Anasayfa / Arşiv / Nedeniyle, Nasılıyla Örgütlenme (Proleter Teori A)

Nedeniyle, Nasılıyla Örgütlenme (Proleter Teori A)

Proleter Teori A  dergisinin Aralık 2005 tarihli 1. Sayısında yayınlanmıştır

Birey olarak çevremizi anlamaya, buna paralel, çevremizin bizi kabul et-meye başlamasıyla yani aslında hayata gözlerimizi açtığımız ilk andan itibaren kendi seçimlerimiz dışında, doğal olarak –ancak ideolojik arka planıyla beraber-örgütlü yapıların şekillendirdiği bir hayata başlarız. Aile kurumu, doğduğumuz sağlık kuruluşu, okuduğumuz okul, sosyal ilişkilerimiz, çalıştığımız iş yerleri…hepsi özünde birer örgütlü yapının, ve aslında total olarak kapitalist örgütlenmenin küçük yapı taşlarıdır. Kendi yorumlama gücümüze sahip olmamızla beraber ve bunda etkili olan okuduklarımız, yaşadıklarımız, tartışmalarımız, yukarı-da sayılan ‘örgütlenme’ biçimlerini kendi ihtiyaçlarımız doğrultusunda yeniden gözden geçirmemizi ve yorumlayıp anlamlandırmamızı sağlar.

Bireylerin önüne seçimleri dışında konulmuş olan bu tür örgütlenmelerin toplumsal anlamına karşı, ilk aşama olan yorumlama ve tekrar anlamlandırma sürecinden sonra, kapitalizmin sürekli hale gelmiş olan maniple etme, dezanforme etme çabalarının da neyi amaçladığını doğru anlayarak, alternatifler yaratma çabası, asıl olarak ve öncelikle kendi içimizde yeni bir zemin yaratma çabasının ikinci evresini oluşturacaktır. Bu noktada temelde var olan iki farktan bahsetmek mümkündür. Birincisi; önümüze konmuş olan ve özünde kapitalist sistemin devamına katkı sunmaktan başkaca bir işe yaramayan biçimleri kabullenmek ve hayatı apolitikleşmiş biçimde, bu yapılanmalar içinde sürdüregelmektir. İkincisi ise; kendi sınıfsal veya bireysel ihtiyaçlarımız doğrultusunda politik, sosyal, ekonomik, kültürel vs. birliktelikler, örgütlülükler çerçevesinde bir aradalıklar oluşturma çabası içerisinde olmaktır. Bu noktada örgütlenme tercihi içerisinde, daha da siyasallaşmış biçimleri birkaç başlık altında kabaca toparlamak mümkündür. İlk olarak; sistemin özüne yönelmemiş, sistemin yaratmış olduğu çelişkileri bildiği halde eleştirmeyen, aksine ondan beslenen ve dayanışma adı altında asıl olarak sistemi besleyen liberal, küçük burjuva anlayışlar içinde ve toplumsal görünmekle beraber, özünde sosyal birlikler etrafında anlam bulmuş örgütlenme biçimleri sayılabilir.

İkinci olarak; daha siyasallaşmış ancak ulusalcılık, milliyetçilik, İslamcılık etrafında ifadesini bulmuş olan faşist, köktenci vb. yapılar vardır. Üçüncü olarak; sosyalist sol içinde yer alan ancak revizyonist yaklaşımlardan sıyrılamamış olan legal oluşumlar. Dördüncüsü; sol otoriter Marksist kimlikli, sistem eleştirisini güçlü tutan, bunu vurgulayan, koşulları toplumsal devrimle değiştirmek isteyen ancak, yapısal nedenlerden kaynaklı örgüt içinde ve dış dünyaya karşı tutumlarda önemli sorunlar yaşayan, kan kaybeden ve bununla paralel olarak toplumsal anlamda güven yitirmiş yapılar. Beşinci olarak; liberter sol içerisinde olan ancak sentezci bir yaklaşımla, özgürlükçü tutum içerisinde konumlanmış anti-otoriter, anti-militarist, örgütlenme karşıtı bireyci yaklaşımlar. Son olarak da; yine liberter sol içinde yer alan sentezciliği reddeden, ilkeli, bütünlüklü bir duruş sergilemeyi, ezilenler arası dayanışma ve bunun içinde özgürlükçü çalışmayı önemseyen, kapitalizmin temel çelişkisi olarak emek-sermaye çelişkisini gören, sınıf vurgusunu sahiplenen ve ilerlemesini bu temel üzerine kurma der-dinde olan, referansını platformizmden alan anarşist-komünist perspektif.

Birey, ihtiyaçları ve bu doğrultudaki tercihlerinden kaynaklı olarak, yukarı-da değinilmeye çalışılan örgüt modellerinden bir ya da birden fazlası içinde kendini konumlandırmaktadır. Kapitalizmin asıl gücünü aldığı ve bugünkü modernist yaşamı içinde de kendini güçlü bir biçimde hissettirmekte olan ve özünde, kapitalist sistemin temelini oluşturan, emek-sermaye ya da sınıf çelişkisini temel argüman olarak almamış örgüt modellerini bir kenara bırakırsak, bu çelişkiyi temel zemin edinmiş olan yapılar bir ideoloji ve siyasete sahip çıkmakta ve otoriter sol/liberter sol olarak temelde ikiye ayrılabilmektedir. Bunun devamında liberter solu da kendi içinde  ikiye ayırmak mümkündür. “Yaklaşık iki yüzyıldır anarşizm -otorite karşıtı fikirlerin çok evrensel bir bütününü oluşturan- iki karşıt eğilim arasındaki gerilimle gelişti: Bireysel özerkliğe kişisel bağlılık ile toplumsal özgürlüğe kolektivist bir bağlılık.(1) Bu ayrım bugünde örgütlülüğü tanımlamak, nasıl bir örgütlenmenin olması gerektiği noktasında güçlü bir ayrımın ifadesi olmaktadır.Aynı zamanda anarşistler içinde örgütlenme anlayışlarından yola çıkarak “yapma-yapmama” özgürlüğü, örgütlenmeye bakış açısıyla doğrudan bir bağlantıya sahip olmuştur. … temelde anarşizm, bir bütün olarak, aslen bir “yapmakta öz-gürlük” yerine, Isaiah Berlin’in “olumsuz özgürlük” dediği, biçimsel olarak “yapmamakta özgürlük”ü ileri sürmüştür.” (2) Buna bağlı olarak da bir çok anarşist M.Foucault’un “kişisel isyan” yaklaşımıyla “devlete karşı muhalefetin minimalist bir inancı olarak” örgütlenmeyi açıklamayı yeterli görmektedir. “Bu akım, toplumsal devrimin gerçek olasılığını – ya “olanaksız” ya da “hayali” görerek- sildiği oranda,sosyalist ya da komünist anarşizmi temel anlamda bozar.”(3)

Kapitalizm kendi yarattığı/yaratılmasına zemin hazırladığı tüm kurumlarıyla, emekçilerin yaşamlarına doğrudan etki eden, güçlü bir örgütlenme biçimine sahiptir. Bunun farkında olarak, 1960’larla şekillenen ve sol muhalefetin liberal etkilere açılmasıyla sonuçlanmış olan, yeni sol akımın yaratmış olduğu parçalı muhalefet görünümüne bir eleştiri olarak da, ekoloji sorunu, kadın sorunu, etnik kimlikler sorunu, cinsel tercihler çerçevesinde yaşanan sorunları emek-sermaye çelişkisinden ayrı görmeden, bütünlüklü bir bakış açısıyla değerlendirerek, ancak her hareketin kendine has sorunları çerçevesinde, öz örgütlenmesini yaratması gerekliliğini de göz ardı etmeden, sınıfın ihtiyaçları doğrultusunda bir perspektife sahip olmak, mücadele zeminini, araçlarını bu doğrultuda tarif etmek önemlidir.Bütünsel olarak yaşanan sömürü ilişkileri dünyasının parçaları olan ve özünde hiç de küçük sayılamayacak olan, toplumsal hayatın yaratmış olduğu sorunların, doğrudan içinde olanlarla daha dışında kalarak bir değerlendirme yapanlar arasında kaçınılmaz olarak, sonuçlardan etkilenme anlamında bir farklılık söz konusudur. Yazının niyeti dünya ölçeğinde yaşanan her tür sorunu, doğrudan ve sadece emek-sermaye çelişkisine indirgemek değildir. Özgün nedenlerin özgün sorunlar yaratabileceği gerçeğini göz ardı etmemek, sorunları daha geniş bir bakış açısıyla değerlendirmemize yardımcı olabilir.

Ancak, emek-sermaye çelişkisinin emekçi kesimler üzerinde yaratmış olduğu ekonomik dar boğazın; kültürel, sosyal gelişime etkisi, bugünkü kültürel, sosyal gelişimin yaratmış olduğu olumsuzlukların; vurdumduymazlığı, adam sendeciliği, ben merkezciliği tetiklediği gerçeğini de göz ardı edemeyiz. Peki bu durumda yapılması gereken, öncelikle insanların ekonomik sorunlarına çözüm aramak mı-dır? Asıl olarak, ekonomik sorunlarla mücadele etmenin, gerçek anlamda doğru sonuçlar yaratabilmesinin; paralelinde sosyal ve kültürel gelişime de olumlu bir etkide bulunacağını kabul etmek sanırım soruya bir nebze de olsa cevap oluşturabilir. Önemli olan bir başka şey de, yürütülen mücadelenin ilkeli-özgürlükçü-toplumsal devrim perspektifi içerisinde ifade edilebilmesidir. Bu, öncelikle kendi içinde otoriter kanalları, doğrudan katılım yoluyla kapatmak, en küçük kolektif yapıdan niceliksel olarak en gelişmişine kadar farklılıkları barındırabilmek, temel olarak ortaya konmuş ilkesel duruşa aykırı düşmeyecek bir biçimde anarşist-komünist örgütlenmelerde de karar alma sürecinde “şerh” koyma hakkını tanıyabilmek ve böylelikle hiyerarşik bir yönelime izin vermemekle başlayabilir.Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir nokta mevcuttur. Kişisel serbestlikle özgürlük anlayışı tehlikeli bir biçimde birbirine karıştırılabilmektedir. “Yaşam tarzı anarşistleri, özgürlük yerine özerklik istemek suretiyle, özgürlüğün zengin toplumsal yan anlamlarını feda ederler.” der M. Bookchin.(4) Buradan yola çıkarak,karar alma aşamasına ilişkin “şerh” koyma hakkı içinde, özerkliği ya da özgürlüğü “kişisel serbestlik” ilkesi olarak algılamak, ilkeli bir duruşun savunucusu olan anarşist-komünistlerin çözüme kavuşturması gereken bir durumdur aksi taktirde “özgürlük” anlayışı “kişisel serbestlik” ilkesine feda edilerek basitleştirilecek ve kökleri, Roma İmparatorluğu’nun “libertas” geleneğine dayanan “kişisel hırsların giderilmesi” hakkı olarak önümüze çıkacaktır.

“Bugün, “mutlak haklar” ile donatılmış birey, birçok yaşam tarzı anarşisti tarafından yalnızca devlete değil aynı zamanda bizzat topluma da karşı olarak görülür.”(5) Devlet karşıtlığını en küçük toplumsal yapı taşına da karşı olmak olarak algılayan “örgütlenmelerin” savunduklarında, toplumsal anlamda en küçük yapı taşının özünde devletin küçük bir benzeri olduğundan yola çıkarak bir gerçeklik payı bulmak mümkün olmakla beraber özünde bu durum örgütlenmeye karşı tahammülsüz tutumun bir yansıması olarak değerlendirilmelidir ve bu tutum, toplumsal devrimi isteyenlerin otoriter yaklaşımlar kadar uzağında olmalıdır. Özgürlük adına yapılan ancak özünde bununla bağdaş-mayan bir diğer tehlikeli tutum da bireysel iradeyi kolektif iradeye tersinden kolektif iradeyi bireysel iradeye ezdirmektir. “Bir anarşist olmak -komünist,bireyci, karşılıkçı, sendikalist ya da feminist olsun- bireysel özgürlüğün öncelikliğini onaylamaktır.”(6) Bu tutum birey haklarını tartışmasız bir biçimde kolektifin üzerinde tutan bir yaklaşımın ifadesidir. Ancak özgürlükçü bir örgütlenme ne bireyi ne de kolektifi feda eden bir tutum içinde olamaz. Bireyi feda etmek otoriteye boyun eğmek aksi bir biçimde kolektif kararı yok saymak, platformizme aykırı bir biçimde “ben”i besleyen, ortaklaşmaya zarar verici sonuçlar doğuracak bir tutum halini alacaktır. Ne bireyi ne de kolektif iradeyi yok saymayacak bir örgütlenme biçimini yaratmak biraz daha tartışmayı ve deneyimi gerektirecek gibi gözükmekte ancak “şerh” koyma mekanizmasını işletebilmek tüm zorluklarına rağmen daha özgürlükçü, bireysel ve kolektif iradeye saygı duyan bir ilişki biçiminin yaratılması açısından iyi bir başlangıç olacaktır/olabilir. Hiçbir tahakküm biçimini kabul etmemek ve pratikte de bu mantıkla yol almak, söylenenle yapılanın ne oranda örtüştüğünün ve içselleştirildiğinin göstergesidir. Ancak, sorumluluk bilinci olmayan, neyi, ne zaman,nasıl ve ne için yapacağı konusunda güven vermeyen, öz-disiplinden yoksun bir tutumun bizce -kendine birazda olsa yarar sağlamak dışında- toplumsal olarak etkisinin olamayacağı açıktır.

Anarşi ve özgürlük kavramları iç içe geçmiş, teorik ve pratik olarak bireysel tutuma, bireysel özgürlüğe önem vermekle beraber, bununla sınırlı bir .içimde değerlendirildiği taktirde, özünde varolan toplumsal niteliğinden, örgütlülüğünden uzaklaşacak/uzaklaştırılacaktır. Bu noktada “anarşi” kavramı üzerine iki tanımdan bahsetmek mümkündür ve bu tanımlar örgütlenme anlayışları üzerine fikir verici olabilir. “Bunların biri anarşinin temel bileşeni olarak “özgürlüğü” vurgular. Bu yaklaşım özgürlük gibi tanımı güç ve tartışmalı bir kavramı içermektedir. Öte yandan, peşinde koşulacak amaç olarak özgürlük idealini ortaya atan toplum teorisyenlerinin hepsi sonunda herkesin özgürlüğünün diğerlerinin özgürlüğüyle ve diğerlerinin özgürlüğü için sınırlanması gerektiğini kabul etmiştir. Bu nedenle, mutlak, koşulsuz bir amaç olarak özgürlük arayışı kendi içinde imkansız bir arayıştır. İkinci tanım “anarşi”nin kendine özgü bir anlamı olamayacağını ve konuşanın istediği bir anlama gelebileceğini ileri süren anlayıştır. Bu iki tanım kavramsal düzeyde sorunu çözmek yerine daha da karmaşıklaştırmaktadır.”(7) Halbuki kendi iliş-kileri içinde öz-disipliner tutumu sağlayabilmiş bir örgütlenme, örgüt içinde herkesin yetenekleri oranında sorumluluk alma kanallarını sağlıklı bir biçimde işletmeyi becererek ve bu çerçevede birey olma vurgusunu, otoriter veya diğer olumsuz tutum olan liberal yaklaşımlara mahkum etmeden, herkesin yetenekleri oranında katkı sağlamasının yollarını açmayı gerçekleştirebilir. Bu yaklaşım, örgüt içi özgürlük anlayışını pekiştirerek bunu toplumsal bir proje olarak sunmanın ilk adımı olarak değerlendirilmelidir. Yukarıda yer verilen her iki tanımda aksi bir etkiyle “özgürlük” ve “anarşi”yi “kendi kafamıza göre, sa-dece kendi ihtiyaçlarımıza göre” tanımlamaya kalkışmak gibi ben merkezci bir tutuma mahkum olma anlamını taşıyacaktır.

“Nasıl bir örgütlenme?” tartışmaları içerisinde, “kadro” kavramı/tartışması birçok anarşist açısından ilk etapta uzak durulması gereken bir kavram/tartışma olarak algılanmıştır. Bu tavrın gerçeklik payı olmadığını söyleyemeyiz. Ancak otoriteden kaynaklı bir takım ön yargılarla hareket etmek,bazı meseleleri doğru değerlendirememeyi de beraberinde getirme tehlike-sine barındırmaktadır. Devrimci bir örgütlenmede yapılmak istenenlere daha fazla emek harcanması, bazı kişilerin kendi aralarındaki iletişimin daha yoğun olması bireylerin kendini kolektif yapının içinde daha doğrudan tarif edebilmesi karar alma aşamasında elbette bir farklılaşma yaratmamalıdır. Burada önemli olan, kolektif anlamda ortaya konan ilkeleri ve bu ilkeler doğrultusunda yürütülen pratik faaliyeti ortaklaştırabilmiş olmak ve kolektif tarifi, bu ikisinin bütünlüğü içinde yaparak, örgütlenme çabasını bunlarla ilişkili olarak yürütebilmektir. “Doğru devrimci bir çizgi belirlendikten sonra, bizzat devrimci çizginin geleceğini, başarı ya da başarısızlığını örgütsel çalışma belirler.” (8)Buradan da yola çıkarak, anarşist-komünistler açısından “kadro” kavramı yetenekleri ölçüsünde kolektif sorumluluk almaktan kaçınmayan özgür bireylerin politik ilişkilenmesi olarak tarif edilebilir yani “kadro” örgütsel yapı içerisindeki tüm bireyleri tarif eder, bunun devamında toplumsal alanın her tarafında güçlü bir biçimde örgütlenmiş olan, ihtiyaçları doğrultusunda yeri geldiğinde “demokratikleşen”, yeri geldiğindeyse faşist unsurları dahi kullanmaktan çekinmeyen,yasaları, kanunları olan kapitalizme karşı öncelikle ilkeli bir örgütlenmenin gerekliliğinin kaçınılmazlığı açıktır. Bunun aksi bir tutum (eleştirel olunsa dahi),kapitalist sistemin yaratmış olduğu, insan hayatına dair tüm olumsuzlukları kabullenmek anlamını taşıyacaktır.Bu noktada nasıl bir tercih yapıldığı çok önemlidir. “Kolektif karar alma için akılcı, ifadeye dayanan ve doğrudan demokratik işlemleri “zorla kabul ettirici” ve “yönetici” olarak karalamak,bir egemen egoyu çoğunluğun kararını düşürme hakkıyla ödüllendirir. Ama şu da bir gerçek ki,özgür bir toplum ya demokratik olacaktır ya da hiç elde edilemeyecektir.”(9) Kuşkusuz bu kendi “küçük” örgütlenmelerimizle başlayacak ve gelişecektir.

İlkeli bir örgütlenme vurgusu, kimi anarşist yapılanmalarca indirgemeci bir biçimde sekterizmle, otoriterlikle, “sol” olmak-la bağdaştırılsa da, kapitalizmin yukarıda açılmaya çalışılan niteliklerinden dolayı, kendi içinde neyi, nasıl yapacağını net bir biçimde ortaya koyabilmek, örgüt içi bireysel güveni azami bir biçimde sağlayabilmek, bunun devamında, daha oturmuş bir politik-örgütsel hat çizebilmek ve yeni bireyler veya örgütlerle, soru işaretlerine yer bırakmayan bir ilişki biçimi yaratabilmek açısından gereklidir. Aksi bir tutum ise, kapitalizmin öfke boşaltma araçları yaratma oyunu dışına çıkmayan eylem birlikleri mantığının ötesine geçemeyecektir. Proudhon “anarşi örgütlü bir toplumdur, insanlığın arzu edebileceği en ileri hürriyet derecesi ve düzendir” derken, İtalyan anarşisti Errico Malatesta örgütlenmeyi otoriter olmayla eşitleyen anarşistlere şöyle sesleniyordu: “Onlara (örgütlenme fobisi olan anarşistlere) verilen otoriter eğitimin etkisi altında, onlar otoritenin toplumsal örgütlenmenin ruhu olduğunu ve ilkiyle mücadele etmek için ikincisini reddetmeleri gerektiğini düşünürler… Örgütlenmeye karşı çıkan anarşistler, otorite olmadan örgütlenme olamayacağına inanma temel hatasını yapmaktadırlar. Bu hipotezi kabul ederek, asgari bir otoriteyi kabul etmektense her türden örgütlenmeyi reddederler… Otorite olmaksızın örgütlenmenin im-kansız olduğuna inanmış olsaydık, bizler otoriter olurduk, çünkü o zaman hayatı örgütsüzlüğe mahkum eden ve keyifsiz kılan otoriteyi tercih ediyor olurduk, ki bu onu imkansız kılar.(10)

Anarşist-komünistlerin sınıf perpektifini önemsemeleri de yukarıdaki tutumla doğrudan ilgilidir. Emek-sermaye çelişkisinin özünde hala kapitalizmi ayakta tutan en önemli unsur olduğunu belirtmiştik. Bununla beraber artık,etnik sorunlar, açlık, kimliklere yönelik erkek egemen tutumlar, savaşlar, ekolojik sorunlar da bu çelişkiye başka çelişkiler ekleyerek, kapitalizmin yaratmış olduğu tahribatı daha da net bir biçimde ortaya koymaktadır. Üretim araçlarını elinde tutan sermaye sınıfının, yaratılan bu tahrifatta etkisi tartışılmazdır. Üretimin sürmesi, artı değer sömürüsünün devamlılığı, sermayenin geleceği açısından önem taşımaktadır. Bu çarktaki küçük bir aksama dahi, geleceğe ilişkin yapılan planlarda da bir aksama anlamını taşıyacağı için, sermaye ola-bildiğince dikkatli davranmak zorundadır. Sendikal bürokrasinin mücadeleye olumsuz etkisi bir kenara bırakılırsa, sermaye ve devlet ilişkisi, bu iki olgunun pratikte de birbirini beslemesi, sermayenin sınıfsal bir tutumunun gösterge-sidir. Sermaye ve devlet olguları bir bütünün parçalarıdır. Sermaye değişik kanallarla devlet içinde konumlanırken, devletin içindeki örgütsel işleyişte sermayeye yeni olanaklar sağlamaktadır. Burjuva niteliğe sahip olan bu iki örgütlenme modeli, topluma yarar sağlama görüntüsü altında, özünde ve doğal olarak kendi sınıfsal çıkarlarını ön plana çıkarmaktadır. Bununla beraber, emek sömürüsüyle kazanılanların çok küçük bir miktarıyla yapılan işler şova dönüştürülerek, ekonomik gerçeklerin üstü örtülmeye, bayrak krizi, AB gibi meselelerle bu tutum güçlendirilmeye çalışılmaktadır. Bu noktada üretim araçlarının gerçek sahibi olması gereken emekçilerin örgütlü tutumu, sermayenin gerçek anlamda sonunu getirebilecek tek yöntem olduğu için, sınıf vurgusu, bu mücadeleye uygun araçlar yaratabilmek, örgüt içi bürokrasi ağları yaratmadan özgürlükçü bir perspektifle yol alabilmek, bunu dayanışma bilinciyle güçlendirebilmek daha da önemli hale gelmektedir. Bu noktada yirminci yüzyıl Rus anarşisti Voline’in “… örgütlenme … özgürce, toplumsal olarak ve her şeyden önce aşağıdan kurulmalıdır. Örgütlenme ilkesi, bütünü ele geçirmek ve kendisini bunun üzerine dayatmak için önceden yaratılan bir merkez-den kaynaklanmaz, aksine eşgüdümün düğüm noktalarını, tüm bu noktalara hizmet edecek doğal merkezleri yaratmak üzere tüm yönlerden gelmelidir. …Öte yandan, eski baskıcı ve sömürgen toplumunkini kopyalayan “örgütlenme” tipi … eski toplumun kusurlarını daha da büyütecektir.(11) sözleri, tabandan güç alan bir genel grevin yaratacağı sonuçları sadece tahmin etmek dahi anlatılmak istenenleri tamamlar niteliktedir.

Üretimin kilit noktalarında bulunan emekçilerin kendi haklarını, sınıf bilinciyle savunmaları, asıl olarak ürünler üzerinde elde edilen maddi değerlerin paylaşımına doğrudan etki sağlayacaktır. Bu, özünde artı değer üretiminin toplumsal paylaşımını sağlamaya dönük bir çaba olarak değerlendirilebilir.Elbetteki sermaye artı değer kazancını doğal olarak yitirmek istemeyeceği için, yazının başında değinilmeye çalışılan, tercihler dışı, geleneksel, kapitalist devletin küçük yansımaları olan örgütlenmeler, basın-yayın kuruluşları, politik manevralar ve bunlarla birlikte, kendi ekonomik planları sonucu kapitalizmin yaratımı olan işsizlik olgusu devreye girmekte ve en ufak hak arama eyleminde dahi medyanın ve diğerlerinin yarattığı kültürel yozlaşmayla beraber, işten atma tehdidi ve “güvenlik” güçleriyle şiddet yollu bastırma yöntemleri kullanılmaktadır. Fabrikaların insanlara istihdam olanakları sağladığı bir gerçek olmakla beraber bu bir lütuf değil, toplumsal hayatın gerekliliğidir. Sorunsa fabrika kapısından içeri girdikten sonra başlamaktadır. Sigortasız çalışma, iş güvenliğinin olmaması, ücretlerin yetersizliği, çalışma saatlerinin insanın yapabileceklerine, ihtiyaçlarına göre değil de, sermayedarın kar etmesine göre belirleniyor olması, sendikalaşmanın engellenmesi, bunlara paralel olarak çalışma yerlerinin olumsuz koşullarına yaşam koşullarının olumsuzluğunun ekleniyor olması, kapitalistlerin emeğe değerinin en güçlü göstergesidir (Tabi tüm bunlardan bahsederken emekçi kesim içerisinde ayrıcalıklı bir konuma sahip olan, kesimlerden çok, asgari ücretle çalışan, bir çok haktan yoksun bırakılmış kesim kastedilmektedir).

Kapitalizm kurumsal nitelik kazanmış örgütlenme biçimlerini, kendi var-lığına hizmet edecek birer kontrol mekanizması haline getirmeyi becermiştir ve bireyleri de bu mekanizma içerisine hapsetmiştir. 1984 yılında Zürih’de çıkan bireysel ağırlıklı gençlik isyanından sonra, şehir yetkililerinin bağımlı genç insanların kendilerine yasal olarak zarar vermeleri için kurdukları ünlü uyuşturucu mekanı Needle Park (İğne Parkı) ya da “işgal evleri” asıl olarak kitle örgütlenmelerine duyulan nefretin, ahlaki çöküntünün, geçiciliğe, programsızlığa övgünün sonuçları olarak ortaya çıkmakta, öfke boşaltma, marjinal “takılma” ve en önemlisi de devletin kontrol mekanizmasını güçlendirme alanları haline gelmektedir. Ekonomik olarak da, bir önceki örnekten çok farklı görünmekle beraber aslında benzer olan ancak bu defa emekçi insanları, başkaca kurumlar içinde “istihdam” ederek, maddi olarak hem emek/sermaye üzerinden artı değer elde etmiş, hem de manevi anlamda insanların zihinlerinde bir ufuksuzluk yaratarak ve yeri geldiğinde kendi yaratımı olan dini ve milliyetçi motifleri kullanarak, insanları açık hapishaneleri andıran yaşam biçimleri-ne mahkum etmiştir. Bu durumu kültürel anlamda bir takım araçlarla beslemeyi ihmal etmeyerek, insanları birbirlerinden ve kendi kültürel değerlerinden mümkün olduğunca uzaklaştırmış, ulaşmak istedikleri ama ulaşamadıkları bir “yaşam biçimini” değişik kanallarla sürekli afişe etmiştir. Bununla beraber o hayata ulaşma yani sınıf atlama özlemini besleyen, buna olanak verebilecek araçları da kullanarak bireysel kurtuluş umudunu, dolayısıyla sömürüyü güçlendirmiş ve bu anlamda kendi örgütlülüğünün yıkımını geciktirmeyi başarmıştır. Ayrıca kapitalizmin en önemli pazarlama araçlarından biri olan reklamlar vs. sonucu,ekonomik anlamda en zor durumdaki insanlar bile kendi maddi olanakları dışına çıkarak, bu olanakları zorlayarak neredeyse lüks tüketime girecek bir biçimde üretilenlerden elde etme gayreti içine girmiştir. Bu durum özünde çift yönlü bir emek sömürüsünün gerçekleştirilmesidir.

Artı değer üreterek sömürülen kişi, ürettiği ürünü sonradan satın alarak bir kez daha sömürülmektedir. Sermaye sınıfı sosyal katmanlar oluşturarak,eğitimde, sağlıkta, yaşam alanlarında emekçiler üzerinden kendine ayrıcalıklı bir konum yaratmıştır. Özünde bu tutum bir yanıyla da emekçi yığınlara meydan okumak, göz dağı vermektir. Her çalışan kendi yaşamlarıyla onların yaşamları arasındaki derin uçurumu görmekte ama bunu örgütlü bir tepkiye dönüştürememektedir. Toplumsal anlamda var olan dayanışma kültürü, insanların özellikle ekonomik zorluklara bir nebze daha dayanmalarını sağlamakla birlikte (bu bir olumluluk olmakla beraber) var olan öfke, biraz da bundan dolayı henüz bir potansiyel olarak kaldığı için, dayanışma kültürünün daha politikleşmemiş bir biçimde, hala bu tarafıyla yaşanıyor olması bir dezavantajdır. Bir örgütlülüğün temel unsurlarından biri olması gereken dayanışma olgusu da sınıfsal çelişkilerin bu denli yoğun bir biçimde yaşandığı günümüz dünyasında, bu gerçeklik içinde anlaşılmaya çalışılmalıdır. Dayanışmanın ideolojik, sınıfsal içeriği, bazı toplumsal kesimlerce/örgütlenmelerce her ne kadar yok sayılarak içi boşaltılmaya çalışılsa da, kapitalist örgütlenmelerin yapmış oldukları “dayanışma” faaliyetlerinin bile ideolojik, sınıfsal, ekonomik arka planı güçlüdür. Tüm bunlardan dolayı “sınıf dayanışması” kavramı “sınıf mücadelesi” kavramıyla iç içe geçerek daha da önem kazanmaktadır.

Emekçiler, kapitalizm tarafından daha fazla sömürülmeye son vermek, kapitalizme mahkum olmamak için, hiyerarşisiz, şefsiz, “sömürüsüz”, “herkesten yeteneğine göre; herkese ihtiyacı kadar” sloganını temel almış bir örgütlenmeyi gerçekleştirmek zorundadır.

“Ukrayna ve İspanya’da ki isyan mücadelelerinde toplumsal anarşistlerin açtığı kara bayrak, züppe küçük burjuvaların zevki için moda bir giysi haline geldi.”(12) Bugün de söz konusu olan bu durumu emekçiler lehine çevirebilmek,özgürlüğü ve devrimi oluşturacağımız araçlarla görebilmek, gerçekleştirebilmek inancıyla…

Komünizm için örgütlü anarşi!

KAYNAKLAR

  1. M.Bookchin, Toplumsal Anarşizm mi Yaşamtarzı Anarşizm mi? syf.15
  2. a.g.e. syf.15
  3. a.g.e. syf.23
  4. a.g.e. syf.25
  5. a.g.e. syf.25
  6. a.g.e. syf.27
  7. Richard C. Fields, Anarşist Örgütlenme Olarak Anti Kitle Kollektifleri8. Örgüt,Güç ve Kadrolar, Kurtuluş Cephesi Sayı:19
  8. M.Bookchin, Toplumsal Anarşizm mi Yaşamtarzı Anarşizm mi? syf.30
  9. Daniel Guerin, “Anarşizm Ütopist Değildir” başlıklı makalesi
  10. a.g.e. syf.2
  11. M.Bookchin, Toplumsal Anarşizm mi Yaşamtarzı Anarşizm mi? syf.34

Adresi kontrol edin

Bir Ermeni Anarşist: Aleksander Atabekyan

Aleksander Movsesi (Moiseevich) Atabekyan 2 Şubat 1868’de Çarlık Rusyası’nın Dağlık Karabağ Bölgesinin Suşi şehrinde doğdu. …

Bir yorum var

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir