini sarsan ve Turin’deki fabrika işgallerinin çöküşüyle sona eren Bienno Rosso’dan (İki Kızıl Yıl) doğdu. Burjuva düzenin krizi aslında savaş öncesi dönemde Başbakan Giovanni Giolitti’nin manipülasyonlarıyla (transformismo olarak adlandırılan politika sanatıyla sol muhalefeti massedecek geniş ittifaklar inşa ederek) kurulan ideolojik uzlaşma dökülmesiyle başlamıştı. 1900’ü takip eden hızlı ekonomik büyüme ve Milan, Turin ve Cevona’dan oluşan “endüstriyel üçgen”in gelişimi oldukça sınıf bilinçli ve militan bir proletaryanın temelini oluşturdu.

Endüstri işçileri Sosyalist Parti’ye (PSI) ve sendikalara kitlesel olarak üye oldular, fakat pek çoğu sendikalizme sempati duyuyordu ve hatta bazıları anarşizme meyilliydi. İkinci Enternasyonal’in diğer partileri gibi PSI de reformist pratikleri maskelemek için devrimci bir stratejiye sahip olduğunu ilan ediyordu; politik alanda liberal reformlar ve ekonomik alanda sosyal refah önlemleri için mücadele etti. Bu sayede büyük bir üye tabanına ve 1919’da Temsilciler Meclisi’nde 156 sandalyeye (toplamın yaklaşık üçte biri) sahip oldu. PSI’nin sendikal ortağı Genel Emek Konfederasyonu (CGL) temelde kapitalist yönetimle bir pazarlık aracı olarak işledi ve kapitalizmin “doğal ölümüne” yol açacak bir genel krizi hızlandırmak için işçi sınıfının ekonomik gücünü arttırmayı hedefledi.

Bu tip bir reformist senaryo, savaşın patlaması ve Rus devrimi olmasaydı PSI’nin servetini çoğaltabilirdi. Askeri yenilgi İtalya’yı felce uğrattı. Yenilgi sosyal huzursuzluğa ve yiyecek kıtlığı, işsizlik, enflasyon ve liranın değerinde sert bir düşüşle şiddetli bir ekonomik çöküşe yol açtı. Militan halk hareketleri süratle arttı: 19171918 arasında grev dalgası, gösteriler ve toprak işgalleri PSI-CGL’nin reformist egemenliğini eritti ve sendikalizmin canlanışını tetikledi. (İşçi sınıfı mücadelesi üretim alanına hapsoldu) Proleter isyanın merkezi; vasıflı, yoğunlaşmış ve görece homojen proleter kültürüyle Bolşevik devrim arifesindeki Petrograd’a benzeyen Piedmont ve özellikle de Turin’di. Ekim ayaklanmasının haberleri eski siyasal yapıyı geri dönülmez şekilde değiştiren bir zirveye ulaşacak olan bu mücadelelere güç kattı.

Ortaya çıkan şey hem yerleşik Marksist örgütleri hem de kapitalist düzeni karşısına alan ve tüm burjuva kurumlarla bağları bütünsel ve uzlaşmaz şekilde koparmış olan bir hareketti. Üç ana eğilim açığa çıkardı: Leninist Öncücülük, sendikalizm ve Turin işçi sınıfı hareketinde doğan bir konsey komünizmi. 1919 ortalarında on binlerce işçi consiglio di fabbrica ya da fabrika konseylerinde örgütlendi. Bu konseyler, Fiat ve diğer şirketlerdeki sendika şikâyet komitelerinden proleter talepler sendika çatısı altında barınamaz hale geldiklerinde ortaya çıktı. Bu konsey temelli mücadeleler sınıf savaşında yeni tarzları tetikledi ve eninde sonunda PSI-CGL’nin reformist modeline meydan okuyan devrimci bir strateji kavga verdiler.

Sendikalizmden farklı olsa da konsey hareketi, sendikalizmin olumlu yanlarını özümsedi (hiyerarşik ve öncücü Marksizm’in sendikal eleştirisi) ve pek çok benzer amacı vurguladı (üretim sürecinde doğrudan demokrasi, işçi sınıfı dayanışması ve fabrikalarda kolektif özyönetim). Mayıs 1919’da Turinli konsey devrimcileri Antonio Gramsci ve diğerlerinin çabalarıyla patlayıcı, fakat hala biçimlenmemiş toplumsal isyana yeni teorik temeller sağlamayı amaçlayan L’Ordine Nuovo dergisini kurdular. Dergi, sosyalizme olası bir geçişin koşullarını analiz etmek ve oluşturmak istiyordu; fabrika konseyleri sosyalist demokrasinin daha kapsamlı biçimlerine doğru giden yolda ilk adımlar, yeni proleter devletin “embriyosu”, olarak görüldüler. 1918’ie 1920 arasında Gramsci hem Sosyal Demokratik hem de Leninist modelden ayrılan organik veya “moleküler” bir devrimci süreç kavrayışı çizdi.

Fabrika konseylerinin savaş sonrası İtalya’da bu kadar yaşamsal bir güce dönüşmelerinin bir nedeni, Piedmont bölgesindeki süratli artışlarının yanı sıra solu ele geçiren yakın bir ayaklanma sezgisiydi. Özelikle Gramsci bunu sezmişti ve bazen siyasal kaosun yarattığı yeni olanaklara dair nerdeyse dini bir iyimserlik benimsiyordu. Konsey hareketi umutlarını basit bir kriz teorisi üstüne kurmuştu: Burjuva toplumu her yerde parça parça dökülüyordu, kapitalizm üstünlüğü kaybetmişti ve felaketin ortasında konseyler ve diğer halk meclisleri temelinde şekillenecek devrimci bir düzenin tohumları atılacaktı.

1920 başlarında İtalya’da sınıf kavgası açıkça patladı. Konsey hareketinin artan ölçeği ve militanlığı Piedmont ve Liguria’da büyük sanayicilerin kitlesel lokavtlar ve pek çok fabrikada askeri işgallerin dâhil olduğu güçlü bir karşı-saldırısının sahnesini hazırladı. Bunu Piedmont’ta kökünde “savunmacı” olan ve Nisan ayı boyunca 500 binden fazla işçiyi seferber eden bir genel grev takip etti. Grevler, kuzey İtalya boyunca yayıldı, fakat daha fazla ilerlemedi. İtalya çapında bir genel grev çağrısına aldırış edilmedi. PSI ve CGL liderliklerini düşmanlığı bu yerelci hareketin başa çıkabileceğinden çok fazlaydı ve yenilgi kaçınılmazdı. Coğrafi ve siyasal olarak tecrit edilen, harap olan, finansal olarak tükenen işçileri fabrikalara geri döndüler.

Bununla birlikte Piedmont genel grevinin başarısızlığından 5 ay sonra İtalya’yı devrimin eşiğine götürecek gibi görünen bir fabrika işgalleri dalgası başladı. Bir kabarma daha kuzey İtalya’nın büyük çoğunluğunu yutmuştu: 200’den fazla fabrikanın 600 bin içi tarafından işgali bitkin konsey hareketini yeniden canlandırdı. Nisan’daki gibi işgaller pazarlıkların çıkmaza girmesiyle büyük sanayicilerin bir lokavt tehdidini önlemek için savunmacı bir hareket olarak başladı. Fakat fabrikaları ele geçirme ve yönetme girişimlerin doğan mücadeleler kaotik ve sıkıntılı koşular altında kısa sürede işçileri siyasallaştırdı ve ajitasyonu ilk sınırlarının ötesine genişletti. İşgaller; Milan, Cenova ve Turin’den öteki bölgelere sıçradı. Konsey yapıları Piedmont’taki köklerinin ötesine yayılamasa da her yerdeki işgallere bir proleter dayanışması hissi ve işçi yönetimine meyil aşılanmıştı. İşgaller düzenli ve barışçıl bir şekilde ilerledi ve havada devrimci bir coşku vardı. Büyük sanayiciler de devrimin eli kulağında olduğunu düşünüyordu; Giovanni Agnelli kapitalizmin kendisini canlandıramayacak kadar kötü sakatlandığına ikna olmuştu ve Fiat-Centro’yu işgalci işçilere bırakmanın eşiğinde şöyle diyordu: “25 bin düşmanın yardımıyla ne yapabilirsiniz ki?” (19)

İşgallerin başarısızlığının nedeni, PSI hiyerarşisi tarafından yalnız bırakılmaları değildi; hele de gerçekleşen veya tehdit düzeyinde kalan devlet baskısı hiç değildi. Bu sonuç, esas olarak hükümet, ilerici büyük sanayiciler ve sendikalar arasındaki ustaca işbirliği ile sağlandı. Tarihçi Paolo Spriano bunu “Giolitti’nin Başyapıtı” olarak adlandırıyordu: İtalyan kapitalizmini seçkinlerce inşa edilmiş bir “reformist çözüm” ile kurtarmaya yönelik gösterişli bir çaba. Bienno Rosso’dan arda kalan kâğıt üstünde şirket yönetimine ve devlet ekonomik planlamasına eşit düzeyde sendika katılımını ifade eden “sendika denetimi” gibi muğlâk bir formüldü. Bu gerçekte hiçbir şey ifade etmiyordu, çünkü kısa sürede bu anlaşmalar faşist heyelanın altında kalacaktı.

Fabrika konseyleri hareketi Turin’de büyük zaferler kazandı, ama kendilerini sürdürebilmek için stratejik itkiye ve kaynaklara sahip değildi. İşçi denetimi organları, bir anda tüm Piedmont proletaryasını harekete geçirmişti, hemen sonrasında ortadan kaybolmuştu. Kendilerini burjuva kurumlarından bu kadar kararlı biçimde koparmışlar kitleler bir an sonra onlarla yeniden bütünleştiler ve üstünlük kısa sürede tekrar burjuvazinin ellerine geçti. Olayların sıralaması fabrika konseylerinin ideolojik ve siyasal zayıflığı yüzünden kaçınılmaz görünüyordu.

Zayıflıkların – en ölümcülü Piedmont’taki (hatta Turin’deki) köklerinde coğrafi olarak tecrit olmalarıydı – sayısı çoktu. Bu dönem boyunca bölge, yarımadanın başka hiçbir yerinde benzerine rastlanmayacak bir fabrika üretim sistemi ve kent işçi kültürüyle karakterize olan İtalyan sanayisinin tabanıydı. Tahmin edileceği gibi bu koşulların ürettiği konsey hareketi emsalsizdi: Piedmont’un ötesine gitmesinin her tür olanağını yadsıyan bir bölgeciliği ve belli bir kibirli taşracılığı besledi. Turin’in içinde bile “fabrika egoizmi” olarak bilinen bir fenomen ortaya çıktı ve Turin işçileri arasında bile birleşik bir örgütlenme imkanını yok etti. Gwyn Williams’ın değindiği gibi “her fabrika kendi milisiyle kendi savunmasına bakıyordu ve bir eşgüdüm yoktu” (20). İtalya’nın geri kalanından kopan ve PSI ve CGL’den siyasal olarak yabancılaşan konsey hareketi burjuvazinin gücü ve hileleri kadar kendi darlığıyla da sınırlanmıştı.

Sonunda İtalyan konsey komünistlerinin olgun bir devrimci hareket kurmadaki başarısızlığı büyük oranda içsel bir sorundu. Proletarya, militan olması rağmen kendi bölücü dar görüşlülüğünün ötesine geçemiyor; hiçbir eşgüdüm merkezinin, hiçbir gerçek iletişim bağlantısının olmadığı bir durumda ayaklanma kendiliğindenciliği tarafından yeniliyordu. Toplumsal güçlerin fabrika fabrika, şehir şehir ve bölge bölge parçalanmışlığı onları mevcut siyasal-kurumsal alanın eteğine mahkûm etti. Yerel hareketlerin hızla öncü partiye tali kılındığı Rusya’nın tersine İtalya’da birleşik bir liderliğin ve stratejik yönelimin eksikliğinde sararıp soldular – aynı ikilemin diğer tarafı.

İtalya örneği dar bir oluşturucu stratejinin sınırlılıklarını önemli ölçüde ifşa ediyor. Gramsci de kısa zamanda fabrika konseylerinin kendi başlarına yeterli olmadıklarının farkına varmıştı; Bienno Rosso’nun yenilgisinden sonra onu konseylerin kendiliğindenciliğinin karşısına yerleştirerek partinin rolüne gittikçe daha fazla önem verdi. Ama Leninizm 1918-1920 başarısızlığına açıkça bir çözüm değildi. Kriz merkezi devlet iktidarının ele geçirilmesine ne kadar izin vermiş olursa olsun olaylar dizgisine buradan bakınca genel sosyalist dönüşüm sürecini taşıyabilecek hiçbir birleşik halk gücünün olmadığı açıktır. En ileri Piedmont mücadelelerinin bile biçimsizliği ve yerelciliği bile kitleler arasında ideolojik hazırlığın eksik olduğunun – ya da daha yeni başladığının – göstergesiydi. Bu durumda öncücü bir iktidar fethi büyük olasılıkla eski ayrımları yeniden üretir ve Rusya’dakine benzer bir merkezileşmiş iktidara yol açardı.

5. Almanya: Korporativist Çıkmaz

Alman fabrika konseylerinin (Arbeiterraete) kökeni de savaş sonrası krizdi ve ülkeyi sarsan 1917-1919 grev dalgasında yaşamsal bir rol oynamıştı. Bu dönemde yüzlerce konsey en önemli endüstriyel merkezlerde (örneğin Hamburg, Berlin, Frankfurt ve Ruhr bölgesi) ortaya çıktı ve pek çoğu bunu takiben ufak kasabalara, Saksonya ve Türingen gibi bölgelerde kırlara yayıldı. Yıllar süren proleter mücadelelerinden doğan kitlesel üretim alanında özyönetim hareketi, aynı zamanda askerlerin ve köylülüğün geniş kesimlerini de seferber etti. İtalya’daki gibi konseyler geleneksel yapıların radikalleşmiş biçimleriydi: işyeri komiteleri, kooperatifler, mahalle dernekleri ve grev komiteleri. Almanya Komünist Partisi’nin (KPD) sol kanadıyla, Bağımsız Sosyal Demokrat Parti’yle (USPD) ve Ernest Daeumig’in “aşırı-solculuğu”yla bağlantılıydılar. Güçlü Sosyal Demokratlar, diğer yanda, işçi yönetimini “konsey anarşisi” olarak görüyorlardı ve onu tarafsızlaştırma ve partinin ve sendika örgütlerinin gücünü kullanarak onu asimile etmeye çabalıyorlardı.

Teoride Alman konseyciliğinin ana siyasal eğilimi Rus ve İtalyan benzerlerinden çok az farklıydı; strateji özünde oluşturucuydu. Konseyler; onları devlet, partiler ve sendikaların karşısına yerleştiren “proleter özerkliği” ve “endüstriyel demokrasi” temelli bir devimci dönüşümü savunuyordu. Bazı teorisyenler konseyleri geleceğin sosyalist devletine doğru bir ilk adım olarak; diğerleri bazı şirketlerde yönetimsel işlevlerle sınırlanmış olarak; fakat çoğu sıkıca otoriter bir ülkede demokratik karşı-iktidarın aktörleri, Almanya’da kapitalist egemenliği doğrudan karşısına alan sınıf bilinciyle proleter kurumsallık arasındaki diyalektik olarak görüyordu.

Bu son nokta bizi Alman hareketinin ana varsayımına götürüyor. Kendilerini fabrikada burjuva hiyerarşiye karşı güçlü bir karşı-güç olarak yerleştirerek ve sendikaların işbirlikçi rolünü yıpratarak – yani ideolojik meşruiyeti yıkarak ve kırılgan bir kapitalist sistemin ekonomik seçeneklerini azaltarak – konseylerin toplumu ölümcül bir krize yöneltebilecekleri varsayıldı. Proletarya, konseylerin demokratikleştirici etkisiyle otorite karşısındaki geleneksel itaatkârlığından arınabildiği ölçüde ekonominin kontrolünü eline alabilir ve kriz burjuvazinin yönetme yeteneğini yıkınca kendi egemenliğini kurabilirdi. (21) Bu şema 1923’e kadar yaygınca kabul edildi. Ta ki Avrupa kapitalizminin savaş sonrası çöküntüsünden kurtulduğu (“aşırı sol” için bile) açıkça görünene kadar.

Alman devrimci solu tarafından kurulan siyasal senaryo hiçbir zaman – krizle birlikte bile – ciddi bir tarihsel olanak olmadı; oluşturucu boyut başlangıçtan beri zayıftı. Gerçekte 191718 döneminde Almanya’da çoktan iki tip fabrika konseyi vardı: biri doğrudan proleter demokrasisinin yayılmasını vurguluyordu ve (Luxemburg geleneğiyle) kitlesel isyana bağlılık taşıyordu, diğeri ise mevcut yönetim yapısı içersinde işçilerin çıkarlarını (hatta “işçi yönetimi”ni bile) ilerletebileceğini düşünüyordu. 1919’dan sonra artarak yaygın hale gelen ilk değil, ikincisiydi – çıkar gurubu ya da korporativist yaklaşım.

Sergio Bologna’nın gösterdiği gibi Alman konsey hareketinin en büyük ve en kayda değer ögeleri yüksek derecede rasyonalizasyon yaşamamış olan orta büyüklükteki işletmelerde (örneğin kimya ve alet yapımı) çalışan çok uzmanlaşmış makine işçilerinden oluşuyordu. Bunlar kitlesel üretim yapan montaj hattı işçileri değil, yüzyılın başından beri Alman sanayisinde hakim bir güç olan vasıflı zanaat işçileriydi. Vasıflı ve profesyonel bir tabaka olarak ayrıcalıklı bir “işçi aristokrasisi”nin dar ve çıkarcı bakış açısına sahiptiler ve kendilerini büyük fabrikalardaki vasıfsız “kitle” işçilerinden ayrı tutmaya meyilliydiler. (22)

Teknisyenlerin, mühendislerin ve makine işçilerinin fabrika konseylerinde öncü bir güç olduğu bölge ve şirketlerde hareket süratle “idari” bir karakter aldı: İş özgürlüğünü ve yaratıcılığı vurgulayan işçi yönetimi amacı profesyonel bir statü elde etmek ve onu korumakla özdeşleştirildi. Bu işçiler için konseyleri proletaryanın bir bölümünün diğerleri karşısında özgül çıkar ve amaçlarını temsil ediyordu. (Tersine Rus ve İtalyan konseyleri – yerelcilik ve kendiliğindencilikten kaynaklanan stratejik sorunlarına rağmen – işçi yönetimini tüm işçi mücadelelerini birleştirebilecek bir sosyalist dönüşüm süreci olarak gördüler.) Pek çok Alman konseyi tek fabrika üstünde proleter yönetimini bekleyen bölgecilikle şekillenmişti; diğerleri sendikaları fabrika yönetimini ele alacak yapılara çevirmeyi istiyordu.

Bu korporativizmin özüydü. Fabrika içinde toplumsal işbölümünü yerinde bırakıyor, hatta zihin ve kol işleri (“uzmanlar” ve kitle işçileri) arasındaki ayrımı genişleterek ve kurumsallaştırarak onu arttırıyordu. Eski yönetim yapısını uzmanlık ve meslek “özerkliği”ne dayalı – yani bir yönetim sistemiyle – yeni bir sistemle değiştirerek bu konseyler sadece hiyerarşiyi yeniden inşa ettiler. Ayrıca korporativist model, temel bir kapitalist pratik olan sözleşmeye dayalı pazarlık mekanizmasını kabul etti; ücret sözleşmeleri olduğu sürece “işçi yönetimi” gerçekte idari sömürüyü ve ekonomide meta üretimini takviye ediyordu. (23) Genel bir sınıf perspektifi ne sahip olmayan Alman işçi konseyleri hareketinin öncü bölümlerinin ne özgül endüstriyel şirketlerde ne de Alman toplumunu tamamında kapitalist egemenliğe karşı geniş mücadeleler ortaya çıkaramaması bir sürpriz değildir. Proleter mücadeleleri siyasal alana yükseltmedeki başarısızlık bu sorunun sadece bir görünümüydü. (24)

Korporativizm mülklü sınıfın egemenlini teker teker fabrikalar ölçeğinde yıkımına yol açabilse de Alman proletaryasını sosyalist amaçlara doğru seferber edemezdi ve vasıflı teknisyenler bir miktar “özerklik” elde etseler bile tüm ekonomi üstünde yapısal denetimleri olmayacaktı. Gorz, teknik ve profesyonel çıkarların bu kısıtlanmış savunusunun – ne kadar proleter özyönetimi fikri altında gizlenmiş olursa olsun – bu vasıflı tabakanın kendisinin siyasalaşmasını zorunlu olarak engelleyeceğini iddia etmişti. Teknik uzmanlığı toplumsallaştırmak veya kolektifleştirmek yerine korporativist eğilim burjuva ayrımları katılaştırır. Gorz’un kelimeleriyle: “Kapitalist işbölümünün kol ve zihin işini, uygulamayla karar vermeyi, üretmeyle yönetimi ayırması bir üretim tekniği olduğu kadar bir egemenlik tekniğidir de.” Alman konseylerinin savaş sonrası gelişimi Daeumig, Pannekoek ve Gorter tarafından 1920’lerde geliştirilen konsey teorisiyle çok az benzerlik taşır. Onların teorik yaklaşımı sendikalizmin fabrika-merkezli ideolojisini aşarak siyaset ve ekonominin organik bir birleşimine doğru yol alır; konseyler hem ekonomik hem de siyasal işlevler üstlenecekler, ideal olarak tüm işçi sınıfının hareketini temsil edecekler ve gerekli olan stratejik planlama ve koordinasyonu sağlayacak bölgesel ve ulusal federatif ağlarla birleşeceklerdi. (26) Bununla birlikte 1921’de bu teori işçi sınıfı hareketinin mevcut siyasetinden uzaklaştı ve konsey komünizminin perspektifiyle mevcut konseylerin korporativist yozlaşması arasındaki mesafe telafi edilmez şekilde arttı.

Bologna’nın analizine göre Alman endüstrisinin savaş sonrası krizin ardından artan şekilde rasyonelleşmesi konsey komünizminin olanaklarını daha başından itibaren kısıtladı; gizliden gizliye saldırıya geçen bürokratikleşmeye karşı yaratıcılıklarını korumaya kararlı vasıflı teknisyenler kapitalist gelişimin alt evrelerinde görülebilecek bir olguydu. Oluşturucu devrim perspektifi nden bu yeterince doğrudur. Alman konseyleri yok olmak bir yana sorunsuz şekilde kapitalist akılcılaştırma planlarına uyum sağladılar ve reformist Sosyal Demokrat aygıtla bütünleştikçe çoğaldılar. Konseyler, hayatta kaldıkları yerlerde tüm bağımsızlıklarını kaybettiler ve artan şekilde dar ve ekonomik işlevler üstlendiler.

Yakın zamanda Batı Almanya, İskandinavya ve Çekoslovakya’da “işçi katılımı”nı kurumsallaştırma denemelerinin hepsinde Almanya’daki orijinal konsey deneylerinin izi vardır. Korporativizmin bu modern türlerinin ortak özelliği idari bir işçi denetimi kavramına dayanmalarıdır. Eşyönetim ilkesine uygun olarak şirketin karar alma süreçlerine en vasıflı ve “sorumluluk sahibi” çalışanların bir girdi sağlamasını gerektirir; İşçi katılımı şirketin içersiyle sınırlıdır ve kamu politikalarının tamamını şekillendirici bir nitelikte değildir. Konseyler yönetime yardımcı olur, fakat parti/sendika/devlet direktörlüğüne tamamen massedildikleri için hiçbir şekilde özerk organlar değildirler. (27) Benzeri reformlar tarihsel olarak işçileri daha “demokratik” bir kapitalist üretim aygıtıyla bütünleştirmek için kullanılmıştır – Erken dönem Rus ve İtalyan konsey hareketlerinin tüm stratejik zayıflıklarına rağmen yukarıdan yok edilene veya ortadan kaybolana kadar direndikleri bir kader.

6. Sonuçlar

Konsey hareketinin Birinci Dünya Savaşı sonrası Rusya, İtalya ve Almanya’da ezilmesine, sönmesine veya kapitalist yapılarca yutulmasına rağmen gelenekleri hayatta kaldı ve yeni bağlamlarda tekrar ortaya çıktı: İş Savaş dönemindeki İspanya, Direniş sırasındaki İtalya, 1956’da Macaristan ve 1960’larda pek çok gelişmiş kapitalist toplumda. Yakın dönem oluşturucu siyasetinin bu örnekleri aynı engel ve ikilemlerle karşılaştı ve benzer çöküş deneyimleri yaşadı: Jakobenizm, kendiliğindencilik ve korporativizm.

İspanyol ve Macar konseyleri, Rusya’da olduğu gibi, bürokratik merkeziyetçiliğe kurban oldu. İç Savaş İspanyasında – kırlardaki köklü oluşturucu gelenekten esin alan – sendikalist ve anarşist kolektiflerin hızlı çoğalışı Avrupa’da iki dünya savaşı arasındaki dönemdeki en güçlü sol kanat kalkışmayı tetikledi. Fakat halk yönetimine doğru itki, kitleleri faşizme karşı seferber etmek için hareket üstünde bürokratik bir denetim kurmayı amaçlayan Halk Cephesi koalisyonundaki (Komünist Parti dâhil) siyasal güçlerce önlendi. Askeri kriz, bürokratik yönetimin gelişimini teşvik etti ve bunlar da kurtarılmış bölgelerde bile yerel demokratik yapıların tasfiye edilmesine yol açtı. (28) Macaristan’da Rus müdahalesinden önce Ekim ayaklamasını takip eden birkaç ay içinde yüzlerce fabrika komitesi ortaya çıktı. Bunun bürokratik kapitalizme karşı ilk bütüncül devrim girişimi olduğu iddia edildi. (29) Fakat konseyler asla kurumsallaşamadı; Rus işgal otoritelerinin (Macar parti liderlerinin yardımıyla) onları yıkması için gerekenden daha uzun yaşamadılar.

Fransa’daki Mayıs 1968 Ayaklanması benzeri görülmemiş sayıda ve çeşitte yerel gurupların – eylem komiteleri, fabrika konseyleri, öğrenci komiteleri, mahalle gurupları – doğuşuna neden oldu ve çoğu kendiliğindencilikleri yüzünden öldü. İtalya’da isyan bu kadar görülmeye değer değildi, fakat ondan ortaya çıkan biçimler, örneğin comitati di base [ç.n.: taban komiteleri], hayatta kalmayı başardılar. Bu yeni toplumsal isyan dönemi uzun zamandan beri Rus modeli tarafından nefessiz kalmış olan Avrupa solunun tazelenmesine yardımcı oldu; oluşturucu ideali hayatta tuttu ve yerleşik Marksist partilerin iflasını aydınlattı.

60’ların radikalizmi oluşturucu geleneğe yeni bir siyasal içerik getirdi. Özyönetim mücadelelerinin üretim alanının ötesine doğru, toplumsal yaşamın tüm alanlarını ve tüm tahakküm yapılarını kapsayarak genelleştirilmesinin önemini teyit etti. Kişisel ve “hayat tarzı” konuların siyasetle eski hareketlerde olandan daha yoğun ve doğrudan bir biçimde bütünleştirilmesi için – özellikle feminizm alanında – çabaladı. (Eski hareketlere çok az kadın katıldığı için – işgücü ve dolayısıyla da proleter örgütlerin çoğunluğu erkekti – patriyarka meselesi nadiren gündeme geliyordu.) Ve toplumsal sistemi bir bütün olarak tehdit eden daha geniş çaplı meseleleri vurguladı: tıbbi bakım, kültür, ekoloji vs.

Aynı zamanda yeni sol kendiliğindenciliği ve özneliği yüceltmesiyle, gündelik hayatı kutlamasıyla ve “politika”ya düşmanlığıyla geleneksel anarşizme yakındı. Bu haliyle kendiliğindenciliğin sınırlılıklarını abartılmış bir biçimde ortaya koydu. Fransız Mayısı iyi bir örnekti: seferber olan milyonlar, öğrenciler ve işçiler ayaklanmalarını önderlik, yapı ve yön sahibi bir güce dönüştüremediler ve halkın enerjisi kısa sürede tükendi. Fransız Komünist Partisi önemli bir rol üstlendi, fakat her şeye rağmen yeni solun kendine özgü bir mantığı vardı ve bu her yerde yeni solun kaderini sabitledi: merkeziyetçilik korkusu, aşırı öznelciliğe geri çekilişi ve parlamenter politika karşısındaki uzlaşmaz kayıtsızlığı; özgürleşme vizyonunun stratejik ifadesine pek bir şey katmadı. Burjuva toplumun ideolojik temellerine verimli bir saldırı düzenledi, fakat kullandığı araçlar – bir yanda kitlesel doğrudan eylem politikaları, diğer yanda ufak izole guruplar – siyasal olarak ilkeldi. (30)

Modern konseyciliğin korporativist gelişimi üç ayrı yol izledi. Bazı Batı Avrupa ülkelerinde – örneğin Batı Almanya ve İskandinavya – işçiler kapitalizmin özelliklerini olduğu gibi koruyan özenle hazırlanmış eşyönetim modelleri yüzünden burjuva idari yapılarla bütünleştiler. Diğer ülkelerde – örneğin İtalya ve Fransa – 60’ların sonlarında ve 70’lerin başlarında işçi konseyleri özerk mücadele merkezleri olarak ortaya çıktı, fakat bürokratikleşmeye uğrayarak sendikal ve idari yapılarca yutuldu. Son olarak proleter özyönetiminin kabul edilmiş bir amaç ve konseylerin kurumsallaşmış demirbaşlar olduğu Yugoslavya, Polonya ve Çekoslovakya gibi Doğu Bloğu ülkelerinde parti-devlet halk kurumlarını yukarıdan dayatılan geniş bir ekonomik planın parçası olarak dar eşyönetim işlevleriyle kısıtlayarak onların özerkliğini azalttı. Siyaset ve ekonomi arasındaki ayrım her örnekte barizdir: Korporativist konseylerin özgül şirketler temelinde karar almaya sınırlanmış bir katılımları vardı, fakat toplum çapında politikaların belirlenmesinde hiç ya da çok az etkiye sahiptiler.

Modern oluşturucu hareketlerin ikilemleri Leninizm’in ve yapısal reformizmin aksine devrimci amaçlarını teyit etmeye çabalamış olan tüm oluşturucu geleneğin mirasından gelir. Öncücülüğü reddederek sıklıkla devlet ve iktidar sorununu görmezden geldiler; oluşturucu tarafı vurgulayarak örgütlenme görevini hafifsediler. Ve örgütlü Marksist hareketler gibi sonunda demokratik bir sosyalist geçiş teorisi ifade edebilmekte başarısız oldular. İkili iktidarın istikrarsızlığı ve savunmasızlığı ulusal çapta geniş bir devrimci otorite sistemine doğru hızlı bir hareketi gerektirir; bu olmadan, tarihin gösterdiği gibi, yerel yapılar kitlesel enerjiyi hem oluşturucu, hem de siyasal olarak verimli olan sürdürülebilir bir harekete tercüme etmekte yetersiz olacaklardır. Gerekli olan ve tüm oluşturucu stratejinin eksikliğini çektiği kendiliğindencilikle “dış öğe”nin, ekonomi ile siyasetin, yerel demokratik ve bütünsel iktidar mücadelelerinin bütünleşmesidir. Fakat kapitalist ülkelerdeki radikal hareketlerin yakın dönemdeki deneyiminin oluşturucu ve devletçi stratejilerin devam eden bir kutuplaşmasını yansıtması tehlikelidir.

Leninist öncücü stratejiyi demokratikleştirme denemeleri olmuştu. Örnek olarak Çin devriminde devrimci partinin merkeziyetçi özellikleriyle oluşturucu yaklaşımın yerelci öğelerini birleştirme çabaları verilebilir. Mao partinin “ulusal-halk” karakterini ve parti-devletin önceliğini dengelemek için ideolojik mücadelenin rolünü vurgulamıştı. Tabandaki otorite yapılarında (devrimci komiteler, komünler vs.) ve aynı zamanda partide de kök salacak bir süreç düşünmüştü. Fakat Maoist alternatif yeni bir sentezdense klasik Leninizm’in bir uyarlamasını oluşturur. Jakoben ve oluşturucu öğeler arasında bir birleşme oldukça, Jakoben taraf açıkça egemen olacak, parti-devlet devrimci dönüşüm sürecini yukarıdan yönetecektir.

Alternatif bir model bu ilişkiyi oluşturucuyu Jakoben olanın üstüne koyarak tersine çevirmek olabilir. Parti özünde gündelik hayatı dönüştürecek kültürel amaçlar ve kapitalist işbölümünü yıkmaktan çok somut siyasal görevlerle uğraşan araçsal bir aktör olduğu için doğal olarak oluşturucu değil, tahakküm kurucu bir aktör olmaya doğru eğilim göstermektedir. Özgürleştirmeci amaçlar ancak yerel yapılar tarafından tamamen uygulanabileceği için – parti-devlet değil – bu organlar devrimci sürece şekil vermelidir. Merkezi yapılar, kitle mücadelelerinin üstüne kondurulmayacak, fakat eşgüdüm mekanizmaları olarak bu mücadelelerden doğacaktır. Sadece demokratik itkilerin tamamen gerçekleştirilebileceği gündelik varoluşun her alanındaki kitlesel kurumlar, bürokratik merkeziyetçiliğin baskıcı hücumlarıyla savaşabilir ve devrimci pratiğin yaşam gücü olan faal kolektif katılımı sağlayabilir.

Notlar:

[1]. Stanley Moore, Three Tactics: The Background in Marks (New York: Monthly Review Press, 1963).
[2]. George Lukacs, Lenin (Cambridge, Mass., MIT Press, 1971), Passim.
[3]. Francois George, “Forgetting Lenin”, Telos #18 (Winter, 197374). Ayrıca bkz. Frederic ve Lon Jean Fleron, “Administrative Theory as Repressive Political Theory: The Communist Experience”, Telos #12 (Summer, 1972), s. 8994.
[4] Bkz. the Flerons, age., ve Ulysses SantaMaria & Alain Manville, “Lenin and the Problems of Transition”, Telos #27 (Spring. 1976), s. 8994.
[5] Svetozar Stojanovic, Between Ideals and Reality (New York: Oxford University Press, 1937), böl. 3.
[6] Örneğin İtalyan Komünist Partisi siyasal “demokratikleşme”ye ve ekonomik “modernizasyon”a dayalı iki uçlu bir stratejiyi savunuyor. İlk amaç, parlamentonun ve yerel iktidarların merkezi yönetim karşısında yeniden canlandırılmasını; daha sağlıklı bir profesyonel devlet hizmeti inşa ederek hükümetteki hamiliği, yolsuzlukları, israfı ve adam kayırmacılığı yok edilmesini; kamu kurumlarının daha açık ve erişilebilir hale gelmesini ve ulusal bir “demokratik planlama” sisteminin geliştirilmesini kapsıyor. İkincisiyse İtalyan kapitalizminde gerikalmışlığın ve asalaklığın izlerini silerek üretimi akılcılaştırmayı; tekel iktidarını güçsüzleştirmeyi ve “çarpıtılmış ayrıcalıklar” üstünde sınırlamalar getirmeyi; devletin bilimsel ve teknik programlarını geliştirerek üretken verimliliği desteklemeyi; tarımsal üretimi modernleştirmeyi ve geniş bir sosyal güvenlik sistemi oluşturmayı kapsıyor.
[7] Maria A. Macciocchi’nin PCI’nin milletvekili adayı olarak deneyimine dayanarak dediği gibi seçim kampanyaları şovlara ve yüzeysel bayağılıklarla dolu retorik yarışmalarına dönme eğilimindedir. Maddi konuları ortaya atmakta büyük bir zorluk çekti, çünkü PCI seçim bölgesindeki seçmenlerden alacağı yeni oları tehlikeye atmaktan çok korkuyordu. Bkz. M.A. Macciochi, Letters from Inside the Communist Party to Louis Althusser (London: New Left Books, 1973), Passim.
[8] Bkz. C.George Benello, “Anarchism and Marksism”, Our Generation (vol. 10, no. 1, fall. 1974), s. 5556.
[9] Andre Gorz, ed., The Division of Labor (Atlantic Highlands, N.J.: The Humanities Press, 1976), s. xi.
[10] Bkz. S.A. Marglin, “What do Bosses do?”, Gorz, age. içersinde. Modern toplumlarda bu bürokratik egemenlik artarak gündelik hayatın çoğu alanını o derece ele geçiriyor ki kitlelerin psikolojisinin bir parçasına dönüşüyor. Bkz. Henry Jacoby, The Bureaucratization of the World (Berkeley: University of California Press, 1973), s. 189.
[11] Yerel konseylerin proleter öznelliğini gelişimini teşvik etmedeki – ve siyasal kaderciliğin aşılmasına yardımcı olmadaki – rolünün altı çizilmelidir. Bu, Ordine Nuovo döneminde Gramsci’nin konseyler vizyonunda merkezi bir yere sahipti ve onların ana bir katkısını işçiler arasında bir “üreticiler psikolojisi” yerleştirmek olarak görüyordu. Aynı zamanda Pannekoek ve Alman konsey hareketine bulunan bir temaydı. Aronowitz bunu fabrika bürokrasisi ve aile yoluyla yaratılan otoriter kişiliğin altını oymaya yönelik bir itki olarak görür. Bkz. Stanley Aronowitz, “LeftWing Communism: The Reply to Lenin”, in Dick Howard and Karl Klare, eds., The Unknown Dimension (New York: Basic Books, 1972). Ayrıca bkz. Daniel Kramer, Participatory Democracy (Cambridge, Mass.: Shenkman, 1972), ch. 7.
[12] Cornelius Castoriadis, “The Hungarian Source”, Telos #30 (Winter 197677), s. 15.
[13] Petrograd sovyetinin ılımlı karakteri için bkz. Oskar Anweiler, “The Political Ideology of the Lea ders of the Petrograd Soviet in the Spring of 1917”, in Richard Pipes, ed., Revolutionary Russia (New York: Doublcday and Co.. 1969). s. 148.
[14] Sovyetler ve fabrika komiteleri arasındaki ayrım için bkz. Peter Rachleff, “Soviets and Factory Committees, in the Russian Revolution”, Radical America vol. 8, no. 6. Nov.Dec., 1974, özellikle s. 94, 103.
[15] Bkz. Dietrich Geyer, “The Bolshevik Insurrection in Petrograd”, ve John Keep, “October in the Provinces, in Pipes, age., s. 24546.
[16] Bkz. Robert V. Daniels, The Conscience of the Revolution (New York; Simon and Schuster, 1969), s.84. Daniels bu süreci bürokratik merkeziyetçiliğe doğru evrimde önemli bir dönüm noktası olarak görür.
[17] Bu dönemin ekonomik stratejisi, Bolşevik kontrolü azamileştirmek için dizayn edilmiş genel militanlık stratejisinde aslında tali bir role sahiptir. Bkz. Daniels, age., s. 12125 ve Maurice Brinton, “The Bolsheviks and Workers’ Control (London: Solidarity, 1970). s. 46. [Türkçe çevirisi: Brinton, M. (1990). Bolşevikler ve İşçi Denetimi: 1917’den 1921’e Karşıdevrim. İstanbul: Ayrıntı Yayınları]
[18] Bu gelişimin ayrıntılı bir incelemesi için bkz.: Brinton, age., s. 1547.
[19] Alıntılandığı yer: Paolo Spriano, The Occupation of the Factories: Italy 1920 (London: Pluto Press, 1975), s. 123.
[20] Gwyn Williams, Proletarian Order (London; Pluto Press, 1975). s. 253.
[21] Alman konsey hareketiyle kriz teorisi arasındaki ilişki üstüne bkz. Sergio Bologna, “Class Composition and the Theory of the Party at the Orgin of the WorkersCouncil Movement”, Telos #13 (Fall, 1972), s. 26
[22] Bologna, age., s. 6
[23] Guido De Masi ve Giacomo Marramao, “Councils and State in Weimar Germany”, Telos #28 (Summer 1976), s. 27
[24] Bkz. Brian Peterson, “Workers Councils in Germany, 19181919”, New German Critique No. 4 (Winter 1975), s. 12223.
[25] Gorz, “Technology, Technicians, and the Class Struggle”, in The Division of Labor, s. 174.
[26] Pannekoek’in teorileri için bkz. Richard Gombin, “The Origins of Modern Leftism” (London: Penguin Books, 1975), s. 8897, ve Aronowitz, age.
[27] Gelişmiş endüstri ülkelerinde fabrika konseylerinin bir analizi için bkz. Adolf Sturmthal, Workers’ Councils (Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1964), bölümler 46.
[28] Bu gelişmeler Murray Bookchin tarafından incelenmiştir: Murray Bookchin, ‘Refl ections on Spanish Anarchism’, Our Generation vol. 10. no. 1, Fall, 1975. s. 2435, ve Daniel Guerin, Anarchism (New York; Monthly Review Press), s. 139143.
[29] Castoriadis, age., s. 714. Şöyle der: “Paris Komünü’nün ilk haftaları gibi Macaristan olayları da üç bin yıllık Mısır tarihinden daha önemlidir, çünkü yeni bir toplumu tahayyül ederek iş ve siyaset üstüne miras alınan felsefelerden radikal bir kopuşu gerçekleştirdiler.” Age., s. 14.
[30] Bu eğilim ABD’de Marksizm’in güçlü varlığının yeni sol kendiliğindenciliğin aşırılığını hafifl ettiği Avrupa’dakinden daha belirgindir. Örneğin, Avrupa’daki parlamento dışı/karşıtı hareketlerce verili olarak kabul edilen işçi denetimi ve özyönetim amaçlarına bağlılık ABD’de çok az dikkat çekti. Bkz. James Weinstein, The Ambiguous Legacy (New York: New Viewpoints, 1975). bölüm 7.

Kaynak: http://www.geocities.com/ cordobakaf/boggs.htm


Yorumlar

“Marksizm, Oluşturucu Komünizm ve İşçi Yönetimi Sorunu – Carl Boggs (Kara Kızıl Notlar)” için 2 yanıt

  1. […] Marksizm, Oluşturucu Komünizm ve İşçi Yönetimi Sorunu – Carl Boggs (Kara Kızıl Notlar) […]

  2. […] Marksizm, Oluşturucu Komünizm ve İşçi Yönetimi Sorunu – Carl Boggs […]

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir